Gerçek ismi Sara Menco olan Marga Minco, 1920’de Hollanda’da Ortodoks Yahudi bir ailenin üçüncü çocuğu olarak dünyaya geldi. Çocukluğu Breda şehrinde geçti. Lise eğitiminden sonra, gazete yönetimi Yahudi personeli zorunlu olarak işten çıkarmak zorunda kalana kadar Bredasche Courant gazetesinde çalıştı. O dönemde tanıştığı, sonraki yıllarda birlikte kaçak hayatı yaşadıkları meslektaşı Bert Voeten ile ileride evlenecekti. Savaşın ilk yıllarında Assen, Delft ve Amsterdam’da yaşadı. Bir süre tüberküloz tedavisi gördü, iyileştikten sonra anne babasının yanına gitti ve burada hayatının en acı verici deneyimini yaşadı. Anne babası Naziler tarafından toplama kampına götürülürken, Minco şans eseri kaçmayı başardı. Ailesinden sadece o sağ kalmış, annesi, babası, ablası ve abisi Naziler tarafından katledilmişti. Savaştan sonra çeşitli gazetelerde çalışmaya devam etti. 1957 yılında ilk kitabı ‘Acı Otlar’ yayımlandı; kitap hem Hollanda’da hem de Hollanda dışında büyük yankı uyandırdı, o dönemin önemli edebiyat ödülü Vijverbergprijs‘i kazandı. Uluslararası bestseller olan ‘Acı Otlar’ bugüne kadar onlarca dile çevrildi. Minco’nun başlıca eserleri şunlar: ‘De andere kant’ (1959), ‘Het huis hiernaast’ (1965), ‘Een leeg huis’ (1966), ‘De val’ (1983), ‘De glazen brug’ (1986), ‘Storing’ (2004). Minco tüm eserleri için 1999’da Annie Romein ve 2005’te de Constantijn Huygens Ödülü’ne layık görüldü.
BİR ŞEYLER OLUYOR
Hollanda’nın Naziler tarafından işgal edildiği günlerdeyiz. 14 yaşındaki anlatıcı kız, “Her şey babamın bir gün ‘Gidip bir bakalım, herkes geri dönmüş mü?’ demesiyle başlamıştı” cümlesiyle koyuluyor anlatmaya. Savaş korkusuyla evlerini terk etmişler ama şimdi geriye dönüyorlar. Şehir aldatıcı bir sakinlikle gündelik rutinine kavuşmuş. Kentin Yahudi toplumu sanki hiç bir şey olmamış gibi sakin. Anlatıcı kızın babası da kaygısız bir iyimserlikle “Burada bir şey olmaz” diyerek hem kendisine hem ailesine umut aşılamakla meşgul. Oysa gerek Avrupa’da gerek Hollanda’da bir şeyler, hatta birçok şeyler oluyor. Naziler işgal ettikleri her yerde Yahudi toplulukları kayda geçiyor, toplama kamplarına sevk ediyor. Aslında uzaklarda olup bitenlerden haberleri yok değil ama bunun başkalarının başına geldiğine, kendilerine bir şey olmayacağına inanmak istiyorlar.
Onların iyimserliğinin beyhudeliğinin, sıranın onlara da geleceğinin okuyucu olarak bizler farkındayız; bu farkındalık, hikâyenin dingin akışının tekinsiz bir atmosferle kaplanmasını sağlıyor.
Nitekim işgalciler Yahudiler için pek çok yasak getirmişler, kamusal alanlara çıkmalarını, çocukların okula gitmesini yasaklamışlar, kıyafetlerine sarı yıldız tamalarını zorunlu kılmışlardır. Katolik komşuları da işgalcilerin tarafındadır. Çocuklar arkadaşlarının alaylarına ve saldırılarına maruz kalırlar. Daha uyanık olan Yahudiler Hollanda’yı terk ederler ama kızın ailesi ve daha binlercesi için durum hâlâ tehlikeli değildir. Ta ki küçük kızın ablası askerler tarafından bir toplama kampına götürülene kadar...
Bundan sonrası bir kaçış hikâyesi, kızın güvenli evlere sığınarak saklanışının, arkasına bakmaksızın yoluna devam etmesinin ve hayatta kalmayı başarmasının hikâyesi.
ACI BİR MİZAH
1979’da Londra’da doğan Gwendoline Riley, Liverpool yakınlarında büyüdü ve 18 yaşındayken İngiliz edebiyatı okumak için Manchester’a taşındı. Asıl niyeti yazar olmaktı. Manchester Metropolitan Üniversitesi’nden mezun olduğu yıl -otobiyografik motifler taşıyan- ilk romanı ‘Cold Water’ı yayımladı. Kitap, The Guardian tarafından 2002 yılının öne çıkan ilk romanları arasında gösterildi ve Betty Trask Ödülü’ne değer görüldü. Bunu 2004’te ‘Sick Notes’ ve 2007’de Somerset Maugham Ödülü’nü (2008) kazanan ‘Joshua Spassky’ izledi. Ancak 20’li yaşlarını sürerken gelen bu başarısı onu edebiyatın süperstarlığına yükseltmedi. Maddi zorluklarla sürdürüyordu yazmayı. 30 yaşına kadar Manchester’s Night & Day Cafe adlı bir barda sürekli çalıştı. 2012’de yayımlanan ‘Opposed Positions’ yayıncısı tarafından satışların yetersizliği nedeniyle geri çekildi. Üzülmüştü ama yılmadı. 2017’de yayımlanan ve kurgu dalında Women’s Prize, Gordon Burn, Goldsmith, Dylan Thomas ve James Tait Black Memorial gibi ödüllere aday olup Geoffrey Faber Momerial Ödülü’nü kazanan beşinci romanı ‘First Love’ ile yeniden çıkışa geçti. Haziran 2018’de ‘40 Yaş Altındaki 40 Yazar’ arasına girerek Kraliyet Edebiyat Derneği üyesi seçildi. 2021 yılında yayımlanan ve Folio Ödülü’ne aday gösterilen ‘Hayaletlerim’, büyük övgüler topladı. Kocası, şair ve Times edebiyat ekinin eski editör yardımcısı Alan Jenkins ile birlikte Batı Londra’da yaşıyor.
SEVGİSİZLİK
‘Hayaletlerim’de mutsuz bir aile hakkında mutsuz bir hikâye anlatmış Riley. Her mutsuz ailenin mutsuzluk dinamikleri kendine özgüdür ama yine de narsist, depresif ya da pasif agresif ebeveynden kaynaklanan sorunlar mutlaka benzerlikler gösterecektir. Bu anlamda anne Helen (‘Hen’), baba Lee ve iki kız kardeşten -Michelle ve Bridget- oluşan bu aile ve sorunlu ilişkileri pek çok kişiye tanıdık gelecektir.
Hikâyenin anlatıcısı Bridget; hayaletleri ise anne ve babası. Bridget, 2020’lere yaklaşırken 40 yaşlarında, Londra’da -erkek arkadaşı John’la yaşayan- eğitimli bir kadın. Kendi hayatını anlamak/anlamdırmak için çağırıyor hayaletlerini.
İlk hayalet babası Lee Grant; erken gelen boşanmanın ardından küçük kızlarını arada sırada gören, gördüğünde ise onları bunaltan ya da davranışlarıyla utandıran bir adam. Tam bir küçük adam o; böbürlenmek için uydurma hikâyeler anlatan, başkalarını kötüleyen, onların başarısızlıklarından söz ederek eğlenen, kendisini her zaman haklı bulan böyle bir babaya karşı iki kız çeşitli direniş stratejileri geliştiriyorlar. Ve Bridget, yasal zorunluluğu sona erdikten sonra bir daha ‘bir saniye bile’ görmüyor babasını.
Yedi yıllık beraberliğin ardından kocasını terk eden anneleri Helen, dışarıdan bakıldığında normal görünmekle birlikte arızalı, başkalarıyla ilişki kurmakta zorlanan, sürekli yalnızlık çeken ve sürekli kendine biçtiği rolleri oynayan bir kadın.
Bridget, üniversiteye gittikten sonra annesi ile bağlantısını da en aza indirmiş, yılda bir-iki kez buluşmanın ya da birkaç telefon konuşmasının dışında Helen’i hayatından çıkarmış. Ve kız kardeşler de kopmuşlar birbirlerinden. Hikâye ilerledikçe Bridget’in zihninde dolaşan görüntüler eşliğinde babalarının ve annelerinin karakterleri iyice netleşiyor. Şimdi netleştirilmesi gereken, ailesi hakkında konuşurken hiçbir sevgi sözcüğüne yer vermeyen Bridget’in karakteridir...
KARAKTERLER, DİYALOGLAR, GÖZLEMLER
1946 yılında Ontario yakınlarındaki Blackwell’de doğan Mary Lawson, Montreal’deki McGill Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nden mezun oldu. 1968 yılında tatil için gittiği İngiltere’de evlendi ve Londra’ya yerleşti. Yazmaya çocukları okul çağına gelince başladı. Birkaç yıl boyunca kadın dergilerine sattığı kısa öykülere yoğunlaştı. Bir editörün tavsiyesiyle bu hikâyelerden birini -yıllarını vererek- romana dönüştürdü ama ortaya çıkan ürün Lawson’a göre tatminkâr değildi. Birkaç yılını yeni bir roman hazırlamakla, sonraki birkaç yılı ise yayıncı aramakla geçirdi. Bu kez başarmıştı; 55 yaşındayken yayımlanan ilk romanı ‘Gölün Kıyısında’ (2002), Kanada En İyi İlk Roman Ödülü’nün yanı sıra McKitterick ve Evergreen ödüllerini kazandı. Sonraki romanı ‘Köprünün Öte Yanı’ (2006) Booker Ödülü’ne aday gösterildi. Üçüncü romanı ‘Road Ends’ (2013) eleştirmenlerden olumlu yorumlar almasının yanı sıra çok satanlar listesinin ilk 10’u arasına girdi. Uzun bir bekleyişin ardından, 2021 yılında tamamlanan ‘Sonbaharın Sonu’ da hem okuyucular hem de eleştirmenler tarafından beğenildi ve Booker Ödülü için uzun listeye alındı.
SOLACE ADLI KASABA
Orijinal ismi ‘A Town Called Solace’ (Solace Adlı Kasaba) olan ‘Sonbaharın Sonu’, 1972 yılı sonbaharında, Toronto kırsalındaki Solace kasabasında geçiyor. Solace, doğasıyla, insanlarıyla ve dedikodularla renklenen gündelik hayatıyla romanın dört ana karakterinden biri.
Romanın en önemli karakteri Clara ile hikâyenin başlangıcında karşılaşıyoruz. Sekiz yaşındaki Clara, nerdeyse hiç ayrılmadığı pencerenin önünde -12 gün önce evden kaçan- ablası Rose’un dönmesini bekliyor. Tedirgin bir ruh hali içinde. İşte bu sırada takılıyor gözü, hastanede yatan komşuları Bayan Orchard’ın evini ‘işgal eden’ yabancıya.
İkinci bölümde Bayan Elizabeth Orchard ile tanışıyoruz. 72 yaşında. Kalbindeki rahatsızlığın ve tedavisinin olmadığının farkında. Böyle bir haleti ruhiye ile yıllar önce kaybettiği kocasıyla hayali konuşmalar yapıyor. Aslında geçmişte yaptığı bir hatayı, o hatanın yükünü düşünüyor Elizabeth. Ve 30 yıl önce kanatları arasına aldığı küçük oğlanı. Ölmeden önce telafi etmesi gereken şeyler var.
Bir sonraki bölümde Liam çıkıyor sahneye. Toronto’da yaşayan, 35 yaşında, kadınların çekici bulduğu, eğitimli ama şimdilerde kafası ziyadesiyle karışık bir adam. Hem karısından hem çalıştığı muhasebe bürosundan ayrılmış, hayatının geri kalanında ne yapacağına henüz karar verememişken kendisini -Bayan Orchard’ın mirasçısı olarak- bu soğuk Kuzey kasabasında bulmuş. Kasabayla ilgili ilk izlenimleri pek parlak sayılmaz...
Hikâye ilerledikçe ana karakterler arasında bağlantılar kurulacak, Liam ile Bayan Orchard’ın ilişkisini çevreleyen gizem aydınlanacak. Artık aydınlatılması gereken, evden kaçan Rose’un akıbeti ve Liam’ın kendine nasıl bir yol seçeceğidir...
KARAKTER ROMANI
Gary Phillips 1955 yılında, bir teknisyenin ve bir kütüphane görevlisinin oğlu olarak Los Angeles’ta dünyaya geldi. Babası ve annesi tarafından küçük yaşlardan itibaren okumaya teşvik edilen Phillips, Jules Verne romanları ile başladığı okuma serüveninde Richard Wright, Arthur Conan Doyle, Dashiell Hammett, Ross McDonald gibi yazarlardan etkilendi. Ancak daha çok çizgi roman tutkunuydu. Bu onu grafik tasarım eğitimini seçmeye yöneltecekti. Ne var ki iyi resim yapamadığını çabuk fark etti. O da “bir sonraki en iyi şeyi yapmaya” yöneldi, yani yazmaya. 20’li yaşlarına gelmişti ve toplumsal aktivitelerle de ilgileniyordu. Anti-apartheid hareketine, polis şiddeti karşıtı örgütlere katılıyor, sendika organizatörlüğü, siyasal kampanya koordinatörlüğü, radyo sunuculuğu gibi işlerde çalışıyordu. Toplumsal alandaki deneyimi edebiyatının hammaddesi olacaktı. Ünlü polisiye yazarı Robert Crais’den suç kurgusu hakkında aldığı derslerden sonra yazmaya başladı. Eserlerinde ırk, sınıf ve sosyal kimlik gibi toplumsal konuları işleyen Phillips’in şu anda 18 romanı, 50 kısa hikâyesi ve 9 çizgi romanı bulunuyor. İlk olarak 1994’te yayımlanan ‘Violent Spring’, 2020’de Los Angeles’ın en önemli polisiye romanlarından biri seçildi.
LOS ANGELES’IN SIRLARI
’Tekinsiz Bölge’ önce ‘fourstory.org’ isimli internet sayfası için çevrimiçi seri olarak yazılmış ve hikâyenin çok beğenilmesi üzerine 2010 yılında kitaplaştırılmış. Belki de bu nedenle çok hızlı akan bir hikâyesi var.
Hikâye Los Angeles’ta, Los Angeles’ın merkezinin yenilenerek ‘nezih’ bir hale getirilmesi için başlatılan projenin her yeri şantiyeye çevirdiği bir zamanda başlıyor. Eski konutların yerle bir edilerek yerlerine modern küçük dairelerin yapıldığı, bölgenin yoksul sahiplerinin yerlerinden edildiği günlerdeyiz. Dönüşüm projesinden en çok zarar görenler ise eski binalarda günübirlik de olsa sığınacak bir yer bulabilen evsizler. Roman kahramanı Mulgrew Magrady de o evsizlerden biri. Onunla biraz uygunsuz bir anda karşılaşıyoruz; “Los Angeles’ın Skid Row’unun göbeğinde, Wall’un önünde iki adam birbirlerini tokatlıyordu.”
Adamlardan genç olanı bölgede hüküm süren çetelerden birinin üyesi. Diğeri, yani yaşlısı ise Magrady; 60’lı yaşların sonuna gelmiş, siyah ırktan, suratı çizik içinde, kolları dövmelerle kaplı, favorileri grileşmiş, iriyarı bir adam. Vietnam Savaşı’ndan fiziksel anlamda kalıcı bir hasar almadan dönmüş ama savaşın travmasını atlatamamış. Bir zamanlar mutlu bir evliliği varken, bir kız ve bir oğul sahibiyken madde bağımlılığı hayatını altüst etmiş. Uzun süredir sokaklarda yaşayan Magrady, devletin verdiği gazi yardımı sayesinde karnını doyurabiliyor. Ancak sekiz aydır ayık ve öyle de kalmakta kararlı. Ancak savaş anılarını, geçmişin hayaletlerini zihninden kovmak hiç kolay değil.
Magrady’nin bu sokak kavgasına karışmasının nedeni, yine sokaklardan tanıdığı tekerlikli sandalyeye mahkûm bir arkadaşına -Floyd Chambers’a- yardımcı olma isteği. Kavga kısa sürede sonlanıyor ama kavga ettiği adam ertesi gün kafası ezilmiş bir halde bulunuyor. Vietnam’da astı olan ve Magrady’ye o zamandan beri kin tutan Komiser Strover için başşüpheli Magrady oluyor elbette. İşin kötüsü, Floyd’un da ansızın ortadan kaybolması ve yaşlı adamın masumiyetini kanıtlayacak bir şahidinin bulunmaması.
Andrea Bajani 1975 yılında Roma’da doğdu. İlk romanı ‘Cordiali Saluti’yi 2005’te yayımladı. Edebiyat çevrelerinin ilgisini iki yıl sonra yayımlanan ‘Sen Suçların Hesabını Tutsan’ romanıyla çekti. Öyle ki ünlü İtalyan yazar Antonio Tabucchi, “Bu kitabı İtalyan edebiyatının son yıllarda bana hissettirmediği bir heyecanla okudum” diyecekti. Kitap ulusal ve uluslararası ölçekte birçok ödüle layık görüldü. 2010’da yayımladığı ‘Ogni Promessa’ adlı romanıyla en eski İtalyan edebiyatı ödülü olan Bagutta Prize’ı, kısa öykülerini topladığı ‘La vita non è in ordine alfabetico’ ile 2014’te Settembrini Ödülü’nü kazandı. 2013’te Antonio Tabucchi’ye ithaf ettiği ‘Mi riconosci’yi tamamladı. 2017 ve 2020 yıllarında iki de şiir kitabı yazan Bajani, La Repubblica gazetesine düzenli yazmanın yanı sıra Teksas’taki bir üniversitede yaratıcı yazarlık dersleri veriyor.
BİR KADININ HAYATI
Hikâye, Lorenzo’nun, annesi Lula’nın öldüğünü bildiren bir telgraf aldıktan kısa bir süre sonra Romanya’nın Bükreş kentine gelmesiyle başlıyor. Biraz hüzünlü, biraz kırgın ama sakin bir ruh hali var genç adamın. Havaalanına indiği andan ülkesine dönüşüne geçen birkaç gün içerisinde Bükreş’te görüp duyduklarına bölük pörçük çocukluk anılarını da ekleyerek, tamamen yabancı olduğu annesini anlamaya çalışıyor.
İlk bölümden başlayarak bugün ile geçmiş arasında gidip gelerek ilerleyen, annesi Lula’nın isyankâr karakterini ve Lorenzo’nun çocukluk yıllarını yavaş yavaş ortaya koyan bir kurgu izliyoruz.
Köklü ve zengin bir ailenin kızı olan Lula, kendisine dayatılan evliliği kocasını aldatarak yıkmış, özgürlüğünün bedelini ailesi tarafından dışlanmakla ödemiştir. Lorenzo, onun tesadüfen dünyaya getirdiği bir çocuk. Gerçek babasını hiç tanımayan, üç yaşındayken hayatlarına giren üvey babası Emilio tarafından özenle büyütülen Lorenzo, hayatını sürekli bir bekleyişle geçirmiş. Beklediği annesi ama annesi kendisinden başkasına zaman ayıracak bir kadın değil. Lorenzo, hep özlediği annesiyle ancak kısa mutlu anlar yaşayabiliyor. Hele ki annesi büyük umutlar bağladığı zayıflatma sistemini pazarlamak için -ortağı Anselmi ile birlikte- dünyanın dört bir yanına seyahat etmeye başladığında bu anlar bile seyrekleşiyor. Sonunda kaçınılmaz olan gerçekleşecek ve Lula iş kurma imkânlarından yararlanmak bahanesi ile Romanya’ya yerleşme kararı alarak ortağı Anselmi ile yaşamaya başlayacaktır. Artık Lorenzo için sadece telefonda duyulan bir sestir annesi. Üvey babası ile baş başa kalan Lorenzo giderek o sesi duymakta bile zorlanır.
Bütün bunlara rağmen kimsenin suçsuz olmadığını düşünecektir Lorenzo, anneye veda zamanı gelmiştir:
“Yıllarca yüzünü bir tek o Noel günlerindeki telefon görüşmemizde duyduğum sesinden yola çıkarak zihnimde canlandırmayı denemiştim, tıpkı ellerini insanların yüzüne götürerek tanımaya çalışan bir âmâ gibi. Yıllar geçtikçe nasıl göründüğüne dair aklımda kalanlar da zamanla silikleşip yok olmaya başlamıştı (...). O giderek boğuklaşıp ağırlaşan sesi seninle bağdaştırmakta zorlanır hale geliyordum hep. Bu yüzden pencerene baktım ve yatağa oturdum. Yapamadım; merdivenlerden inip, karşıya geçip, yüzüne bakıp, seni o ölmüş halinle yeniden tanıyıp da bir daha asla unutamayacak olmayı göze alamadım.”
LULA’NIN VE ROMANYA’NIN HİKÂYESİ
Audrey Magee İrlanda’da doğdu. University College Dublin’de Almanca ve Fransızca, Dublin City University’de gazetecilik okudu. 20 yıl gazeteci olarak çalıştı. The Times, The Irish Times, Observer ve The Guardian’a yazdı. İlk romanı ‘The Undertaking’ Women’s Prize for Fiction ve Irish Book Awards finaline kaldı. İkinci romanı ‘Koloni’ 2021 Booker Ödülü’nde uzun listeye alındı.
EN KANLI YAZ
Hikâye Londralı ressam Lloyd’un çıktığı deniz yolculuğuyla başlıyor. 1979 yılının haziran ayındayız. Lloyd, otantik bir deneyim yaşamak, adalılar gibi davranmak ve manzaraya nüfuz etmek arzusuyla daha büyük ve motorlu bir tekne yerine kürekli bir sandalı yeğlemiştir. Ancak -Audrey Magee’nin şiirsel bir tasvirle yansıttığı- yolculuk hiç de beklediği gibi geçmez:
“Kayıkçılar ona değil, okyanusun ortasındaki adaya odaklanmışlardı; kayığı ileri geri, iki yana sallayan, denizi yaran, parçalayan, lime lime eden kaya parçasına bakıyorlardı; boyunlarında kabarmış damarlarla, kayığı koydaki kızaktan onlara el sallayan yaşlı adamlara ve kadınlara doğru çevirmek için mücadele ediyorlardı. Lloyd da onlara el sallamak, geldiğini haber vermek istedi ama bir dalga, kayığın pruvasına çarparak kayığı çevirdi; deniz, gökyüzü ve kara karmaşa halinde Lloyd’un etrafında döndü, daha, daha hızlı, fırıl fırıl, kayıkçılar bağırıp çağırıyordu
o gırtlaktan gelen
dilde
ta ki
Yazar, besteci, söz yazarı, gitarist Tuna Kiremitçi, 1973’te Eskişehir’de doğdu. Edebiyat hayatı Galatasaray Lisesi’nde okuduğu yıllarda Varlık Dergisi’nde yayımlanan şiirleriyle başladı. Şiirlerini topladığı ‘Ayabakanlar’ kitabıyla 1994 Yaşar Nabi Nayır Şiir Ödülü’nü kazandığında 21 yaşındaydı. Sonra müziğe yöneldi ve Kumdan Kaleler grubunun ‘Denize Doğru’ albümüne solist, besteci, söz yazarı ve gitarist olarak katıldı. İlk romanı ‘Git Kendini Çok Sevdirmeden’ (2002) ve ‘Bu İşte Bir Yalnızlık Var’ (2003) ile büyük çıkış yakaladı. 2016 yılına kadar 9 roman daha yayımlayan Kiremitçi, sonra şiire ve müziğe yöneldi. 2021’de ilk polisiye-gerilim romanı ‘Mezun Cinayetleri’yle yazarlığa geri döndü; ‘Başkomiser Perihan Uygur Polisiyesi’ başlıklı seriyi 2022’de ‘Perinin Ölümü’ ve yeni çıkan ‘Tehlikeli Şarkılar’la sürdürüyor.
FESTİVAL YAKLAŞIRKEN
İlk maceradan yaklaşık iki yıl sonrasındayız. Bir bahar akşamı Vefa Uslu isimli bir müzik organizatörü işyerinde, çalışanlarından Didem Ülgen ile birlikte kanlı bir cinayete kurban gidiyor. Elbette vakayı üstlenecek cinayet masası Başkomiseri Perihan Uygur ve ekibi. İlk akla gelen şüpheliler ise Vefa Uslu’nun düzenlediği Yanarca Müzik Şenliği’ni engellemeye çalışan Saruhanağa Vakfı Cemaati. Cemaatin önde gelen isimlerinden Sefa Uslu’nun maktulün kardeşi olması ve cinayet mahalinde bir muska bulunması şüpheleri daha da arttırıyor.
Ne var ki muskadaki yazının festivalde sahne alacak bir gurubun ünlü bir şarkısından alıntılandığının ve öldürülen Vefa Uslu’nun bu gurubu çok önemsediğinin ortaya çıkması kafaları biraz karıştıracaktır. Üstelik Vefa Uslu’nun ölmeden önce son telefon konuşmalarını yaptığı şahısların da boğazlarının kesilip yanlarına birer muska bırakılması işleri iyice içinden çıkılmaz bir kaosa sokmuştur.
Perihan Uygur ve iki kadın yardımcısının asıl canını sıkan cinayetlerin ülke gündemindeki çekişmelere uygun düşmesi ve her kafadan bir ses çıkmasıdır:
“Sosyal medyada iddialar ve komplo teorileri havalarda uçuşuyordu. Böyle durumlarda hep olduğu gibi, internetteki herkesin net ve sarsılmaz birer fikri vardı. Ayrıca tweet yazacak kadar Türkçesi olan her ajan provokatör mesaiye başlamış, ateşe körükle giden zehirli sözler kolera gibi yayılmıştı.”
İş bu noktaya geldiğinde Perihan Uygur’un amiri Hilmi Kuzu yukarıdan gelen baskılara dayanamayacak, dosyanın bir an önce kapatılması için Perihan Uygur’un soruşturmasına -Perihan Uygur’un dönem arkadaşı- Azmi Kömürcü ve ekibini de dahil edecektir. Soruşturma İstanbul’un dört bir yanında bütün hızıyla sürdürülmesine rağmen bir türlü dişe dokunur bir ipucu çıkmaz. Bu durumdan en çok rahatsız olan hiç kuşkusuz Başkomiser Perihan’dır. Zira kafasından bir önceki cinayet soruşturmasında son anda kurtardıkları Ukraynalı genç kadının işkence görmüş bedenini çıkartamamıştır. O genç kızla kendi kızı Ceylan arasında benzerlikle kuran Perihan Uygur, kızının da Yanarca Festivali’ne gidecek olmasının tedirginliğini yaşar.
Ferenc Karinthy, 1921 yılında Budapeşte’de doğmuştu. Dünyaca ünlü yazar Frigyes Karinthy ile psikiyatr Aranka Böhm’ün oğlu olarak entelektüel bir ortamda büyüdü. Annesi Aranka Böhm 1944’te Auschwitz Toplama Kampı’nda katledildi. Ferenc Karinthy, Budapeşte’de Pázmány Péter Üniversitesi’nde dilbilim üstüne doktora yaptı. 1947’de aldığı bursla eğitimini Fransa, İsviçre ve İtalya’da sürdürdü. Uzun yıllar sutopu oyunculuğu yapmanın yanı sıra Budapeşte’de birçok tiyatroda dramaturg olarak çalıştı ve İngilizce, Yunanca, İtalyanca, Almancadan çeviriler yaptı. Hayatı boyunca romanları ve oyunları başta olmak üzere pek çok eser vermiş olsa da en çok ses getireni ‘Epepe’ (1970) romanı oldu. Bazı romanları ve senaryo çalışmaları sinemaya uyarlandı. Ayrıca yaptığı çevirilerle de Macar edebiyatının uluslararası alanda tanınmasına katkı sağladı. 1992 yılında Budapeşte’de öldü.
BU BİR KÂBUS OLMALI
Roman kahramanı Budai, orta yaşlarını geçmiş, Budapeşte’deki evinde karısı, köpeği, arkadaşlarıyla -belli ki- sade bir hayat sürdüren bir dilbilimci. Helsinki’de düzenlenen kongreye giderken tanışıyoruz onunla; uçakta uyuyakaldığı için aktarma yapamamış, kendisini bilinmeyen bir şehirde bulmuş haldeyken... Havaalanı servisi tarafından büyük bir otelin önünde indirildiğinde biraz şaşkın ama -henüz- paniğe kapılmış değil. Otelin resepsiyonunda çalışanların hiçbiri İngilizce, Almanca, Rusça, Fransızca gibi yaygın dilleri bilmiyor ama Budai beden diliyle de olsa anlaşma sağlıyor. Yanındaki seyahat çeki karşılığında bilmediği ülkenin değerini hesaplayamadığı paralarını alıp odasına yerleşiyor. Ertesi gün sorunun hallolacağından ve Helsinki’ye ulaşacağından hiç şüphesi yok. Ne var ki ertesi gün işler daha da sarpa saracaktır:
“Lobi hâlâ kalabalıktı, çarpma kapıya ulaşana kadar itişip kakışan insanlar arasında kendine yol açması gerekti. (...) Herkes telaş içinde, aceleyle birbirine dirsek atarak, birbirini ittirerek bu arbedede koşturuyordu, yanı başında kendine yol açarak ilerleyen eşarplı yaşlı bir kadın bileğine sıkı bir tekme savurduğu sırada yandan da kürekkemiğine darbe aldı. Caddedeki arabalar da tıkanmış trafikte gıdım gıdım ilerleyebiliyordu, üst üste yığılmışlardı, yayalara karşıdan karşıya geçme şansı tanımıyor, motorları bağırtıp kornalara abanıyorlardı. Her türden taşıt görmüştü; arabalar, kamyonlar, devasa nakliye araçları, troleybüsler, otobüsler, ne var ki memleketten ya da başka yerlerden tanıdığı markalardan henüz bir tanesi bile gözüne çarpmamıştı.”
Buna rağmen akıl yürütme yeteneğine, dünya dilleri ve kültürleri hakkındaki bilgilerine güvenen kahramanımız, bilmediği bu dilin kodlarını çözmek için kolları sıvar. Bir yandan da edindiği haritalarla bu devasa metropolü kavramaya, onu havaalanına götürecek yolları keşfetmeye çalışır.
Budai, istemeden misafir olduğu şehirden -önce serinkanlı, parası azaldıkça giderek telaşlı, sonra can havliyle- kaçıp kurtulmaya çalışırken kimselerin dikkatini çekmez, kimse derdini dinlemek için ona zaman ayırmaz, toplumla insani bir ilişki kuramaz. Tek istisna otelin asansör görevlisi kadındır. Ancak bedensel yakınlaşmaları dil engeline takılmış, duygusal bir açılım sağlamamıştır. Talihsiz adam içine düştüğü karabasandan çıkış olmadığını düşünecektir.
“Arkadaşlar, tanıdıklar, hatta kimlik belgeleri olmaksızın kalakalmıştı ve görünüşe bakılırsa adını bile bilmediği, kimseye derdini anlatamadığı, en azından o ana kadar kimseyi anlamadığı, her tarafı tıka basa doldurmuş, her yerden dolup taşan, asla seyrelmeyen bu insan kalabalığının içinde kaç dil bilirse bilsin iki çift laf edecek birini bulamadığı bir tuhaf kentteydi, besbelli yazgısına terk edilmişti.”
İLETİŞİMİN İMKÂNSIZLIĞI
1949 doğumlu Minette Walters -ya da gerçek adıyla Minette Caroline Mary Jebb- Durham Üniversitesi Fransız Edebiyatı Bölümü’nü bitirdikten sonra çeşitli dergilerde editörlük yapmaya başladı. Çok emek verdiği ilk romanı ‘Buz Evi’ -pek çok yayınevi tarafından geri çevrildikten sonra- 1992’de yayımlandı ve Suç Yazarları Derneği - John Creasey En İyi İlk Roman Ödülü’nü kazanmasının yanı sıra telif haklarının 11 ülkeye satılmasıyla dikkatleri topladı. İkinci romanı ‘Heykeltıraş’la 1994 Edgar Allan Poe En İyi Roman Ödülü’nü, üçüncü romanı ‘The Scold’s Bridle’ (1994) ile Altın Hançer Ödülü’nü kazanması onu bir anda polisiye edebiyatın yıldızları arasına soktu. 1992’den 2015’e kadar 15 polisiye roman yayımlayan Minette Walters, pek çok dile çevrildi, beş romanı BBC tarafından televizyona uyarlandı. 2017 yılında polisiye romanları bıraktığını ve artık farklı türler deneyeceğini açıklayan Walters, iki tarihi roman yazdı.
Önyargılı bir soruşturma
Gazete kupürlerinden oluşan bir kayıp hikâyesiyle başlıyor roman. Kayıp şahıs 44 yaşındaki işadamı David Maybury’dir. Olayı soruşturan müfettiş Walsh, bir suikasttan şüphelenildiğini açıklamış, kaybolan adamın genç karısı Phobe Maybury, gazetelerde açıkça suçlanmamakla birlikte şüpheli olduğu sezdirilmiştir. Ne var ki aradan dört ay geçtikten sonra hiçbir ize rastlanmamış ve soruşturma kapatılmıştır.
10 yıl sonrasındayız: Phobe Maybury’nin hâlâ ikamet ettiği 400 yıllık Streech Grange malikânesinin bahçesindeki yıllardır kullanılmayan deposunda -bir zamanlar serin tutmak için her türlü içeceğin saklanabileceği ‘buz evi’nde- bir ceset bulunuyor; çıplak, parçalanmış...
Olayı soruşturmak yine -artık Silverbone Polis Karakolu Başmüfettişi olan- George Walsh’e düşer. Yardımcısı müfettiş McLoughlin ile birlikte olay yerine intikal eden Walsh, cesedin kayıp David Maybury’ye ait olduğundan, olayın nihayet sonuçlanacağından, katilin ise Phobe Maybury olduğundan neredeyse emindir. Adli tabip cesedin birkaç hafta önce öldüğünü söylese bile bakış açısını değiştirmez.
Koskaca malikânede iki yakın arkadaşı -Anne ve Diana- ile yaşayan Phobe, çevresindeki dünyaya kapılarını kapatmıştır. Zira yakın köylerdeki insanların çoğu için bu üç kadının yaşadığı Streech Grange kötülüğün barındığı bir yerdir... Ayrıca Phobe’nin sadece kocasını değil, ailesini de öldürdüğü inancı yaygındır. Şimdi mahkûm edilmeli ve adalet geç de olsa sağlanmalıdır.
Cinayet nedeniyle yeniden medyanın ilgi odağı olan Silverbone’da polis bütün gücüyle Phoebe’yi David’in cinayetiyle ilişkilendirecek kanıtı bulmak için evde ve bahçede arama yaparken sadece Başmüfettiş’in yardımcısı Andy McLoughlin farklı bir yol izler. Aslında o da başlarda kadınların cinsel eğilimlerinden rahatsızlık duymuş, hatta öfkelenmiş ama aklı duygularının önüne geçmesini engelleyebilmiştir. Ancak kadınların her birinin, hatta çocuklarının bir dolu sır gizlediğini yavaş yavaş fark ettiğinde kafası karışacaktır...
POLİSİYEDE FEMİNİST MOTİFLER
Türkçeye çevrilen ‘Melekler’, ‘İsa’nın Oğlu’ ve ‘Fiskodor’ romanlarıyla tanıdığımız Amerikalı yazar Denis Johnson, 1949’da Münih’te doğmuştu. CIA’de görevli babasının işi nedeniyle çocukluk ve gençlik yılları Filipinler, Japonya ve Washington DC banliyölerinde geçti. Iowa Üniversitesi’nin İngilizce bölümünden mezun oldu. Raymond Carver’dan yazarlık dersleri aldı. Şiirlerinden oluşan ilk kitabını (‘The Man Between Seals’) 19 yaşındayken yayımladı. İlk romanı ‘Melekler’, 1983’te yayımlandığında büyük beğeni topladı. Ancak asıl başarısını 1992’de The New Yorker’da çıkan öykülerinin derlemesinden oluşan ‘İsa’nın Oğlu’ ile kazanacaktı. New York Times Book Review anketinde ‘İsa’nın Oğlu’, son 25 yılda yayımlanan en iyi Amerikan kurgu eserleri arasına girmişti. Johnson, toplamda -çok sayıda ödüle değer görülen- dokuz roman, bir novella, iki öykü kitabı, üç şiir derlemesi, iki oyun derlemesi ve bir röportaj kitabı yazdı. Oyunları San Francisco, Chicago, New York ve Seattle’da sahnelendi. 2017 yılında 67 yaşındayken karaciğer kanserinden yaşamını yitirdi.
HATIRLAMASI ZOR YILLAR
“Robert Grainier, 1917 yılının yaz aylarında Idaho Panhandle’da, Spokane Beynelmilel Demiryolları’na ait kumpanya depolarında hırsızlık yaparken yakalanmış ya da en azından böyle itham edilmiş Çinli bir amelenin hayatına kastedilen bir teşebbüse dahil olmuştu.”
Bu giriş cümlesi ile tanışıyoruz roman kahramanıyla. Sert, kabadayı sınfından bir adam olduğunu düşünebilirsiniz. Ama tersine, hikâye boyunca duyarlı bir adamın hayatına tanık olacaksınız. Nitekim tesadüfen karıştığı bu olay hayatı boyunca ona hiç rahat vermeyecek:
“Kararmaya başlayan havada eve yürürken Çinli neredeyse her yerden Grainier’ın karşısına çıkıyordu. Çinli yoldaydı. Çinli ormandaydı. Çinli yavaşça yürüyordu; elleri kollarından ip gibi sallanıyordu. Çinli dereden bir örümcek gibi oynaşarak çıkıyordu...”
1917’de 30’lu yaşların başında Grainier. Gerçek anne ve babasını küçük yaşta kaybettiğini hatırlıyor. Sonra Idaho’nun Fry kasabasında yaşayan halasının evine sığındığını. 30 yıllık bekârlık hayatına Gladys ile evlendiğinde son verdiğini, bir kızları olduğunu. Sonra 1920’de Robinson Gorge Köprüsü’nün onarımına yardımcı olmak için Kuzeybatı Washington’a gittiğini. Karısı ve kızına dönerken bütün vadiyi tüketen yangının dumanını soluduğunu, yaşadığı kasabanın ve evinin küle dönüşünü, karısını ve kızını boş yere arayışını... Ve iyisiyle kötüsüyle daha pek çok şey hatırlıyor Grainier...
Elbette doğrusal bir zaman çizgisi izlemiyor Grainier’ın hatıraları. Üstelik bu hatıraların ne kadarının gerçek ne kadarının zihin oyunlarından mamul olduğunu da bilemiyoruz. Zira; bu kadar üst üste gelen macera ve olay çok şeyi unutmasına yol açmıştır. İşte bu nedenle Grainier’in hatıraları hatırlaması en kolay olaylara, ölümlere, yıkımlara, karısı ve kızının hayaletlerine, ormanda dolaşan kurtkıza, ona eşlik eden köpeğine, renkli karakterlere ve bastırılan cinsel arzulara odaklanacaktır. Gerisi mi?
Jenny Erpenbeck, Almanya’nın bölünmüş zamanlarında -1967’de- Doğu Berlin’de, iyi eğitimli bir ailenin kızı olarak dünyaya gelmişti. Büyükbabası Fritz Erpenbeck sahne sanatları ve müzik bölümü başkanı, babası John Erpenbeck ise Doğu Almanya’nın en ünlü fizikçileri ve biliminsanları arasındaydı. Erpenbeck büyükbabasının yolunu seçerek 1988-1990 yılları arasında Berlin Humboldt Üniversitesi’nde tiyatro öğrenimi gördü. Bir süre Graz Operası’nda reji asistanı olarak çalıştı. 1990’lı yıllarda öykü ve oyun dallarında ürün verdi. 2008’de yayımladığı ilk romanı ‘Gölün Sırrı’yla dikkat çeken Erpenbeck, kariyerini ‘Bütün Günlerin Akşamı’ (2012), ‘Gidiyor, Gitti, Gitmiş’ (2015) ve ‘Kairos.’ (2021) romanlarıyla sürdürüyor.
AŞKIN KARANLIK YÜZÜ
Hikâye bir ölüm haberi ile başlıyor. Ölen, kadının bir zamanlar birlikte olduğu adam. Kadın cenazeye katılamasa bile altı ay sonra gelen iki koli dolusu belgeyle isteksiz de olsa belleğinde uzun bir yolculuğa çıkıyor. İlk durak Katharina’nın vaktiyle -1986 yılının o 11 Temmuz günü- 19 yaşında bir genç kızken Hans’la karşılaştığı an. Katharina “O uğurlu bir an mıydı?” diye soracaktır kendisine. Eski Yunan mitolojisinin uğurlu anlar tanrısı Kairos mu çizmiştir kaderlerini?
Jenny Erpenbeck, işte bu andan başlayarak 53 yaşındaki, ülkenin saygın entelektüellerinden Hans ile 19 yaşındaki genç öğrenci Katharina’nın arasındaki aşkı kendine özgü şiirsel bir dille, hızlı, tempolu ve etkileyici bir hikâye içinde anlatıyor.
Evli ve bir çocuk babası Hans, Katharina’ya cinsel, duygusal ve entelektüel anlamda heyecan verirken kendisini yeniden genç ve canlı hisseder. İkili sosyalist entelijansiyanın gittiği yerlerde buluşuyor, müzik dinliyor, sanat ve edebiyat tartışmaları yapıyor, ülke sorunlarını tartışıyorlar. Katharina ve Hans’ın geçmişleri iki karakterin dönüşümlü verilen anıları vasıtasıyla yavaş yavaş görünür hale gelir.
Ne var ki iki kişi arasında yaşanmıyor bu aşk hikâyesi. Zaman ve mekân da birer roman karakteri olarak onlara eşlik ediyor -eşlikten ziyade engel olmak diyelim. Zira Hans ve Katharina, Berlin Duvarı’nın yıkılmasından birkaç yıl önce, Demokratik Almanya’nın -aslında reel sosyalizmin- zor zamanlarında tanışıyorlar. Ülkedeki çalkantılar sevgililerin özellikle cinselliğe dayalı tutkulu ilişkilerini her anlamda etkileyecektir. Üstelik daha baştan Katharina aleyhine eşitsiz kurulmuş bir ilişkidir bu. Ne zaman, nerede, nasıl görüşecekleri, nasıl davranacakları hep Hans tarafından belirlenir. İsteklerini ifade etmek, sevgilisini kontrol etmek konusunda çok rahat davranır Hans. Katharina ise tüm varlığı ile Hans’a takıntılı biçimde bağlanmıştır. Sürekli boyun eğer. Aşkları bir süre sonra gerek duygusal gerek fiziksel anlamda mazoşist bir hal alırken hem ilişkinin hem ülkenin kaderi gri bulutlarla kaplanacaktır:
“Duvarın yıkılmasıyla birlikte Katharina’nın şimdiki zamanı şiddetli bir emiş gücüyle yerinden koparılıp bu dünyaya fırlatıldı, ilk günlerde zamanın tam anlamıyla uğuldayarak akıp gidişini duyar gibi olmuştu kız. Şimdiki zamanı sonsuza kadar akıp gitti mi? Peki geriye ne kaldı? (...) Katharina, daha önce yeni bir yıla hiç böylesi bir belirsizlik içinde girmemişti. Bir yıl sonra hâlâ Hans’la birlikte olacak mıydı? Memleketi bir yıl sonra hâlâ memleketi olacak mıydı?”
TOPLUMSAL TARİH, BİREYSEL HAYATLAR
Margit Schreiner, 1953 yılında Avusturya’nın Linz kentinde doğdu. Liseden sonra Salzburg’da edebiyat ve psikoloji alanında eğitim gördü. Uzun süre Japonya, Paris, Berlin, İtalya ve Linz’de yaşadıktan sonra Aşağı Avusturya’da Gmünd’e yerleşti. 1989 yılında başladığı yazarlık hayatı boyunca aralarında 2009 yılı Avusturya Edebiyat Onur Ödülü’nün de bulunduğu çok sayıda edebiyat ödülüne değer görüldü. Çok yönlü ve politik bir yazar olan Margit Schreiner, gazete köşe yazarlığının yanı sıra inceleme kitapları da yayımladı.
FEMİNİSTLERE DUYULAN ÖFKE...
Roman kahramanı Franz, 47 yaşında, yakın zamanda işten çıkarılmış bir adam. Şimdi inşaatı yeni bitmiş büyük bir evde yalnız yaşıyor. Hikâye bir gün, belki birkaç saat içinde Franz’ın kafasından geçen karanlık ve öfke dolu düşünceler biçiminde kurgulanmış. Öfkeli, zira karısı tarafından terk edilmiş. Marie-Therese oğullarını yanına alarak evden sessizce ayrılmış.
“Bir gün her şeyin böyle sonlanacağını kimse bilemezdi. Herkes bize hayrandı. 20 yıl, onca zaman ve şimdi birdenbire yok sayılacak öyle mi? 20 yıl ve geçen yıl yeni eve taşınmamız, öncesinde para biriktirdik, her şeyi hazırladık -hepsi tamamlandı ve her şey çok güzel oldu- sen gidiyorsun! Tam taşınmışız, gidiyorsun, tam bahçe kazılmış, ağaçlar, çiçekler dikilmiş, gidiyorsun. Artık benimle yaşayamazmışsın! Delilik bu ya! Nihayet koca ev yapıldı bitti, nihayet yerin var, ne istersen yaparsın, sen kalkmış gidiyorsun.”
Başına gelenleri büyük bir haksızlık olarak görüyor Franz. Özellikle de karısının asıl ismini kullanmakta ısrar etmesini.
“Ve sen Resi, Marie-Therese diye diretsen de market kasasında bir kasiyer, hadi gönlün olsun, bir terzi olmaktan öteye gidemeyeceksin. Marie-Therese! 20 yıl boyunca Resi dedim ve şimdi birdenbire Marie-Therese diyecekmişim. Bir şey değişecek mi sanıyorsun? Sana Marie-Therese dersem daha mı bağımsız olacağını sanıyorsun?”
Ad vermek sahiplenmektir. Franz’ın öfkesi, dilediği gibi adlandırdığı, sahibi olduğunu düşündüğü bir varlığın ansızın özgürlük talebinde bulunmasından, talepten de öteye geçerek maddi ve manevi özgürlüğünü elde etmesi karşısındaki çaresizliğinden. Kustuğu kırgınlık, öfke, intikam kokan cümleler, kendi haklılığını kanıtlamak için sarf edilmiş olsalar bile her seferinde dönüp dolaşıp evlilik boyunca süren tahakküm ilişkisini sergiliyorlar: “Ben senin için aynı zamanda bir psikologdum da. Ben olmasam hâlâ market kasasındaydın, ben olmasam terzi olmayı asla başaramazdın, bensiz tek bir elbise dikemezdin çünkü buna cesaret edemezdin. Ben olmasam haftada iki kez terapiye gitmen gerekirdi...”
Ian McEwan, 1948 yılında doğdu. İngiliz edebiyatı eğitimi gördü. Yüksek lisansını yaparken romancı Malcolm Bradbury’den yaratıcı yazarlık dersleri aldı. 1976’da yayımlanan ilk öykü kitabı ‘First Love, Last Rites’ (İlk Aşk, Son Törenler) ile Somerset Maugham Ödülü’ne değer görüldü. Altı kez aday gösterildiği Booker Ödülü’nü 1988’de ‘Amsterdam’da Düello’yla kazandı. 1983 yılında ‘Or Shall We Die?’ adlı bir oratoryonun sözlerini yazdı. Aralarında ‘Kefaret’in de olduğu birçok romanı sinemaya aktarıldı. 2006’da ‘Cumartesi’ romanıyla James Tait Black Anı Ödülü’nü, ‘Sahilde’ adlı romanıyla İngiliz Kitap Ödülleri’nde yılın kitabı ve yılın yazarı ödüllerini kazandı. 2019’dan bu yana yazdığı ilk roman olan ‘Dersler’, Ian McEwan’ın 16’ncı romanı.
BEBEĞİNİ BÜYÜTÜRKEN
Hikâye Mayıs 1986’da başlıyor. Romanın kahramanı Roland Baines 37 yaşında. Henüz küçük bir bebek olan oğlu Lawrence ile birlikte yaşıyor. Karısı Alissa, evlilikten bunaldığını ve arzularını gerçekleştirmek için onları terk ettiğini bildiren bir not yazdıktan sonra kayıplara karışmış. Bir yandan Çernobil felaketinin yol açtığı radyoaktif serpinti korkusundan ve polisin karısı hakkındaki sorularından bunalan, diğer yandan küçük bir bebeğin bakımıyla ilgilenmek zorunda kalan Roland’ın zihni uçsuz bucaksız geçmişe sığınıyor, en çok da piyano öğretmeni ‘Bayan Connell’ ile ilişkisine.
Bu andan başlayarak anlatı bugün ile geçmiş arasında mekik dokuyacak ve Roland’ın hayat hikâyesi yavaş yavaş şekillenmeye başlayacak.
Kraliyet ordusunda subay olan babasının görevi nedeniyle çocukluğunu Libya’da geçiren Roland Baines, 1959’da -11 yaşındayken- İngiltere’de yatılı bir devlet okuluna verilmiştir. Babası, II. Dünya Savaşı’ndan sonra binbaşılığa kadar yükselen eğitimsiz bir İskoçyalı, annesi ise yine eğitimsiz, durgun, biraz da kocası tarafından ezilmiş, ilk kocasından olan çocuklarını arkasında bırakmış bir kadın.
Piyano öğretmeni Miriam Connell ile ilk tanıştığında 11 yaşındadır Roland. Bu çekici ve otoriter kadından etkilenmesi kaçınılmazdır. Ancak 14 yaşına kadar sadece hayallerinde yaşar öğretmeni. 14 yaşındayken, Küba Füze Krizi’nin yarattığı korkulu ve bir o kadar kaygısız ruh hali ile öğretmenini ziyaret etmeye karar verecek ve Miriam Connell ile aralarında yasak ve eşitsiz bir ilişki başlayacaktır.
Bu ilişki, sunduğu cinsel tatmin ve başarı hissiyle Roland’ın bütün hayatı boyunca başka kadınlarla ve hayatla kurduğu ilişki biçiminin, aslında karakterinin belirleyicisidir. Bir arkadaşının şu cümlelerle özetlediği bir karakter: “Neye elini attıysan, dünyada onu en iyi yapan insan olmayı istedin. Piyano, tenis, gazetecilik, şimdi de şiir. (...) O işi en iyi yapanın sen olmadığını görür görmez fırlatıp atıyorsun ve kendinden nefret ediyorsun. İlişkilerde de aynı şey. Fazla talepkârsın ve bırakıp hayatına devam ediyorsun. Ya da karşındaki senin mükemmellik arayışına dayanamıyor ve seni sepetliyor.”
İngiltere’nin West Midlands bölgesinde Walshall’da doğan Daniel Wiles, Booker Prize Foundation bursunu kazandığı University of East Anglia’da yaratıcı yazarlık dalında yüksek lisansını tamamlarken başlamış -2022 yılında yayımlanan- ilk romanı ‘Mercia’nın Bedeli’ne. O zamana kadar Amerikan polisiyelerinin etkisiyle bir şeyler karaladığını ama edebiyat dünyasına dalıp ufkunu genişlettikçe doğup büyüdüğü topraklara ve o toprakların İngiliz endüstri tarihindeki yerine daha çok ilgi duyduğunu söyleyen Wiles, bu tarihi işlediği romanıyla -henüz 26 yaşındayken- hiç beklemediği bir başarıya kavuşmuş. The Observer’in 2022’nin en iyi 10 romancısı listesine alınmış, hikâyesi ‘ateşli bir şekilde zorlayıcı’ ve ‘içsel bir intikam arayışı’ nitelemeleriyle karşılanmış. Benjamin Myers ve Hilary Mantel gibi İngiliz edebiyatında söz sahibi isimlerden de olumlu eleştiriler alan Daniel Wiles için gelecek parlak görünüyor.
UMUDUN PEŞİNDE
Kısa ve sert bir roman ‘Mercia’nın Bedeli’. İngiltere Sanayi Devrimi tarihine karakteristiği sayılacak utanç verici sahnelerden biri ile -bir madenin ağzında bekleyen asansörde- başlıyor. Asansörden ziyade işçilerin sıkış tepiş istiflendiği çelikten bir kafes: “Asansörü tutan kocaman demir zincir hareket etmeye başladı. Parmak kemiklerini çıtlatır gibi ses çıkaran mekanik frenler. Asansör ve içindeki madenciler dibe iniyordu. Herkes soyunmaya başladı, sonunda paçalı donlarıyla kaldılar ve giysilerini bacaklarının arasına kıstırdılar. (...) Yavaş yavaş ayaklarından kafalarına doğru yükselen kızgın bir sıcak sardı bedenlerini. Michael’ın burnuna boğucu maden havası, ter ve gübre kokuları doldu. Madencilerin bağırtıları ve işçilerin duvarlara vuran kazma sesleri.”
Yıl 1872. Yer, üç kömür ocağı işletmesi tarafından vahşice yönetilen küçük, kapkara bir madenci köyü. Michael Cash de bu köyde, karısı Jane ve oğlu Luke ile birlikte yaşıyor. Geçirdiği kaza nedeniyle karısı işe gidemediği için iki madende birden çalışıyor
Michael - ölümcül bir tempoyla. Yegâne amacı oğlunun okuması ve kendisi gibi madenlerde çalışmaya mahkûm olmaması. Zira madenlerde en büyük sıkıntıyı çocukların çektiğini kendi deneyiminden biliyor. Aslında zihnine renkli bir tek kare bile bırakmayan, hayal bile edemediği bir çocukluk:
“Anılar tıpkı resimler gibi oluşur; ama bu anıların bir resmi yoktu çünkü resim için ışık gerekir; sürekli karanlıkta çalışıp yaşayan çocuk, karanlıktan başka bir şey hatırlamıyordu. Bu anılar korkudan doğmuştu; korku, titreme, ağlama, annesi için yakınma. Dışarı çıkan havanın ürkütücü uğultusu.”
Richard Yates 1926 yılında Yonkers, New York’ta doğdu. Düzensiz bir ailede büyüdü. İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarında Amerikan ordusunda -Fransa’da- görev yaptı. Savaş bittiğinde bir süre ordunun verdiği maluliyet aylığıyla yaşadı. 1951’de birkaç yıllığına Avrupa’ya taşındı ve yazmaya başladı. Avrupa dönüşü gazetecilik ve metin yazarlığı yaparak geçimini sürdürürken bir yandan da hikâyelerini yayımlatmaya çalışıyordu. 1961 yılında yayımlanan ilk romanı ‘Bağımsızlık Yolu’ Amerikan Ulusal Kitap Ödülü’ne aday oldu. Ancak ilerleyen yıllarda Yates ismi de romanları da unutuldu. 2000’li yıllarda yeniden keşfedilen, ‘Bağımsızlık Yolu’ 2005 yılında TIME tarafından 1923’ten günümüze kadar en iyi İngilizce romanlardan biri olarak seçildi, 2008’de sinemaya uyarlandı. 1992’de hayata veda eden Yates’in yayımlandığı yıllarda hak ettikleri ilgiyi görmeyen diğer romanları da yeni edisyonlarla okuyucularla buluştu.
BOŞA GEÇEN HAYATLAR
‘Bağımsızlık Yolu’ndan sonra en iyi Richard Yates romanı olarak nitelenen ‘Mutluluk Fotoğrafı’ında sürdürdükleri hayatlarla mutlu olamayan iki kız kardeş üzerinden kadınların hayatlarına ve hayallerine odaklanıyoruz.
Giriş cümlesini okuduğumuzda, sonu daha baştan yazılmış bir hikâyenin içinde olduğumuzu anlıyoruz; “Grimes kız kardeşlerin mutlu bir hayatı olmadı; geriye dönüp baktıklarında, bu talihsizlik anne-babalarının boşanmasıyla başlamış gibi görünüyordu.”
Kız kardeşlerin mutsuz hayatını izlemek için 1930’lara dönüyor hikâye. Kızlar anneleriyle birlikte New York’un banliyölerinden birine taşınıyorlar. Sonra hikâye kızların hayatından karakteristik kesitler vererek zamansal sıçramalarla ilerliyor ve 1970’lerin başında noktalanıyor.
Emily ve Sarah, aynı talihsiz kaderi paylaşsalar bile iki farklı karakter. Küçük olanı Emily, üniversite eğitimi almış, entelektüel ilgileri olan, gazetecilik yaptığı New York’ta özgürce yaşayan bir kadın. Ne var ki kısa vadeli aşkları ve evlilikleri hep hayal kırıklıklarıyla noktalanır. Ailenin güzel kızı Sarah ise erken yaşta evlenmeyi, anneliği, mutluluğu banliyölerin güvenli hayatında aramayı seçmiştir. Ne var ki koca bir hayatı boşa geçirdiğini o da fark edecektir.
İlk romanından sonra yazdığı iki kitapta da aradığını bulamayan Richard Yates için ‘Mutluluk Fotoğrafı’, 15 yıldan sonra yeniden dirilmek anlamına gelmişti. Gerek dilinin zarafeti gerekse de hikâyesinin barındırdığı dramlarla eleştirmenlerin övgüsünü topladı ancak arzuladığı satış rakamlarına yine ulaşamayacaktı.
İtalya’nın -her yanı kriminalleşmiş, siyasetinden sermayesine her kesimi mafyalaşmış- gündelik hayatını bir polis müfettişinin gözünden çok gerçekçi biçimde yansıtan ‘Zen’ dizisinin yazarı Michael Dibdin, aslında bir İngilizdi. 1988 yılında başlayan dizi 2007’de -yazarın ölümü üzerine- sonlandığında 11 kitaba ulaşmış, ne yazık ki Türkçeye sadece ilk üç kitap çevrilmişti. Alfa Yayınları’nın yeni edisyonu sayesinde yeni bir Zen macerası daha okuma fırsatı bulduk; ‘Ölü Lagün’ hem Zen dizisinin dördüncü kitabı hem de yazarın bütün eserleri arasındaki en başarılı üç romanından biri.
Michael Dibdin, 1947’de Wolverhampton’da doğmuştu. Yedi yaşına geldiğinde ailesiyle Kuzey İrlanda’ya yerleşti. Edebiyata ilgisini ünlü İrlandalı şair James Simmons’un öğrencisi olmasına borçludur. Böylece Sussex Üniversitesi’nin İngiliz dili bölümüne girdi. Kanada’nın Alberta Üniversitesi’nden yüksek lisans derecesi aldı. İlk romanı ‘The Last Sherlock Holmes Story’nin (1978) yayımlanmasının ardından İtalya yerleşti ve dört yıl Perugia Üniversitesi’nde ders verdi. İtalya’dan ayrıldıktan sonra yazdığı ‘Fare Kral’ın 1988 yılında Altın Hançer Ödülü’nü kazanması ve gördüğü ilgi üzerine yazarlığı meslek haline getiren Dibdin’in bu dizi dışında -hepsi de polisiye türde- yedi romanı daha bulunuyor.
EVE DÖNÜŞ
1992 yılı. Bosna’da kirli savaşın, İtalya’da temiz eller operasyonunun sürdüğü günlerdeyiz. Roma’da kıdemli bir emniyet görevlisi olan Aurelio Zen, zengin bir Amerikalı işadamının ortadan kayboluşunu araştırmak için Venedik’e ayak basar. Ne var ki böyle bir dava için resmi olarak görevlendirilmemiş, kaybolan adamın yakınlarının teklif ettiği yüksek ücreti kabul ederek, bir bakıma özel dedektiflik görevini üstlenmiştir.
Açıkçası vicdanı biraz rahatsız. Her ne kadar rüşvet sınıfına girmese bile hesabına gizlice aktarılacak bir parayı kabul etmenin huzursuzluğunu duyuyor. İlk üç macerasında satılık olmadığını kanıtlamıştı ama Aurelio Zen’in polisiyelerin hatasız, kusursuz dedektif tiplemelerinden olduğu da söylenemez. Daha önce de kuralları zaman zaman kendi tarafına doğru esnetmesine tanık olmuştuk. Bu kez sevgilisi Tania’ya yeni bir ev kiralamak zorunluluğudur vicdanının sesini bastıran.
Zen’in açık vermemesi için Venedik’teki varlığına ikna edici bir açıklama getirmesi gerekir. Şans eseri yıllar önce kızını kaybeden ve akıl sağlığını yitiren Kontes Ada Zulian’ın dilekçesi çarpacaktır gözüne. Polisin deli damgası vurduğu kontes, evine giren hayaletlerin saldırısına uğradığından şikâyetçidir. Zen, Venedik polisinin zaten üstlenmek istemediği bu ‘muamma’nın takibi için gönderildiğini söyler ve usulca kendi işine koyulur.
Venedik’e gelmek eski günleri hatırlatmış, karmaşık duygular uyandırmıştır Zen’de. Annesinin arkadaşı Rosalba’nın kızı Cristiana Morosini ile tanıştığında kadının çekiciliğine kolayca kapılır. Cristiana, yaklaşan seçimlerde kazanmaya yakın görünen ayrılıkçı -faşist- parti Nuova Repubblica Veneta’nın lideri Dal Maschio’nun boşanmak üzere olduğu karısıdır.
Judith Hermann 1970’te Berlin’de doğdu. Almanca ve felsefe alanında yüksek lisans yaptıktan sonra prestijli akademi Berliner Journalistenschule’de gazetecilik eğitimi gördü. Bir süre New York’ta gazeteci olarak çalıştı. İlk hikâyelerini burada yazdı. Berlin’e döndükten sonra, 1997’de Berlin Sanat Akademisi’nden Alfred-Döblin bursu kazanınca ülkesine döndü ve 1998’de ilk öykü kitabı ‘Yaz Evi, Daha Sonra’yı yayımladı. Hikâyeler büyük beğeni kazandı. Eleştirmenler tarafından ‘yeni neslin sesi’ olarak nitelenen Judith Hermann, henüz 30 yaşına bile girmeden ‘Fräuleinwunder’ (Mucize Kadınlar) listesine dahil edildi. Listede Jeny Erpenbeck, Juli Zeh, Julia Franck gibi önemli isimler de yer alıyordu, eklemek zorundayım; adı geçen kadın yazarların hiçbiri böyle bir adlandırmayı doğru bulmamış ve kabul etmediklerini ifade etmişlerdi. İlk kitabı ile Bremer Literatur-Förderpreis, Hugo Ball ve Kleist ödüllerine değer görülen Hermann, öykü yazarlığını 2003’te ‘Nichts als Gespenter’, 2009’da ‘Alice’ kitaplarıyla sürdürdü. 2014’te ilk romanı ‘Aller Liebe Anfang’ı tamamladı. Ancak 2000’li yıllardaki üretimi o büyük çıkışının gölgesinde kalmıştı. 2021’de yayımlanan ‘Yuva’ ile yeniden övgüleri ve ödülleri toplamayı başardı.
‘KUTU’DAKİLER
Anlatıcı neredeyse 30 yıl önceki bir yaz mevsiminde, orta büyüklükteki bir şehirde, tek odalı bir dairede oturduğu, sigara fabrikasında çalıştığı yıllara dair bir anısıyla başlıyor anlatmaya. O zamanlar 20’sine yeni girmiş, işinden, sıcaklardan, hayatın rutininden bıkmış, ailesi ile bağlantısı kopuk, yalnız bir genç kadın.
İşte böyle depresif bir haldeyken tanıştığı yaşlı bir adamdan tuhaf bir teklif alır. “Yeni bir asistana ihtiyacım var” der adam, “Kutum için (...) kesilen bakire. Kesilecek bir asistan. Ben sihirbazım”.
Genç kadın deneme yapmayı kabul ettiğinde 30 yıl sonra bile hatırlayacağı bir anı yaşayacaktır.
Böyle bir giriş, romanın bundan sonrasının meraklı ve maceralı olaylara gebe olduğunu düşündürüyor. Ama hayır, bu kısa anekdot burada sona erecek ve 30 yıl sonrasına, isimsiz anlatıcının 50’sini sürdüğü zamanımıza geleceğiz. Geçen 30 yılın özeti ise pek kısa; “Singapur’a gitmedim. Başka bir yolculuk yaptım. Otis’le tanıştım, evlendik ve bir kızımız oldu, Ann. Ann büyüdü, Otis ve ben ayrıldık. Neredeyse bir yıldır kırsalda, doğu sahilinde, abimin yakınında yaşıyorum. Abim gençken çok seyahat ederdi, bu sahilde takılı kaldı, bir bar açıp kendine bir ev aldı. Onun yanında çalışıyorum. (...) Müstakil bir evde yalnız yaşıyorum.”
Jocelyne Saucier, 1948 yılında New Brunswick’te doğdu. Université Laval’da siyaset bilimi eğitimi aldı ve 1996’da ilk romanı ‘La Vie comme une ımage’ı yayımlayana kadar gazeteci olarak çalıştı. Romanın topladığı beğeni tatmin ediciydi. Aslında her romanı okuyucular ve eleştirmenler nezdinde aynı başarıyı sağlayacaktı. Ancak Saucier ismini uluslararası alana taşıyan eseri -yönetmen Louise Archambault tarafından 2019 yılında sinema uyarlanan- ‘Gökten Kuş Yağdı’ (2011) romanı oldu. Kazandığı bu başarılara rağmen velut bir yazar olmadı Saucier. 1996’dan günümüze sadece beş roman yazdı. Okuyucuları yeni bir roman için tam dokuz yıl bekleyecek, Saucier beklentileri 2020 yılında yayımlanan ‘Kayıp Tren’ ile karşılayacaktı.
NEDEN?
“24 Eylül 2012’de Gladys Comeau, Northlander’a bindi ve kasaba bile sayılmayan, demiryolları boyunca uzanan küçük bir köy olan Swastika’da bir daha hiç görünmedi.”
İşte bu cümleyle başlıyor anlatmaya. Anlatıcı yakın kasabalardan birindeki lisede İngilizce öğremenliği yapan Gladys’in yolculuğuna tesadüfen tanık olup kendini onun hikâyesine kaptırmış bir adam:
“Gladys’le yolculuğumuz işte böyle başladı çünkü bu, Gladys Comeau’nun Ontario’nun kuzeyindeki ve Quebec’teki trenlerle güneye, batıya, sonrasında doğuya ve en son tekrar kuzeye olan yolculuğunun hikâyesi. Kimsenin herhangi bir şey anlayamadığı ve bu olgun kadının kayboluşunun duyulmasından itibaren bir sürü insanın ilgisini çeken savruk bir hikâye...”
Hikâye yavaş yavaş şekilleniyor. Gladys’in bir School Train’de (Okul Tereni) doğduğunu, 16 harika yıl boyunca orada yaşadığını, yerli bir delikanlıyla evlenerek Swastika’ya yerleştiğini, ancak kocasını 1958 yılında Lake Shore madeninde meydana gelen bir kazada kaybedince kızını tek başına büyüttüğünü ve bütün hayatını intihar takıntılı kızı Lisana’ya destek olarak geçirdiğini öğreniyoruz.
Gladys’in kayboluşunun yankıları arkadaşlarından ve tanıdıklarından daha öteye gitmiş, fakat polis soruşturması açılmamış ve gazetede herhangi bir yazı yazılmamış. Swastika’daki insanlar tam yetkililere kayıp olduğunu bildirecekken Gladys her seferinde başka bir tren hattında görülmüş. Olay bu yüzden daha fazla kurcalanmamış. Öyle ya, kendi hayatından kaybolan, sıradan, borcu harcı olmayan, üstelik yaşlı bir kadının hikâyesiyle kim ilgilenir ki?
İlgilenen tek kişi anlatıcıdır: “İzci ruhlu bir insan değilim, soruşturmaya yönelik özel yeteneklerim de yok veya gizemli olayları çözmek için de yaratılmadım fakat dört yıldan fazla süredir bu olayı çözmek için her şeyimi verdim. Gladys’in rotasından giderek bir şeyler bulmaya çalıştım. Hem onunla daha önceden tanışan hem de yolculuğu sırasında tanışmış olan bir sürü kişiye denk geldim. Belli başlı tren hatlarının kalkış ve varış saatlerini öğrenmek için yaptığım bir sürü telefon görüşmesinden, attığım mesajlardan ve e-postalardan, her detayı iki-üç kez kontrol etmemden, izini kaybettiğim daha doğrusu benden kaçan kişiyi takip edip bulmaya çalıştığımdan bahsetmiyorum bile. Neresinden tutsam elimde kalan bu hikâyeyle dolu dosyalarım ve klasörlerim var.”
Romancı, gazeteci ve podcast yayıncısı Elizabeth Day, 1978 yılında İngiltere’de doğdu ama babasının işi nedeniyle Kuzey İrlanda’da büyüdü. Harika çocuklardandı Day; okumayı öğrenmesiyle birlikte yazmaya heveslendi. 12 yaşında Derry Journal’in gençlik köşesinde yazarlığa başladı. Okul hayatı da başarılıydı. Cambridge-Queens Koleji’ni bitirince yüksek tahsilini gazetecilik alanında yapmayı düşünüyordu ama Evening Standard’ın Londra Günlüğü’nde yazması teklifini daha çekici bularak gazetecilik mesleğine atıldı. 2004 yılında The Telegraph’ta çalışırken Yılın Genç Gazetecisi Ödülü’nü kazandı. 2007 ile 2016 yılları arasında The Observer’da köşe yazarlığı yaptı. Halen yazılarını You dergisinde yayımlayan Elizabeth Day, edebiyat hayatına 2012 yılında ‘Scissors, Paper, Stone’ isimli romanıyla başladı ve bu romanıyla 35 yaşın altındaki yazarlar için ilk roman ödülünü kazandı. Kariyerini ‘Home Fires’ (2013), ‘Paradise City’ (2015), ‘The Party’ (2017) ve ‘Saksağan’ (2021) ile sürdüren Day, hem popüler hem de ödüllü bir podcast olan ‘How to Fail with Elizabeth Day’ ve podcast’ten esinlenerek hazırladığı kitaplarıyla da İngiltere’de ilgi topladı.
HAYAL DÜNYASI
Yeni evine taşınırken tanışıyoruz ‘Saksağan’ romanının ana karakterlerinden Marisa ile. 28 yaşında. Çocuk kitapları yazıyor ve resimlendiriyor. Geçmişinde mutsuzluğa dair pek çok birikmiş anısını silen bir adamla tanışmanın coşkusu var genç kadında. Sevgilisi Jake 36 yaşında, yakışıklı, bir danışmanlık şirketinde çalışan, güven duygusu veren bir adam.
Yeni evlerine taşındıklarında, kötü bir aile geçmişine sahip Marissa’nın mutluluğu daha da artıyor: “Bu ev her şeyin çaresiydi, bunu artık görüyordu. Evi internetten incelemiş, gri ön kapıya ve bu kapıya çıkan merdivenlere bakmak için görüntüyü yakınlaştırmıştı. Tuğlalar, kızarmış fındık rengindeydi. Yol, emlakçıların tabiriyle ‘yapraklarla örtülü’ydü ve Eğitim Standartları Dairesi tarafından ‘kalburüstü’ addedilen mahalle okulunun kayıt alanındaydı. Bu önemli bir ayrıntıydı çünkü bu eve taşınır taşınmaz hamile kalacaktı.”
Ancak okuyucularını bu beklentilere kapılmamaları konusunda daha ilk başta uyarmış Elizabeth Day: “Geriye dönüp baktığında Marisa, bahçe koltuğu üzerindeki bu etkileşimin her şey değişmeden önceki son mutluluk anı olduğunu görecekti. Küçük korunaklı dünyaları ekseninden kaymadan ve onları karanlığa doğru sürüklemeden önce. Geleceklerinin güzel olacağına inanması aptallıktı. Çünkü mutluluk geçiciydi ve bunu, kiracı geldiğinde anlayacaktı.”
Kiracının gelmesi Jake’in işlerinin yolunda gitmemesinden. Jake, planladıkları bebekleri için paraya ihtiyaç duyacakları düşüncesi ile odalardan birini kiralamayı önerir Marisa’ya. Genç kadın biraz burulsa bile Kate’in eve gelmesine itiraz etmez. Üstelik yaşıtları sayılabilecek Kate, ilk günlerde hayatlarına renk de katmıştır. Ancak çok geçmeden Kate’in kişisel sınırları pek önemsemediğini, Jake ve doğması planlanan çocuk ile fazla ilgilendiğini, hatta kendi banyolarını kullanmaktan imtina etmediği görmek Marisa’yı biraz endişelendirecektir.
Alexandre Seurat, 1979’da Paris’te doğdu. Ecole Normale Supérieure ve Sorbonne Üniversitesi’nde edebiyat öğrenimi gördü. 2015’te ilk romanı ‘Sakar’ı yayımladı, ardından üç roman daha yazdı: ‘L’administrateur provisoire’ (Kayyum), ‘Un funambule’ (İp Cambazı) ve ‘Petit frère’ (Küçük Kardeş). Seurat halen Angers Üniversitesi’nde modern edebiyat dersleri veriyor.
AİLEYİ KORUMAK
2009’da Fransa’da yaşanan gerçek bir olayı konu alan ve 2019’da aynı adla filme uyarlanan ‘Sakar’da bir kayıp ilanıyla tanışıyoruz küçük Diana ile. İlanı okuyan Diana’nın öğretmeni:
“Fotoğrafta iri ilmekli, beyaz bir hırka giymişti, boynundaki fular bluzunun üzerine sarkıyordu, uygunsuz bir kıyafet, sekiz yaşında bir çocuk kıyafeti değil, bir erişkinin kıyafeti; ama hepsinden öte, o tuhaf duruşu; kollarını kendine farklı bir hava vermeye çalışır gibi garip bir biçimde kavuşturmuştu. Fotoğraf bana, her tarafı acıdığı halde iyiymiş gibi görünmeye çalışan o dokunaklı halini hatırlatıyordu, acısı sakar hareketlerinden, gergin kollarından ve bacaklarından belli olduğu halde; içinde bir şeylerin paramparça olduğu hemen fark ediliyordu.”
Nasıl fark edilmesin ki? Çünkü Diana, bazen şişmiş bir yüz, bazen sarılı bir el, bazen aksayan ayağıyla gelmiş derslere. Duruma müdahale eden, okul müdiresini ve doktoru devreye sokmuş ama çocuğun ebeveyninin büyük bir inandırıcılık ve nezaketle getirdiği açıklamalar, erkek kardeşin tanıklığı ve küçük kızın kendi sakarlığından yakınması soruşturmanın önüne geçmiş.
Alexandre Seurat, Diana’nın geçmişini ve çevresini, olaya tanıklık eden herkesin izlenimlerine yer vererek sergiliyor. Öncelik büyükannesi ve teyzesinde. Onların tanıklıklarıyla geriye baktığımızda, anlıyoruz ki henüz doğmadan, anne karnında başlamış Diana’nın trajedisi. Psikolojisi bozuk bir annenin önce aldırmak isteyip sonra vazgeçtiği, doğumun ardından herkese öldüğü söylenerek sosyal hizmetlere terk edilen ama birkaç gün sonra geri alınan talihsiz bir prenses o. Zaten büyükannesi de Diana adını Prenses Di’nin talihsizliğinden esinlenerek yakıştırmış torununa.
Tom Hillenbrand, 1972’de Hamburg’da doğdu. Duisburg Üniversitesi’nde Avrupa siyaseti ve ekonomisi eğitimi aldı. Der Spiegel Online için editör olarak çalıştı. İlk romanı ‘Teufelsfrucht: Ein kulinarischer Krimi’ 2011’de yayımlandı ve sonraki birkaç yıl içinde devam edecek ‘Kieffer’ polisiye serisinin başlangıcı oldu. Tom Hillenbrand’ın romanları defalarca Der Spiegel ve Zeit’ın çoksatan listelerinde yer aldı, birçok dile çevrildi. 2015 yılında ‘Drohnenland’ romanı farklı platformlarda ‘en iyi roman’ ödülüne layık görüldü. 2019’da ‘Hologrammatica’ adlı romanıyla Alman Bilimkurgu Ödülü’nü alan Hillenbrand, polisiye ve bilimkurgunun yanı sıra tarihi romanlar da yazıyor.
FİNANS OYUNLARI
Roman kahramanı Dante, Los Angeles’ta yaşayan, 40’larına gelmiş, kartvizitinde -biraz cüretkâr bir ifade ile- ‘Finansal Adli Tıp Uzmanı’ yazan, İngiliz asıllı bir dedektif. Damak tadı olan ama alkolü biraz fazla seven bir adam. Gençliğinde devrim için yanıp tutuşurken, kendini bir anda US-Invesmentbank’ın çalışanı olarak bulmuş. Ne var ki Wall Street’in en büyüklerinden biri olan Gerard Brothers’ta çalışırken yaşanan büyük finans krizi ve yolsuzluk skandalında paçayı zor sıyırarak mesleğe veda etmiş. Şimdilerde mülk ve miras konularında uzmanlaşmış bir dedektiflik bürosu işletiyor.
Dante’yle Gregory (Greg) Hollister’ın kız kardeşiyle görüştüğü sırada tanışıyoruz. Greg Hollister’ın uçağı trajik bir kaza sonucu Meksika Körfezi üzerinde seyrederken düşmüş ve miras meselesi başlamış. Kız kardeşi, Hollister’ın kripto para cinsinden gizli bir servetinin olduğuna inanıyor. Bu yüzden bu işi araştırması için mali işlerden anlayan bir dedeklifle çalışmak istiyor.
Akıllı bir yatırımcı, programlama uzmanı, kripto para öncüsü, en başarılı teknoloji girişimlerinden birinin kurucusu olan Greg Hollister, bir anda tüm hisselerini satıp iş hayatına ara vermiş. Parasını rahatına, lüksüne ve seyahatlerine harcamış. Kripto para çevrelerinin Sör Holly dediği genç adamın gerçekten geride bıraktığı büyük bir servet olup olmadığı belli değil. Varsa da ‘bitcoin’lerin şifresinin bulunması gerekiyor. Dante işe koyulduğunda Hollister’ın evindeki dizüstü bilgisayara ulaşır ama kısa süre sonra birileri Dante’nin evine girerek bilgisayarı çalarlar. İşte bu sırada internette blog gazeteciliği yapan Mercy çıkar ortaya. Dante, sektör hakkında kendisinden daha bilgili bir kadın olan Mercy’nin de yardımıyla kripto para dünyasına dalar.
Ancak tam bu sırada bir video düşer internet âlemine. Hollister, ölümünden önce hazırladığı bu videoda kripto varlıklarını hazine avı şeklinde halka dağıtacağını ilan etmiş ama bunu bir bilgisayar oyunu olarak düzenlemiştir. ‘Montekripto’nun fitili ateşlenmiştir artık. Dünyanın dört bir yanından bilgisayar ve kripto para tutkunları hazinenin peşine düşerler. Elbette böylesine büyük bir servet finans çevrelerini de cezbedecektir. Bir süre sonra bir başka kripto para teknolojisi yatırımcısı öldürülünce FBI ajanları da çıkar sahneye. Dante, bir yandan işini yapmak, diğer yandan işin içinden kazasız belasız çıkmak için Greg Hollister’ın kim olduğunu, ne yapmak istediğini, ölümünün kaza olup olmadığını çözmek ve hazine avını sonlandırmak zorundadır. Dante ve Mercy, Los Angeles’tan Frankfurt’a, İsviçre’ye, New York’a ve son olarak Acapulco’ya kadar uzanan hızlı, tempolu ve eğlenceli bir maceraya atılırlar.
‘PARAYA SAHİP OLAN GÜCE SAHİPTİR’
Yapıtları ve siyasi görüşleriyle Gulam Hüseyin Sâedi, ülkesi İran için önemli bir entelektüel figürdü. 1934’te orta sınıf bir ailenin çocuğu olarak Tebriz’de dünyaya geldi. Okumaya meraklıydı ve henüz lisedeyken Tebriz’de yayımlanan üç Farsça gazetenin yöneticilerindendi. Musaddık’ı deviren darbeden sonra tutuklandı ve kısa süre hapiste kaldı. Tebriz Üniversitesi’nde tıp fakültesine kaydoldu ve ilk öykülerini yazmaya başladı. Tıp fakültesinin son yıllarında kısa öykülerden oluşan ilk kitabı ve iki tiyatro oyunu yayımlandı (1960). Ne var ki oyunlarından biri sansür tarafından toplatılacaktı. Tıp fakültesini bitirdikten sonra orduya alındı. İsmi SAVAK tarafından mimlenmişti. Nitekim askerliğini ‘sakıncalı piyade’ olarak tamamlayabildi. Terhis olduğunda (1962) bir süre köy doktorluğu yaptı. Daha sonra Tahran Üniversitesi’nde psikiyatri uzmanlığına başladı. İhtisasını bitirdiğinde bir ruh sağlığı hastanesinde çalıştı ve yazmayı hiç bırakmadı. SAVAK tarafından ‘siyasi faaliyetleri’ nedeniyle defalarca tutuklandı ve hapsedildi, ağır fiziksel işkencelere katlandı. Buna rağmen demokrasi mücadelesinden vazgeçmeyecekti. Ancak şahın devrilip Teokratik İslam Cumhuriyeti’nin kurulmasından ve arkadaşı oyun yazarı Sayid Soltanpour’un idam edilmesinden sonra İran’da yaşamanın artık mümkün olmadığına karar verdi ve Fransa’ya iltica etti. Siyasi ve edebi faaliyetlerini Paris’te de aksatmadı. 1985’te karaciğer sirozu teşhisiyle hastaneye kaldırılan Sâedi, çok geçmeden hayata veda etti. 50 yıllık ömrüne 50’ye yakın kitap sığdırmıştı. Paris’teki Père Lachaise Mezarlığı’nda Sadık Hidayet’in yanı başına gömüldü.
HOCA’NIN DERDİ
Azerbaycan topraklarında başlıyor hikâyemiz. Devlet, göçebelerin Meşrutiyetçiler ile birlikte hareket edeceği düşüncesiyle köyleri boşaltarak göçebeleri iskâna zorlamak niyetinde. Askeri harekâtı yapacak olan kişi Rahim Han’dır ama devlet Rusya’dan da yardım istemiştir. Rus generali Dilmaçof, askerleri ve topu ile bölgeye gelmiş, Rahim Han’a görüşme talebinde bulunmuş ama Rahim Han bu yardımı geri çevirmiştir. Öfkelenen Dilmaçof gerek Rahim Han’a gerek civardaki köylülere gözdağı vermek için topu yüksek tepeye yerleştirir.
TOP DEYİP DE GEÇMEYİN
“Dönemeçlerden geçerken bir heyulayı andıran büyük topu gördü. Sanki tepenin üstüne başka bir tepe bindirilmişti. Atın dizginini çekti. Keçiyolunu geçti, başka bir açıdan baktı. İlk defa böyle bir büyük düşman görüyordu. Dik ve uzun boynu, geniş ve sağlam göğsü ile güneşin tam karşısında durmuş, gülümsüyordu. Bir vahşi hayvanın pençelerini andıran ayaklarını toprağın kalbine geçirmişti. Görünüşüne öylesine görkem katmıştı ki, kendini ormandan dağlara vurmuş esrik bir aslana benziyordu.”
Rus general amacına ulaşmıştır. Heybetli topu gören ya da duyanların yaydığı türlü tevatür korkunun katmanlaşmasına, köylülerin evlerini terk edip mağaralara sığınmasına yol açacaktır. İşte tam bu sırada, kendisine yakıştırdığı Mir unvanıyla çok sayıda köyün dini önderliğini sürdüren Haşim Hoca çıkar sahneye. Köylüden Rus askerlerinin geldiğini ve olası bir savaşın çıkmak üzere olduğunu öğrendiğinde paniğe kapılır. Zira yıllardır köylülerden topladığı paraları koyunlara yatırmış ve koyunlarını birbirine düşman obalardaki çobanlara emanet etmiştir. Ne yapıp etmesi, askeri harekât nedeniyle yerlerinden olan obaların karşı karşıya gelmesini ve çıkacak çatışmada servetinin kaybolmasını engellemesi gerekmektedir.
Ve bu andan itibaren çok hızlı bir tempoya bürünecektir. O obadan öbür obaya, Rahim Han’ın yanından Dilmaçof’un karargâhına mekik dokuyan Haşim Hoca, Azerbaycan topraklarını kat eder durur. Ne var ki Rusların yürüyüşü başladıktan sonra Hoca’nın malını ve itibarını koruması hiç kolay olmayacaktır...
HALKLAR BİRLİK OLURSA
1982 yılında Almanya’da doğan Nick Bradley, yüksek lisansını UEA Yaratıcı Yazarlık Bölümü’nde tamamladıktan sonra uzun bir süre Japonya’da yaşadı. İngiltere’ye dönüşünde Büyük Britanya Sasakawa Vakfı’nın sağladığı bursla doktorasına başladı. Tez konusu olarak ‘Japon edebiyatında kedi figürü’ konusunu seçmişti. Japonca öğretmenliği, İngilizce öğretmenliği, video oyunu çevirmenliği, seyahat yazarlığı ve fotoğrafçılık dahil olmak üzere çeşitli işlerde çalışmasının ardından Cambridge Üniversitesi’ne kabul edildi. Halen Cambridge’de Yaratıcı Yazarlık yüksek lisans programında öğretim görevlisi. 2020’de yayımlanan ilk romanı ‘Kedi ve Şehir’ bugüne kadar 10 dile çevrildi.
KEDİ GÖZÜ
Büyük bir kentin, özellikle de Tokyo gibi dünyanın en büyük ve önemli metropollerinden birisinin karakteristiğini bir romana sığdırmak hiç kolay değil. Ancak birbirine karmaşık ipliklerle ve gizemli bir kedi silüeti ile bağlanan hikâyelerle kurguladığı ‘Kedi ve Şehir’de bunu başarmaya çok yaklaşmış Bradley. Bir hikâye kahramanının diğer hikâyelerden birinin yan aktörü olduğu, olayların ve insanların kaderlerinin tesadüflerle kesiştiği, nihayetinde tatmin edici bir finalle sonlanan ‘Kedi ve Şehir’de modern Tokyo şehri de bir karakter kimliğine bürünüyor.
Hikâyeler dizisi Naomi adında esrarengiz genç bir kadının geleneksel dövme sanatları ustası Kentaro’dan sırtına yapılması aylar alacak -insansız- bir Tokyo haritası dövmesi yaptırmak istemesiyle başlıyor. Kentaro, önce itiraz etse de zamanla işe kendisini kaptıracaktır:
“Naomi insan istemiyorum demişti. Hayvanlar insan değildi, öyle ya. Kentaro kendi kendine gülümseyerek dövmeye küçük bir kedi gölgelendirdi. İki renk lekesi, calico kediler gibi. Shibuya’daki köpek Haçiko heykelinin tam karşısına. Sonra işine devam etti. Kentaro’nun aklını gerçekten kaybetmeye başlaması, dövmenin gölgelendirilmesi sırasında oldu.”
Kantaro’nun ‘aklının çıkması’nın nedeni, Haçiko heykelinin karşısına konuşlandırdığı kediciğin canlanmışçasına genç kızın vücudundaki haritanın içinde -yani Tokyo sokaklarında- dolaşmaya başlamasıdır.
Sonra diğerleri çıkar sahneye; bilimkurgu yazarı Nishi Furuni, Frunin’nin -bir zamanların tanınmış hikâye anlatıcısı, şimdilerde ezilmiş teneke kutuları satarak geçimini sağlayan- oğlu Ohashi, Ohashi’nin nicedir görüşmediği kardeşi taksi şöförü Taro, Tokyo’da yaşayan Amerikalı çevirmen Flo, halkla ilişkiler şirketinde çalışan güzel ve çekici Koyoto, kayıp bir çocuğu arayan Dedektif Ishikawa... Ve daha birçok karakter; memurlar, işçiler, yazar ve sanatçılar, mafyöz tipler... Hepsinin kendi hikâyesi, her hikâyenin ayrı bir çekiciliği var.
Wilhelm Genazino, 1943 Mannheim doğumlu. Liseyi bitirdikten sonra önce serbest muhabir, daha sonra çeşitli gazete ve dergilerde editör olarak çalıştı. Alman dili ve edebiyatı, sosyoloji ve felsefe öğrenimi gördü. 1965’e dek gazetecilik yaptı. Edebiyat kariyerine 22 yaşındayken yayımlanan ‘Laslinstrasse’ (1965) ile başlayan Genazino, 1971’den sonra hayatını serbest yazarlık yaparak sürdürdü. ‘O Gün İçin Bir Şemsiye’ ile 2004’te Almanya’nın en prestijli edebiyat ödülü olan Georg Büchner Ödülü’ne layık görüldü. 2018 yılında hayatını kaybetti.
MUTSUZLUĞA DÜŞMEDEN ÖNCE
Daha önce Genazino’nun dört kitabını okuma fırsatı bulmuştuk. Yazarın üzerinde durduğu meselelere bakıldığında, kahramanları farklı da olsa, bu dört romanı tek bir roman gibi ele almak mümkün. ‘O Gün İçin Bir Şemsiye’nin (2001) isimsiz anlatıcısı 46 yaşında, hayatını yeni çıkan ayakkabıları test ederek kazanan bir adam. ‘Mutsuzluk Zamanlarında Mutluluk’un (2009) 41 yaşındaki kahramanı Gerhard Warlich, büyük bir çamaşırhanede organizasyon müdürü. ‘Aşk Aptallığı’nın (2005) kahramanı kıyamet hakkında seminerler vererek zar zor geçinen 52 yaşında bir adam. ‘Elden Düşme Dünya’nın (2011) isimsiz anlatıcısı normların dışında kalmaya çalışan bir mimar. Onların ortak noktası başlangıçtaki hayallerin hayatın gerçekleri karşısında uçuverip gitmesi, başarısız olduklarını, hayatın kıyısına itildiklerini düşünmeleri. Ancak hayatlarını değiştirecek enerjiden yoksunlar. Üstelik kadınlarla ilişkileri de hiç parlak değil. Hepsi de “boşlukta sallanan” erkekler. Avrupa’nın ya da yeni dünya düzeninin yarattığı krizin bunalımını yaşayan bu erkekler özelinde ekonomik ve toplumsal krizin gündelik yaşama yansımasını ve modern burjuva bireyde yarattığı hiçlik, sahnenin dışına itilmişlik duygusunu sorgulamıştı Genazino.
‘Bir Kadın, Bir Ev, Bir Roman’da ilk kez farklı karakterle tanışıyoruz: Weigand, 17 yaşında, kısa zaman önce ‘liseden şutlanmış’, şimdilerde anne-babasının ısrarı üzerine çıraklık eğitimi veren bir yer bulmaya ve meslek edinmeye çalışan sevimli bir genç. Aslında hangi mesleği ‘seçeceğini’ henüz bilmiyor. 15’inden beri merakı edebiyat. Okuyor, küçük metinler, kısa öyküler yazıyor, bunları rastgele gazete ve dergilerin yazıişlerine gönderiyor.
Sonunda annesi sayesinde bir nakliyat şirketinde tüccar çırağı olarak meslek eğitimine başlayacaktır Weigand. Talihin cilvesi işte, tam o günlerde günlük yerel bir gazetenin yazıişleriyle de bağlantı kurmayı başarmış ve yaptığı haber beğenilince serbest gazeteciliğe adım atmıştır:
“O günden sonra bir ikili yaşam sürer oldum. Gündüzleri ticarethane çırağı, akşamları muhabirdim. Mesleki eğitim nahoş haller almaya başlamış olsa da benim hayatım şaşırtıcı bir biçimde heyecanlı ve esrarengiz bir yola girmişti.”
Brenda Lozano, 1981 yılında Mexico City’de doğdu. Meksika’da ve ABD’de edebiyat eğitimi aldı. Chicago’da yayımlanan Make edebiyat dergisi için editörlük yapıyor ve New York merkezli Ugly Duckling Presse bünyesinde çalışıyor. 2015 yılında Conaculta (Meksika Ulusal Kültür ve Sanat Konseyi), Hay Festival ve British Council tarafından Meksika’nın 40 yaşın altındaki en önemli yazarlarından biri seçildi. Bogotá39’un Latin Amerika’nın 40 yaşın altındaki en iyi kurgu yazarları listesine (2017) dahil edildi. İlk romanı ‘Todo nada’yı (2009) ‘İdeal Defter’ (2014) ve ‘Cadılar’ (2019) romanları takip etti. Ayrıca ‘Cómo piensan las piedras’ (2017) adlı bir öykü kitabı var.
‘BİR KADINI İYİ TANIMAK KENDİNLE TANIŞMAKTIR’
‘Cadılar’ romanındaki Feliciana karakterini Magdalena García isimli bir kadından esinlenerek yaratmış Lozano. Meksikalı Mazatec yerlilerinin soyundan gelen María Sabina Magdalena Garcia, yerel halkın ‘Büyücü’, ‘Şaman’ ya da ‘Şifacı’ olarak nitelediği bir kadın. 1957’de Life dergisinde etnomikolog R. Gordon Wasson’un ‘Sihirli Mantarı Aramak’ başlıklı yazısından sonra ABD’de büyük ilgi toplamış, 1960’larda Oaxaca’da psilosibin mantarlarıyla yaptığı ‘ritüeller’ ya da toplantılar öylesine ünlenmiş ki aralarında Bob Dylan, John Lennon, Keith Richards gibi ünlü isimlerin yer aldığı pek çok yabancı da katılmış ziyaretçilerinin arasına. O yılların Meksika koşullarında hükümeti rahatsız edecek bir kıpırdanma... Uyuşturucu sattığı iftirası atılmış, evi yakılmış, topluluktan dışlanmış. Ancak Japonya’ya kadar yayılan ününden hiçbir şey kaybetmemiş Magdalena García. Bir efsane olarak yaşamış.
‘Cadılar’da bu olaylara göndermeler var ama Lozano, bir Magdalena García biyografisi yazma derdinde değil. Öne çıkarmak istediği temalar için Meksika halk kültüründen bir figür olarak seçmiş ‘Dil Şifacısı’nı...
Perde bir cinayet haberiyle açılıyor: “Guadalupe, Paloma’yı öldürdüklerini söylemek için geldiğinde saat akşam altıydı.” Ve sonra Feliciana başlıyor konuşmaya. Paloma’nın anlatıcı kadınlardan Feliciana’nın kuzeni olduğunu, büyükbabalarından şifacılık mirasını devraldığını, yeteneğini gördüğü Feliciana’yı da eğiterek şifacılığa yönelttiğini öğreniyoruz. Paloma’nın şifacılığı bırakma nedeni bir ‘muxe’ olması. Muxe, yani Meksika’nın Oxaca eyaletindeki karşılığıyla üçüncü cinsten biri, yani trans birey. Cinsiyetçi bir saldırının kurbanıdır Paloma. Kadına yönelik istismar ve şiddete özel bir öfke duyan Mexico City’li gazeteci Zoë cinayeti duyduğunda ilgilenir. Bir meslektaşından Paloma’nın dünyaca ünlü dil şifacısı Feliciana’nın akrabası olduğunu öğrendiğinde haberi üstlenmeye ve şiddet gören kadınlara belki yardımı dokunur düşüncesiyle Feliciana ile röportaj yapmak için San Felipe’ye gitmeye karar verecektir.
İşte böyle başlıyor Feliciana ile Zoë arasındaki konuşmalar -ama röportaj biçiminde değil. Bir bölümde Feliciana, bir bölümde Zoë’nin sesinden dinliyoruz hayat hikâyelerini. Roman ilerledikçe her iki kadının hayatındaki paralellikler ortaya çıkıyor. Bu aynı zamanda içe doğru bir yolculuk oluyor Zoë için:
“Feliciana’yla tanışınca yardıma ihtiyacım olduğunu dahi bilmeden yardım gören kişi ben oldum ve burada yazdığım her şeyi onun sayesinde keşfettim. (...) Çok geçmeden anladım ki önce kardeşim Leandra’yı, annemi ve kendimi daha yakından tanımalıydım. Anladım ki bir kadını iyi tanımak kendinle tanışmaktı.”
SESLER SESLERE KARIŞIRKEN
Amerikan edebiyatının geç keşfedilen yazarlarından John Williams, 1922 yılında Teksas’ta doğdu. İkinci Dünya Savaşı’nda Hava Kuvvetleri’ne kaydoldu, ilk romanının taslağını ordudayken yazdı. Yazarlık serüveninde bahtı hiç açık olmadı. ‘Nothing But the Night’ (1948), ‘Butcher’s Crossing’ (1960), ‘Stoner’ (1965) ve ‘Augustus’ (1972) adlı romanlarının yanı sıra iki şiir kitabı ve bir Rönesans dönemi İngiliz şiiri antolojisi yayımladı. 1985 yılında yaratıcı yazarlık dersleri verdiği Denver Üniversitesi’nden emekli olan Williams, 1994 yılında hayat veda etti. Beşinci romanını tamamlayacak fırsatı bulamamıştı.
Williams’ın yazarlık serüveninde bahtı hiç açık olmadı. Olgunluk dönemini 60’lı yıllarda geçirdi. Birkaç ödül almasına ve eleştirmenler tarafından beğenilmesine rağmen okuyucular tarafından hiç tanınmadı. Keşfedilmesi romanlarının 2000’li yıllarda New York Review of Books tarafından yeniden yayımlanmasından sonradır. Bu sayede romanlarından ikisini Türkçede de okuma fırsatı bulmuştuk.
PARÇALANMIŞ BENLİK
1948’de yayımlanan ‘Yok Geceden Başkası’, John Williams’ın az bilinen ve nihayetinde yazara hayal kırıklığı yaratan ilk romanıdır. Kahramanın iç dünyasında dolaşan hikâye, 23 yaşındaki Arthur Maxley’nin hayatından tek bir günü anlatır.
Arthur Maxley ile o bir arkadaşının evindeki partiye dair bir rüyanın içindeyken tanışıyoruz. Böylelikle John Williams’ın güçlü üslubunu da tanımış oluyoruz:
“Rüya görmenin tuhaf yanı, rüya gören kişinin güçten yoksun olmasıdır. Her ne kadar çoğu zaman muazzam yeteneklerle, uyanık olma halinde akla hayale gelmeyecek yetilerle donatılmış gibi gelse de rüya gören kişi rüya gören zihnini inceleyecek, hayal dünyasını keşfe çıkacak olması halinde, sahip olduğu tek gücün rüyaya, varolduğu duruma uygun düşen güç olduğunu anlar. O, dünya içinde dünyalar, hayat içinde hayatlar, beyin içinde beyinler yaratan uğursuz bir maskaranın, aman vermeyen küçük bir soytarının maşasıdır. Aldatıcı gücünün tümü, bahşettiklerini aklına estiği gibi bahşeden ve geri alan bu sinsi gülüşlü senaristten gelir.”
Evet, gerçekte de güçsüz ve çaresiz Arthur. Yalnız. Üstelik kendisinden ve hayatından da hiç hoşnut değil. Boston’da başladığı üniversite tahsilini yarıda bırakmış, üç yıldır San Francisco’daki dağınık ve pis otel odasında, içerek, düşünerek ama gerçeklikten kopmuş bir halde yaşıyor:
Tam adıyla Michael Joseph Connelly, 1956’da Philadelphia’da, İrlandalı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Babası inşaat işindeydi; Michael Connelly de babasının izinden giderek inşaat mühendisliğine girdi. Ancak polisiye tutkunu olan annesinden etkilendiğini çok geçmeden anlayacaktı. Mühendisliği bırakarak gazetecilik bölümüne girdi, 1980’de Florida Üniversitesi’ni bitirdikten sonra uzun süre gazetecilik yaptı. 1987’de hayranı olduğu Raymond Chandlers’ın kentine ve dedektif Philip Marlowe’un evine, yani Los Angeles’a taşınması Connelly için tam bir dönüm noktasıydı. Bir yandan gazeteciliği sürdürürken bir yandan da ilk romanı -ve ilk Harry Bosch macerası- ‘The Black Echo’yu (‘Kara Yankı’, 1992) tamamladı. Edgar Gizem Yazarları en iyi ilk kitap ödülünü kazanınca her yıl bir roman hızında sürdürdü yazmayı. Adı satış listelerinin en üst basamaklarına tırmanmaya başladığında gazeteciliği bıraktı ve bütün zamanını polisiye edebiyata ayırdı. Bu, göz alıcı bir kariyerin başlangıcıydı. Özellikle LAPD dedektifi Hieronymus ‘Harry’ Bosch ve avukat Mickey Haller karakterlerinin yer aldığı dizileriyle dünya çapında ün kazandı. 40’tan fazla dile çevrilen, 40’tan fazla kitap yayımlayan Connelly, 74 milyonu aşan satış rakamıyla gelmiş geçmiş en çok satan yazarlar arasına da girdi. Çok sayıda edebiyat ödülü kazanmasının yanı sıra romanları sinemaya ve TV dizilerine uyarlandı. Yazmayı hâlâ büyük bir ciddiyet ve enerji ile sürdürüyor.
HALLER VE HARRY BİR ARADA
Connelly, 2005 yılına kadar dedektif Haryy Bosch dizisinden 11 roman yayımlamış, ayrıca Jack McEvoy ve Terry McCaleb dizilerinden de birer kitap çıkarmıştı. 2005’te yeni bir diziye daha başlayacaktı; avukat Mickey Haller.
Serinin diziye uyarlanan ilk kitabı ‘Lincoln’de mesleğini Los Angeles’ta sürdüren, avukatlık bürosu yerine Lincoln marka arabasını kullanan avukat Mickey Haller ile tanışmıştık. Müvekkillerinin çoğu uyuşturucu satıcısı ve gangsterlerden oluşan, onları savunmak için yasal boşluklardan yararlanan Mickey Haller, adalet oyununda Harry Bosch’un karşı tarafında yer alıyordu. Ancak vicdan sahibi birisi olarak gerektiğinde müvekkillerinin hesap vermesini sağlayacak bir adalet anlayışına da sahipti; bazen ABD polisinin ‘brass verdict’ dediği ‘sokak adaleti’ anlayışına...
Türkçede ‘Son Hüküm’ adıyla yayımlanan ‘Brass Verdict’ (2008) tam da bu anlayışın yansıması.
Ünlü bir avukat olan babasının izinden giden Mickey Haller, bu macerasında 42 yaşında. Karısından birkaç yıl önce ayrılmış. Hayatındaki önceliği kızı Hayley ile ilişkisini rayına oturtmak. İlk macerada başından geçenlerden sonra mesleğinden ve insanlardan biraz uzaklaşmış.
İşte bu sırada eski arkadaşı avukat Jerry Vincent’in öldürüldüğü haberini alır. Vincent, elindeki dosyaları sürdürmesi için Haller’i vasiyet etmiştir. Karısını ve karısının sevgilisini öldürmekle suçlanan Walter Elliott’un davası işte böyle gelir önüne. Hollywood’un yani sinema dünyasının güçlü patronlarından olan bu adamın davası elbette medyada karşılığını bulmuş ve dikkatler Mickey Haller’in üzerine çekilmiştir. Bu aynı zamanda arkadaşı Jerry Vincent gibi Haller’in de olası bir suikastın hedefi haline gelmesi demektir. Neyse ki cinayetlerin soruşturmasını yürüten dedektif, Harry Bosch’tur. İlk kez bir araya gelen bu iki adam önce takışsalar bile bir süre sonra suçluları açığa çıkarmak için işbirliği yapmaya karar verirler. Ancak güç, menfaat, maddi çıkar ilişkileri ile sulanan bastıkları zemin çok kaygandır...
HERKES YALAN SÖYLER
Ali Smith, uzun zamandır üzerinde düşündüğü ‘Mevsimler’ projesine 2014’te başlarken bu romanların güncel zamanları yansıtmasını, okuyucuya ‘an’ı hissettirmesini amaçlamıştı. Bu nedenle hem hızlı yazılmaları ve hem de hiç gecikmeden yayımlanmaları gerekiyordu. Sonuçta yayınevi projeyi kabul etti ve dörtleme başladı.
Her biri bir mevsimin adını alan dört romanlık dizi ama ardışık sırayla okumayı gerektirmiyorlar, zira hikâyeler olay örgüsü ve karakterler açısından devamlılık göstermiyor. Bazı karakterler yeniden görünüyorlarsa bile amaç hikâyelerini sona erdirmek değil. Zaten Ali Smith, düzgün çözülmüş olay örgülerini seven bir yazar da değil. Asıl bağlantı temalarda çıkıyor ortaya. Ama yine de ‘Mevsimler’i kısaca toparlamakta yarar var:
Dörtlemenin ilk kitabı ‘Sonbahar’da genç bir kadınla (Elizabeth) yaşlı bir adamın (Daniel) kurduğu yakın arkadaşlığı izlemiştik. Konuşmaları sanat, edebiyat ve tarih üzerinde gidip gelirken, arka planda Brexit oylaması nedeniyle parçalanan İngiltere panoraması, yabancı düşmanlığının hortlaması ve kırsal kesimde yasadışı göçmenler için kurulmuş toplama ‘kampları’ vardı.
‘Kış’ta karakter sayısı daha kalabalıktı. Sophia Cleves, siyasi meseleleri tartışan bir blog yazarı olan oğlu Art, oğlunun -pek yakında ayrılacağı- sevgilisi Charlotte, Sophia’nın dünyayı iklim değişikliğinden kurtarmaya uğraşan aktivist kız kardeşi Iris ve bilge göçmen Cruz, Noel için bir evde bir araya geliyorlardı; geçmişin hayaletleri ve çağın sorunlarıyla birlikte.
‘Bahar’, isminin yarattığı umutlu çağrışımın aksine ele aldığı meseleler ve anlatıcının üslubuyla dört roman arasında en karanlık olandı. Mülteci krizi ve onun etkisiyle artan milliyetçi yükselişi hikayenin merkezine koymuştu Ali Smith. Toplumun her kesimine yönelik eleştirisi ve öfkesi kitabın girişindeki cümlelerden açıkça belliydi: “Şimdi istemediğimiz şey gerçekler. İstediğimiz şey şaşkınlık. İstediğimizi tekrarlıyoruz. İstediğimizi tekrarlıyor. Bizim istediğimiz, iktidarda olan insanların gerçeğin gerçek olmadığını söylemesi.”
DUYARSIZLIĞA VE TESLİMİYETE KARŞI
‘Yaz’a da insanlığın yekvücut yalana teslim olmasına, gerçekleri görmek istememesine, görse de umursamamasına duyduğu öfkeyle başlamış Ali Smith:
Afrika ve Arap edebiyatının en en önemli yazarlarından Tayeb Salih, 1929 yılında Kuzey Sudan’ın Al Dabbah kenti yakınlarında, Nil kıyısında bir köy olan Karmakol’da doğmuştu. Hartum Üniversitesi’nde eğitim gördü. Bir süre ülkesinde öğretmenlik yaptıktan sonra İngiltere’ye yerleşen Salah, uzun bir süre BBC’nin Arapça bölümünü yönetti, UNESCO’da çalıştı. Çok iyi İngilizce bilmesine rağmen romanlarını kendi dilinde kaleme alması direniş kültürünü benimsemesindendir. Sadece dili ile değil seçtiği konularla da direnişi sürdüren Tayeb Salih’in Afrikalı veya Afrikalı Arap olarak toplumsal, dini ve politik kimliğini sergilediği romanları -‘Al-Rajul al Qubrosi’ (1978), ‘Zeyn’in Düğünü’ (1969), ‘Kuzeye Göç Mevsimi’ (1969) ve ‘Daumat Wad Hamid’ (1985)- Batı’da ses getirmiş, pek çok dile çevrilmişti. Kısa hikâyeleri de modern Arap edebiyatının en iyileri arasında sayılan Salih’in ‘Zeyn’in Düğünü’ adlı eserinden uyarlanan Arapça film, 1976’da Cannes Film Festivali’nde ödüllendirildi. Salih, 2009’da, Londra’da hayat veda etti.
ARAP EDEBİYATI KLASİKLERİ ARASINDA
1962’de Arapça yayımlanıp 1968’de İngilizceye çevrilen ve kısa zamanda Arap edebiyatı klasikleri arasına giren ‘Zein’in Düğünü’, daha sonra prestijli Heinemann Afrika Yazarlar Dizisi içerisinde yeniden yayımlandı. Hatırlatmakta yarar var; Tayeb Salih’in 1966 yılında Beyrut’ta yayımlanan ‘Kuzeye Göç Mevsimi’ romanı, 2001’de Arap Edebiyatı Akademisi tarafından 20. yüzyılın en önemli romanı seçilmişti.
Romandan ziyade novella niteliği taşıyan ‘Zeyn’in Düğünü’, ‘Kuzeye Göç Mevsimi’ne de ev sahipliği yapan Nil kıyısındaki köyde geçer. Hikâye Zeyn’in düğün haberinin kulaktan kulağa yayılması ve çocukların neşeli “Zeyn evleniyor” çığlıklarıyla başlar. Bütün köy şaşkına dönmüştür; zira Zeyn, köyün ermişi ile delisi arasında gidip gelen bir karakterdir. Üstelik fiziksel anlamda çekiciliği de yoktur:
“Zeyn’in yüzü uzuncaydı, elmacık kemikleri, çenesi ve gözaltları çıkıntılıydı, alnı açık ve yuvarlaktı, gözleri küçücük ve daima kıpkırmızıydı. Göz yuvaları, yüzündeki iki mağara gibi içeri göçüktü. Yüzü tamamen tüysüzdü. Ne kaşları ne de kirpikleri vardı. (...) Bu yüzün altında uzun bir boyun yer almaktaydı. (Çocukların Zeyn’e taktığı lakaplardan biri de ‘zürafa’ idi.) Kolları, maymun kolları gibi upuzundu. Elleri kalındı, uzun sivri tırnaklarla biten çekik parmakları vardı. (Zeyn hiçbir zaman tırnaklarını kesmezdi.) Göğsü oyuktu, sırtı hafif kamburdu.”
Ne var ki tuhaf hal ve tavırlarıyla, iyiliğiyle ermiş katına çıkarılan Hanin ile kurduğu dostlukla köyün en renkli kişisidir Zeyn. Bir başka özelliği daha vardır bu genç adamın:
“İnsanlar her ne kadar Zeyn hakkında ileri geri konuşsalar da onun estetik zevkine güvenirlerdi. Zeyn şehrin en güzel, en ahlaklı ve en cilveli kızlarını severdi. (...) Kızların erkeklerden gizlendiği bu muhafazakâr toplumda bir tellal gibi onunla kızlarına koca aramaya başladılar. Zeyn aşk elçisi gibiydi, aşkın güzel kokularını bir yerden bir yere taşıyordu. İlk başta aşk onun kalbine düşer, sonrasında ise çok geçmeden bir başkasının kalbine taşınırdı. Sanki bir simsar veya komisyoncu ya da postacı gibiydi. Zeyn, fare gözünü andıran çukurlaşmış göz yuvasına gizlenmiş küçük gözleriyle güzel kızlara bakar, onlardan bir şeyler kapardı, belki aşk? (...) Yavrusunu kaybetmiş dişi köpek gibi oradan oraya koşturur, kızın ismini dillendirir, her yerde adını sayıklardı. Böylece çok geçmeden kulaklar dikkat kesilir, gözler farkına varırdı. Nihayetinde aralarından bir atlı uzanır, kızı onun elinden kapardı.”
Daniel Mason, 1976 yılında doğdu. Kaliforniya’ya bağlı kıyı kasabası Palo Alto’da büyüdü. Harvard Üniversitesi’nden biyoloji alanında lisans derecesi aldı. Daha sonra UCSF Tıp Fakültesi’nden mezun oldu. Tayland-Myanmar sınırındaki ormanlık bölgede sıtma salgını araştırmasına katıldıktan sonra, bu deneyimini daha iyi anlamak için yazmaya başladı. İlk romanı ‘The Piano Tuner’ (2002) yayımlandığında henüz tıp fakültesinde öğrenciydi. Bu roman eleştirmenlerin beğenisini kazandı. Mason’un ikinci romanı ‘A Far Contry’ 2007’de yayımlandı ve çeşitli ödüllere aday gösterildi. Eserleri 28 dile çevrilen, operaya ve tiyatroya uyarlanan Mason, halen Stanford Üniversitesi’nde psikiyatri alanında yardımcı doçentlik yapıyor ve tıp derslerinin yanı sıra beşeri bilimler fakültesinde edebiyat dersleri veriyor.
ISSIZLIĞIN ORTASINDA
Savaşlar insanlığın en zorlu koşullarda hem de ölümle sınandığı toplumsal felaketler olarak sanat ve edebiyatın her zaman gözde konusudur; özellikle de beş kıtaya yayılmış, milyonlarca kişinin kaderini etkilemiş, bugünün Avrupa’sının siyasi ve coğrafik şeklini belirleyen I. ve II. Dünya Savaşı... ‘Kış Askeri’ de bu külliyatın içine dahil edeceğimiz bir roman.
Güzel bir girişle açılıyor hikâye: “Kuzey Macaristan, Şubat 1915... Anons yapılmadı, düdük bile öttürülmedi. Karla kaplanmış tabela olmasaydı, vardıklarını bile anlayamayacaktı. Durağı kaçıracağından korkarak aceleyle valizini, paltosunu, süvari kılıcını toparladı, trenin koridorunu doldurmuş askerlerin arasından ite kaka kendine yol açtı. İnen tek yolcuydu. (...) Lucius uzaklarda fırtınanın içinde yükselen dağları görebiliyordu. Oralarda bir yerde Lemnowice ve Lucius’un hizmet edeceği Üçüncü Ordu’nun alay hastanesi bulunuyordu.”
Sonra Lucius’u tanımaya başlayacağız: Lucius Krzelewski, bir ülke olarak varlığını neredeyse yitirmiş Polonyalı -soylu ve varlıklı- bir ailenin çocuğu. Viyana’da yaşayan ailesi doğusu ve batısıyla birbirine kenetlenmiş Avrupa aristokrasisinin, onun köhnemiş kültürünün bir parçası. Altı kardeşin en küçüğü olan Lucius, çocuk yaşlardan beri bu hayattan hoşlanmamış, oğulları için daha şanlı bir mesleği münasip gören ailesini hayal kırıklığına uğratmak pahasına tıp fakültesine yazılmış. Derslerinde başarılı, tıp bilimine, bilimsel yeniliklere meraklı, hocalarından birinin deyişiyle “Görünenin altında yatan şeylerin kavranmasına yönelik alışılmadık bir kabiliyet”e sahip bir öğrenci. Ne var ki 1914 yılında Avusturya-Macaristan İmparatorluğu savaşa katılınca öğrenimi yarıda kalır. Zira devlet tıp öğrencilerini askeri doktor rütbesi ile cepheye davet etmektedir. Arkadaşları gibi Lucius da bu çağrıya uyar, askere yazılır ve Karpat Dağları’ndaki Lemnowice kasabası yakınlarındaki bir kilisede faaliyet gösteren bir sahra hastanesine tayin edilir. Zorlu bir yolculuktan sonra görev yerine varan Lucius, hastanede kendisine yol gösterecek başka bir doktor olmadığını öğrendiğinde şaşıracaktır. Üstelik her yanı saran haşereler, fareler ve tifüs salgını nedeniyle geriye hemşire olarak da bir tek rahibe Margarete kalmıştır. Daha ilk gece işe koyulduklarında kendisiyle aynı yaşlarda olan bu genç kadının pratik tıp bilgisi Lucius’u şaşırtıracaktır.
Margarete’in desteği sayesinde kısa zamanda durumu kabullenen ve görevi üstlenen genç adam büyük bir özveriyle başlar çalışmaya. Cephenin aslında dünyanın uzağındaki bu ıssız dağ kilisesinde “Sanki zaman kendini tekrar ediyor” diye düşünecektir Lucius, “Ta ki bir şubat akşamı soğuğun içinden bir adam çıkagelene kadar”...
Linn Ullmann, New York Üniversitesi’nde İngiliz edebiyatı eğitimi aldıktan sonra 1996-97 arasında Norveç’in önde gelen gazetelerinden Dagbladet’te ve 2006-2007 yılları arasında Aftenposten’da köşe yazarı ve eleştirmen olarak çalıştı. ‘Merhamet’ (Nade, 2002) romanıyla Norveç Okur Ödülü’ne değer görüldü. ‘Kıymetli Çocuk’ (Det dyrebare, 2011) romanı Norveç’te ‘yılın en iyileri’ listesinin yanı sıra New York Times Book Review ve Kirkus Reviews’in listelerine de girdi. İskandinavya’da en çok satan kitaplar arasında yer alan ‘Huzursuzlar’ romanı Ulusal Eleştirmenler Ödülü’ne aday gösterildi. Sanatla yoğrulmuş bir ailede yetişmesinin hakkını veren Linn Ullmann, bugün yazar ve eleştirmen olarak Norveç edebiyatının önemli isimleri arasında sayılıyor.
AİLE ÖZLEMİ
‘Huzursuzlar’, Linn Ullmann’ın babası Ingmar Bergman ile birlikte bir kitap yazma planının ürünü. Aslında baba-kız yaşlanmakla, yaşlanmanın getirdiği sorunlarla, hatırlananlar ve unutulanlarla ilgili bir kitap hazırlamaya niyetlenmişlerdi. Belirlenen günlerde, belirlenen zamanlarda buluşacak, sanat ve yaşam hakkındaki ortak anılarını ve itiraflarını tartışacaklardı. Her şey kasetlere kaydedilecek ve oradan yazıya dökülecekti. Ama babanın son yıllarda başlayan demans hastalığı nedeniyle işler planlandığı gibi gitmedi. Bergman, 2007 yılında öldüğünde sadece altı kaset kalmıştı geriye.
Linn Ullmann, babasının Fårö Adası’ndaki evinde kaydedilen kasetleri tavan arasından indirecek gücü Bergman’ın ölümünden yedi yıl sonra bulabildiğini söylüyor. Ne var ki sesler cızırtılı, üstelik konuştuklarını kendisi bile tam hatırlamıyor. İşte tam bu noktada başlıyor yazmaya; söz konusu bulanıklık hali ‘Huzursuzluk’un kurgusunun temelini oluşturuyor. Babasının ölümü, çocukluğunun ve ebeveyninin anısını tetikliyor; babasını, annesini, onların ilişkisini, bu ilişkideki kendi yerini, çocukluk ve yetişkinlik arasındaki, yaşam ile ölüm arasındaki geçişleri araştıran bir metin çıkıyor ortaya.
Bergman’ın ünlü filmi ‘Persona’nın gösterime girdiği yılda -1966- doğmuştur anlatıcı kız. Annesi Liv Ullmann hem o filmin yıldızlarından hem de Bergman’ın gözde kadın oyuncularından biridir. Aslında isimleri vermek yazara ve metne haksızlık olur. Ullmann’ın seçtiği yolu izleyerek bundan böyle biz de Baba, Anne ve Kız olarak adlandıralım onları.
Aralarında tutkulu bir aşk başladığında Baba 47 yaşında, dört evlilik geçirip sekiz çocuk sahibi olmuş bir adam, Anne ise ondan 20 yaş küçük, üstelik evli bir kadın... Kısacası Kız evlilik dışı bir çocuk olarak gelmiştir dünyaya. Üç sene sonra Baba ve Anne arasındaki ilişki sonlanır. Kız hayatını annesiyle birlikte Oslo ve ABD’de geçirir, dadıların elinde büyür ancak yaz aylarında Baba’nın Hammers’teki evine gitmeyi hiç aksatmaz. Hangi eve giderse gitsin diğerini özleyecektir. Özlem duygusu ve sevdiklerini kaybetme korkusu büyür içinde. Asıl özlediği hiç sahip olamadığı ‘aile’dir:
Hiroko Oyamada, 1983 yılında Hiroşima’da doğdu, orada büyüdü ve Hiroşima Üniversitesi’nde Japon edebiyatı bölümünden mezun oldu. Çalışma hayatına atıldıktan sonra beş yılda üç kez iş değiştirmek zorunda kaldı. Bu bunaltıcı deneyim ilk romanının esin kaynağı olacaktı. Çalışma hayatının iç karartıcı havasını yansıtan, bir otomobil fabrikasında çalıştığı döneme ait kendi deneyimlerine dayanan ve eleştirmenlerin gözdesi olan ‘Fabrika’ (2013) adlı romanıyla yeni yazarlara verilen Shincho Ödülü’nü alan Oyamada, ‘Çukur’la prestijli Akutagawa Ödülü’nün sahibi oldu. Halen Hiroşima’da yaşıyor ve yazmayı sürdürüyor.
TAŞRA BUNALTISI
‘Çukur’un hikâyesi, roman kahramanı Asahi’nin yeni evlerine nasıl taşındıklarını anlatmasıyla başlıyor: Kocası Muneaki’nin aynı vilayet sınırları içinde ama merkezin biraz dışında kalan bir taşra ofisine tayin edilmesi nedeniyle gelmişler buraya. Zaten sözleşmeli personel olarak hem düşük ücret almaktan hem de fazla mesai yapmaya zorlanmaktan bıkan Asahi işini bırakmakta hiç zorlanmamış. Üstelik kocasının annesi Tomiko hemen bitişiklerindeki evin boşaldığını, oraya kira ödemek zorunda kalmadan yerleşebileceklerini söylediği için karar vermeleri daha kolaylaşmış. Kısacası bir iş bulana kadar ev kadını rolünü sevinçle olmasa bile sessizce kabullenmiş Asahi.
İşyeri arkadaşlarının imrendiği bu yeni hayat tarzına alışmakta zorluk çekecektir. Yeni evleri vilayete pek uzak değildir, etrafta gözle görülür bir aksilik yoktur ama Asahi bir süre sonra kendisini farklı bir kıtadaymış gibi hisseder:
“Bir an çok uzaklara, günün, hatta dört mevsimin ritminin dahi farklı olduğu bir yere taşındığımız hissine kapıldım. (...) Fakat burası hâlâ Japonya’ydı, vilayetten bile çıkmamış, yalnızca dağlık kesime yaklaşmıştık.”
Asahi’nin ev kadını olarak yeni hayatı kısa zamanda can sıkıcı bir hal alır. Kendine ait arabası olmadığı için uzak bir yere gidemez. Yürüme mesafesinde ise birkaç evin ve yerel bir süpermarketin dışında hiçbir şey yoktur. Sadece ağustosböceklerinin sesi... Zaman Asahi için anlamını yitirmeye başlar. Sonra bir gün, yakınlardaki mağazaya gitmek için yola koyulduğunda nehir tarafına giden büyük, siyah bir hayvan görür:
“Sıcak yüzünden sanrı mı görüyorum acaba diye düşündüm ama ne kadar bakarsam bakayım hayvanın kalçası ve ayaklarının bir kısmı oradaydı işte. Memeli olduğu barizdi. Siyah tüyleri vardı, bedeni orta boy bir köpek kadardı, belki de daha büyük. (...) Kuyruğu uzun ve gergindi, güçlükle görünen kulakları yuvarlak. Kaburgaları sayılıyordu ama sırtı şişkindi... Her neyse, simsiyahtı ve tüyleri sert gibiydi.”
Natalia Ginzburg, 1916’da Palermo’da doğdu. Babası Torino Üniversitesi’nde öğretim üyesiydi. Edebiyat hayatına Floransa’da çıkan Solaria dergisinde kısa öyküler yayımlayarak başladı. 1938’de yayımcı ve direnişçi Leone Ginzburg’la evlendi. Natalia Ginzburg aynı yıllarda antifaşist direnişin Torino’daki Cesare Pavese gibi önde gelen temsilcileriyle temas kurdu. Ginzburg’lar 1940’ta Abruzzo bölgesine iç sürgüne gönderildi; sürgündeyken 1942’de Alessandra Tornimparte mahlasıyla ilk romanı ‘Kente Giden Yol’u yayımladı. Leone Ginzburg’un Gestapo tarafından öldürülmesi üzerine 1944’te Torino’ya döndü. 1947’de ‘İşte Böyle Oldu’ romanıyla Tempo Edebiyat Ödülü’ne layık görüldü. Bundan sonra gerek öykü kitapları gerek romanlarıyla çok sayıda ödül -ve dünya çapında ün- kazandı. 1983’te ve 1987’de İtalyan Komünist Partisi’nden İtalyan Parlamentosu’na seçildi ve Sinistra Indipendente (Bağımsız Sol) fraksiyonuna katıldı. 1991’de Amerikan Sanat ve Bilim Akademisi’ne üye seçildi. Aynı yıl Roma’da öldü.
SÖZ TÜKENDİĞİNDE
Bu yazının giriş cümlesindeki “Bir kadını kocasını öldürmeye götüren süreci anlatıyor” ifadesini okuduğunuzda “Romanın heyecanı kaçtı” diye düşünebilirsiniz. Lakin bu bir suç romanı değil. Ve zaten Ginzburg’un isimsiz kadın kahramanı daha ilk paragrafta ifşa edecek cinayetini:
“İşte resmi o sırada gösterdi bana, yazı masasının çekmecesinden tabancayı aldım ve ateş ettim. Alnının ortasına ateş ettim. Çok uzun zamandır aklımdaydı, günün birinde ona bunu yapacağımı biliyordum. Sonra sırtıma pardösümü geçirip eldivenlerimi giydim ve dışarı çıktım.”
Sonra ıssız bir parka gidecek, polise vereceği ifadeyi, cinayeti neden işlediğini nasıl anlatacağını, kısacası dört yıllık evliliklerini düşünmeye başlayacak: “Önce çok yaşlı diye düşündüğü, fiziksel özellikleri de ilgisini çekmeyen Alberto’nun nezaketinden ve buğulu gözlerinden etkilenir. Onun da kendisini sevdiğini düşünür. Ne var ki Alberto’nun uzun yıllar ilişkide olduğu evli bir sevgilisi vardır. Buna rağmen evlenirler, üstelik bir de çocukları olur. Ne var ki Alberto’nun yalanları ve eski sevgilisiyle ilişkisi bitmez. Buna karşılık her seferinde tatlı sözlerle avutur karısını: “Sen hayatta sahip olduğum tek şeysin.”
Bir gün gelecek, bu tatlı sözler tekrarlana tekrarlana elbette anlamını yitirecektir...
Roy Jacobsen 26 Aralık 1954’te Oslo’da doğdu. Çocukluğu Oslo’nun yakınlarında Groruddalen Vadisi’ndeki bir banliyö kasabasında geçti. Ergenlik döneminde sıkıntılar yaşadı. ‘Årvoll Çetesi’nin bir üyesiydi. 16 yaşındayken silah bulundurmak ve hırsızlık suçlarından tutuklandı. Altı ay hapis cezasına çarptırıldı ve şartlı olarak tahliye edildi. Bu olay Jacobsen için bir dönüm noktası olacaktı. Çeşitli işlerde çalışmaya ve yazmaya başladı. Edebiyat dünyasında ilk kez 1982’de ‘Fangeliv’ (Tutsak Yaşam) adlı kısa öyküler derlemesiyle tanındı, bu kitabıyla Tarjei Vesaas Ödülü’ne layık bulundu. 1990’da bütün zamanını yazarlığa ayırmaya karar verdi. 1991’de ‘Seierherrene’ (Fatihler) ve 2004 yılında ‘Frost’ (Don) adlı romanlarıyla Norveç Konseyi Edebiyat Ödülü’ne aday gösterildi. Türkçede ‘Oduncular’, ‘Harika Çocuk’, ’Görülmeyenler’ ve ‘Beyaz Deniz’ romanlarıyla tanıdığımız Jacobsen, Norveç ve İsveç’te çok sayıda edebiyat ödülüne değer bulunmasının yanı sıra Norveç Dili ve Edebiyatı Akademisi üyeliğine de seçilmişti.
ADALAR ÜÇLEMESİ
‘Görülmeyenler’ (2013) ve ‘Beyaz Deniz’ (2015) romanlarının mekânı Norveç’in kuzeyine yayılmış -her birinin üzerinde çiftçilik ve hayvancılıkla geçinen bir avuç insanın yaşadığı- adalardan biriydi. Roman kahramanı Ingrid’in -Borroy Adası’nda yaşayan ailenin küçük kızı- çocukluğundan genç kızlığa kadar geçen zamanın anlatıldığı hikâye 1928 yılında noktalanmıştı. ‘Beyaz Deniz’ başladığında takvimler 1944’e, Ingrid’in yaşı 35’e gelmiş, Alman ordusunun işgali altındaki Norveç adaları boşaltılmıştı. Ama Barroy Adası’ndaki hayatlarını özleyen Ingrid, adayı ziyaret etmeyi sürdürüyordu. Ve bu ziyaretlerden birinde Rigel faciasından kurtulan genç bir Rus askerine rastlamış ve ansızın aşkı bulmuştu. Elleri yanık ve paramparça olan Alexander’ı hayatta tutabilmek için büyük bir mücadele verecek ve Norveç’ten kaçmasını sağlayacaktı.
‘Rigel’in Gözünde’ yine Barroy Adası’nda başlıyor. Yıl 1946. Savaştan çıkan halk yaralarını sarma telaşında. “Zamanın dar, yaşamın kısa olduğunun” farkına varan Ingrid ise sevgilisi Alexander’ı bir an önce bulmak için yola çıkmaya hazırlanıyor.
Nereye gittiğini, ne zaman döneceğini söylemeden yola koyulacaktır Ingrid. Alexander’ın adadan ayrıldıktan sonra hangi rotayı izlediği hakkındaki bilgisi pek azdır ve ömrünü adalarda geçirmiş eğitimsiz bir kadın için Norveç toprakları gizemli bir dünyadır. Ancak sırtında 10 aylık bebeği Katja ile birlikte sadece bir adım sonrasını kestirebildiği bir maceraya atılmaktan çekinmez.
Ingrid’in yolculuğu canlı ve gerçekçi. Öte yandan İskandinavya’nın kadim anlatılarından, yeryüzü efsanelerinden, kutsal kitaplardan esinlenmiş destansı bir yanı da var. Bu destansı yolculuk onu adaların ötesine, dağların ve göllerin üzerinden, gideceğini düşündüğünden çok daha uzaklara götürecek. Ekonomik yükselişe hazır bir ülkeden, müreffeh çiftliklere ve uzak köylere, yeni bir maden kasabasına ve bir toplama kampına düşecek yolu. Eski direniş savaşçılarıyla, komünist partizanlarlarla, Nazi işbirlikçileriyle, siyasetle hiç ilgilenmemiş vatandaşlarla karşılaşacak. Huzursuz bir sükûnet içinde yan yana yaşayan ve yeni bir dünyanın kuruluşuna ayak uyduran bu insanlar Ingrid’e unutmak istedikleri bir geçmişi hatırlatan bir hayalet gibi görünecek. Bazen geçmişin sırlarını, hatalarını, korkaklıklarını, acılarını fısıldayacak, bazen suçlarını itiraf edecekler. Ama Ingrid’in duymak istediği gerçekler hiçbir şekilde söylenmeyecek. Sonunda Alexander’ın birlikte yolculuk ettiği arkadaşlarından Henrik ile karşılaşacak. “Koca bir savaş yaşadın” diyecek Henrik Ingrid’e, “hiçbir şey anlamadan”...
Claire Keegan 1968’de, Katolik ve çiftçi bir ailenin kızı olarak İrlanda’nın Wicklow şehrinde dünyaya geldi. 17 yaşındayken ABD’nin Louisiana eyaletindeki New Orleans şehrine gitti ve Loyola Üniversitesi’nde İngiliz dili ile siyaset bilimi öğrenimi gördü. Mezuniyetinin ardından 1992’de İrlanda’ya döndü. Galler’in Cardiff şehrinde bir yıl geçirdi ve Galler Üniversitesi’nde hem yaratıcı yazarlık alanında yüksek lisans yaptı hem de lisans öğrencilerine dersler verdi. Daha sonra Dublin’deki Trinity College’dan yüksek lisans derecesi aldı. İlk öykü kitabı ‘Antarctica’ (1999) İrlanda Edebiyatı Rooney Ödülü de dahil olmak üzere birçok ödül kazandı ve Los Angeles Times’ın ‘2001’in en iyi kitapları’ listesine seçildi. İkinci öykü kitabı ‘Walk the Blue Fields’ (Mavi Tarlalardan Yürü) 2007’de yayımlandı. Uzun hikâyesi ‘Foster’ (Emanet Çocuk), Davy Byrnes Kısa Öykü Ödülü’nü kazandı, The New Yorker’ın ‘yılın en iyileri’ listesinde yer aldı ve 2022’de ‘An Cailín Ciúin’ (Sessiz Kız) ismiyle sinemaya uyarlandı.
ACI ÇEKEN KADINLAR VE ÇOCUKLARA ADANMIŞTIR
Yayımlanan bütün kitapları övgüyle karşılanıyor ama Claire Keegan ne yazık ki üretken bir yazar değil; 20 yılı aşan kariyerinde sadece iki öykü kitabı, bir uzun hikâye, bir de roman yayımlamış. Aslında roman olarak nitelenen ‘Böyle Küçük Şeyler’ de 80 sayfalık hacmiyle uzun hikâye ile kısa roman arasında bir yerlerde duruyor. Ama her ne olursa olsun zarif ve etkileyici bir anlatı. Keegan bir dönemi ele alıyor ve dönemin ruhunu yakalıyor. İrlanda özelinde dönem ruhundan söz ediyorsak eğer siyasetten de söz ediyoruz demektir. Tam da bu nedenle ‘Böyle Küçük Şeyler’in 2022’de Orwell Siyasal Kurgu Ödülü’nü kazanması hiç de şaşırtıcı değil.
Kitabın girişinde “Bu hikâye İrlanda’nın anne-bebek bakımevleriyle Magdalen Çamaşırhaneleri’nde acı çekmiş kadınlara ve çocuklara adanmıştır” cümlesini göreceksiniz. İrlanda tarihini bilmeyen okuyucular, romanın sonundaki notlardan Magdalen Çamaşırhaneleri’nin kirli tarihini öğrenebilirler. İşte bu tarihin sonlarına doğru bir yerinden başlamış anlatmaya Claire Keegan.
1985 yılının Noel arifesindeyiz. Mekân adının önemi yok, genel olarak İrlanda’yı temsil eden karakteristik bir kasabadayız. Hikâyenin kahramanı Bill Furlong’la tanışıyoruz. Zengin bir evin hizmetçisi olan annesini çocuk yaşlarındayken kaybetmiş, babasının kim olduğunu hiçbir zaman öğrenememiş, annesinin çalıştığı evin hanımı tarafından sevgiyle büyütülmüş bir adam. Şimdi 40’lı yaşlarında, evli ve beş çocuk sahibi. Kömür ticareti yapan Furlong, birşeylerin eksikliğini hissetmekle birlikte mutlu bir hayat sürdürüyor, ta ki kömür teslim etmeye gittiği Katolik manastırında paçavralara bürünmüş giysileri, sanki kör bir makasla kesilmiş saçlarıyla avluda taşları fırçalayan bir düzine kadın ve kızla karşılaşana kadar...
Bill Furlong, manastırın idaresinden sorumlu rahibelerin orada kız çocuklarına temel eğitim veren bir ıslahevi, ayrıca bir de çamaşırhane işlettiklerinden haberdar ama o zaman kadar manastır hakkında kasabada dolaşan dedikodulara kulak tıkamış. Ama şimdi -ona annesini hatırlatan- görüntüler aklından çıkmıyor. Hele ki, bir sonraki ziyaretinde manastır kömürlüğüne kapatılmış genç bir kız bulduğunda Noel coşkusu kâbusa dönüşüyor. Karısı dahil çevresindeki herkesin ‘görmezden gel’ dediği bu gerçekle baş etmek zorundadır Furlong. Vicdanının mı yoksa toplumun ortak ‘aklının’ sesini mi dinleyecektir?
SUSKUNLUK YA DA SUÇ ORTAKLIĞI
Olga Ravn, 1986’da Kopenhag’da doğdu ve büyüdü. Sanatçı bir ailenin kızıydı. 2010 yılında Danimarka Yazarlar Okulu Forfatterskolen’den mezun oldu. İlk şiir kitabı ‘Jeg æder mig selv som lyng’ 2012’de, eleştirmenlerce övgüyle karşılanan ilk romanı ‘Celestine’ 2015’te yayımlandı. 2020’de yayımlanan ‘Personel’, 2021 Uluslararası Booker Ödülü kısa listesine girdi. Ravn, Johanne Lykke Holm’la birlikte bir feminist performans grubunu ve yazarlık okulunu yönetiyor.
SONA DOĞRU
‘Personel’ romanı iş verimini artırmak için yapılan bir deneye, çalışanların verdikleri yanıtlar biçiminde kurgulanmış. 18 aylık süreye yayılan deney, personelin bir odaya yerleştirilmiş nesnelere dair neler hissettikleri ile ilgili. Yanıtlar çalışanların kendi cümleleriyle yansıyor rapora. İsim yerine tanık sıra numarasıyla ama ardışık sıra gözetilmeden okuduğumuz yanıtlar tamamıyla öznel yorumlar. Ancak sıra numaralarındaki boşluklar kimi yanıtların rapora konulmadığını düşündürüyor. Böyle düşünmemizin asıl nedeni yanıtların bu işyerindeki henüz açığa çıkmamış bir gerilimi de barındırması.
İşyeri derken devasa bir uzay gemisinden söz ediyorum. Belli ki bir felaket geçirmiş olan dünyadan çok zaman önce ayrılan Altı Bin Uzay Gemisi’ndeyiz. Söz konusu deney, uğranılan Yeni Keşif isimli bir gezegenden alınan nesneler hakkında. Personelden kastımız ise insanlardan ve insansı nitelemesini hak eden çok gelişmiş makinelerden oluşan gemi mürettebatı. Kısacası gemidekilerin bir kısmı doğmuş, bir kısmı yaratılmış, yani bir kısmı ölecek, bir kısmı imha edilene kadar varlığını sürdürecek. Buna karşılık fiziksel görünümleri birbirlerinden çok farklı değil -ne yazık ki kimlik bunalımları da öyle.
İnsanlar, bu uzay yolculuğundan yorulmuş ve tükenmiş bir halde, varlıklarının geçici olduğunu bilmenin hüznü ve geçmişin özlemiyle yaşıyorlar: “Biz, Dünya’dan gelenler, birbirimizle zar zor konuşabiliyoruz. Geldiğimiz ve terk ettiğimiz yere dair anıların yükü altında ezilmiş durumdayız. Burada, uzay gemisindeki diğer insanları görmek, onlarla konuşmak beni sadece üzüyor. Hepsinin yüzünde aynı pes etmiş ifade var. Bu yüzden zamanımı hâlâ önlerinde yaşanmaya değer bir hayat olduğuna inanan insansılarla geçirmeyi tercih ediyorum...”
Öte yandan kendi kendini geliştiren programlarla donatılmış ‘insansılar’, belirgin bir kimlik bulanıklığı içinde:
“Ne söylemek isterseniz söyleyebilirsiniz, biliyorum istemediğiniz bir şey var, bizim çok fazla... çok fazla ne mi? Çok fazla insani olmamızı istemiyorsunuz. Çok fazla canlı olmamızı. Ama ben hayatta olmayı seviyorum. Panoramik pencerelerin arkasındaki derinliğe bakıyorum. Bir Güneş görüyorum. Güneş’in yandığı gibi ben de yanıyorum, gerçek olduğumdan eminim. Beni insanlar yaratmış olabilir, ama ben şimdi kendi kendimi yaratmak üzereyim.”
Hisham Matar 1970 yılında New York’ta, Libyalı bir ailenin oğlu olarak dünyaya geldi. Çocukluğunu Trablus ile Kahire’de, yetişkinlik hayatının büyük bölümünü ise Londra’da geçirdi. İlk kitabı ‘Erkekler Diyarında’ 2006 yılında yayımlandı. Libya’da Kaddafi’nin 1969’daki Ekim Devrimi’nin etkileriyle başa çıkmak zorunda kalan bir çocuğun öyküsünü anlattığı bu kitabıyla Man Booker Ödülü’ne aday gösterilip The Guardian İlk Kitap Ödülü’ne layık görüldü. 2011’de yayımlanan ikinci kitabı ‘Bir Kayboluşun Anatomisi’ ile büyük beğeni toplayan Hisham Matar, ‘Dönüş’ü 2016 yılında yayımladı. Bu kitabıyla 2017’de Pulitzer’in yanı sıra PEN/Jean Stein ödülü ile Almanya’dan Geschwister Scholl ödüllerinin de aralarında olduğu başka birçok ödül kazandı. Kitapları 30 dile çevrilen Hisham Matar, Royal Society Edebiyat Topluluğu üyeliğinin yanı sıra Columbia Üniversitesi, Barnard Koleji’nde Karşılaştırmalı Edebiyat, Asya ve Ortadoğu Kültürleri ve İngiliz Edebiyatı kürsülerinde öğretim üyesi.
LİBYA’NIN KARANLIK TARİHİ
‘Dönüş’te bu kısa hayat hikâyesinin ayrıntılarını öğreneceksiniz. Sadece olayları değil, bütün bu süreçte verdiği mücadeleyi, çocukluktan yetişkinliğe geçişini, yurtsuzluğunu, umutlarını, hayal kırıklıklarını, zaman zaman tükenişini -merkezine babası Cebella Matar’a ilişkin hatıralarını koyarak- anlatacak Hisham Matar.
O tarihlerde 40’lı yaşlarının başındaki Hisham Matar hatırlamaya, 2012’de Kaddafi’nin devrilmesinden sonra, babasının akıbetini öğrenmek umuduyla Libya’ya dönüşü sırasında başlıyor:
“Mart 2012, sabahın erken saatleri. Annem, karım Diana ve ben Kahire Uluslararası Havaalanı’nın yolcu salonunda fayans kaplı zemine sabitlenmiş koltuk sıralarından birinde oturuyorduk. Bir ses 835 sayılı Bingazi seferinin zamanında yapılacağını anons etti. Annem arada bir endişeyle bana bakıyordu. Diana da kaygılı görünüyordu. Bir elini koluma koyup gülümsedi. Kalkıp dolaşmalıyım, dedim kendi kendime. Fakat bedenim kaskatıydı. Kendimi hiç bu kadar yerimden kıpırdamaktan aciz hissetmemiştim.”
Onu acizleştiren 1979’da ayrıldığı ülkesine yeniden dönmek, akrabaları ve yakınlarıyla karşılaşmak ve uzun yıllara yayılan acılarla yüzleşmek korkusu. Nitekim memleketlerine vardıklarında gördükleri manzara hiç de iç açıcı sayılmaz. Merkezi bir yönetimin yokluğunda herkesin silaha sarıldığı, umut ve tedirginliğin iç içe geçtiği bir atmosferde Matar ısrarla babasının izini sürüyor.
Varlıklı, eğitimli, sanata ve edebiyata düşkün bir adamdır Cabella Matar. Albay Muammer Kaddafi’nin 1969’daki darbesiyle ilgili görüşleri nedeniyle siyasi muhalif sayıldığı için 1979’da ailesiyle birlikte Mısır’a sığınmış, sürgün yıllarını da silahlı muhalif hareketleri örgütleyerek geçirmiştir. Mısır’da kendisini güvende hisseder. Ne var ki uluslararası siyasetin kaypaklığı mücadelesinin sonunu getirecektir. 1990’da Mısır gizli polisi tarafından Kahire’deki daireden kaçırılarak Kaddafi’ye teslim edilir ve Trablus’ta ‘Son Durak’ olarak nam salmış Ebu Selim cezaevine gönderilir. Aile Cabella Matar’ın yaşadığını 1992’de hapishaneden kaçırmayı başardığı mektuplardan öğrenecektir. Oradan çıktığına, yaşayıp yaşamadığına dair hiçbir kayda ulaşamazlar.
Türkçede ‘Sahtekâr’ ve ‘İyi Doktor’ romanlarıyla tanıdığımız Damon Galgut, 1963 yılında Güney Afrika’nın Pretoria kentinde, Avrupa kökenli Yahudi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmişti. 6 yaşında lenf kanseri teşhisi kondu, beş yıl boyunca ölüm tehdidi altında yaşadı. University of Cape Town’da drama eğitimi aldı. İlk romanı ‘A Sinless Season’ı 17 yaşında yazdı. William Golding’in ‘Sineklerin Efendisi’ ile kıyaslanan bu roman, sonraki yıllarda Galgut’un isteği üzerine yeniden yayımlanmadı. Edebiyat hayatına ‘Small Circle of Beings’ (1988), ‘The Beautiful Screaming of Pigs’ (1991) ve ‘The Quary’ (1995) ile devam eden yazara beklediği başarıyı ‘İyi Doktor’ (2003) romanı sağladı. Man Booker Ödülü finalistler listesine kalan roman, IMPAC Dublin ve Commonwealth Writers ödüllerini aldı. Güney Afrika’nın 90’lardan sonra yetiştirdiği en önemli yazarlar arasında gösterilen Galgut, ‘Vaat’ ile 2021 Booker Ödülü’nü kazanırken Nadine Gordimer ve J.M. Coetzee’den sonra bu ödüle değer görülen üçüncü Güney Afrikalı yazar unvanını da elde etmişti.
DÖRT CENAZE
’Vaat’, ünlü İngiliz yazar ve eleştirmen E.M. Forster’ın bir evin kime miras kalacağı etrafında kurguladığı başyapıtı ‘Howard’s End’ romanından esinlenmiş. Ama aynı zamanda Damon Galgut’un katıldığı bir cenaze anısına da dayanıyor. Söyleşisinde şöyle açıklamış Galgut: “Cenaze törenleri belirli bir ailenin hikâyesini anlatmanın ilginç bir yolu olabilir (...) Eğer bu cenazeleri birbirinden ayırırsanız, her biri kendi 10 yılında gerçekleşirse, zamanın geçişi hakkında çok şey söyleyebilirsiniz. Teker teker insanlara, bir ülkenin yasalarına, bir ülkenin siyasetine yaptığı etki... Zaman bizi, çevremizi, hayatımızı, sahip olduğumuz mülkü, neredeyse her şeyi yener. Bu yüzden ‘Vaat’ kendi endişelerime ses vermemin ve belki de ağı biraz daha genişletmemin bir yoluydu, böylece aynı zamanda bazı ulusal kaygılar hakkında da konuşabilecektim. Ama işin doğrusu bunun kaynağı benim için çok kişiseldi. Yaşlanmak ve ölüme yaklaşmakla ilgiliydi...”
Buradan hareketle romanını bir ailenin onar yıllık periyotlarda gerçekleşen dört cenazesi biçiminde kurgulamış. 1986 yılında, Güney Afrika’nın Pretoria şehri yakınlarındaki çiftliklerinde yaşayan Hollanda kökenli Swart ailesinin çiftliğindeyiz. Aile, baba Manie, karısı Rachel, çocukları Anton, Astrid ve Amor’dan oluşuyor. Ve bir de çiftliğin kenarına konuşlanmış kulübesinde yaşayan siyahi hizmetçileri Salome var.
İlk bölümdeki cenaze, uzun süredir çektiği hastalıktan kurtulamayan Rachel’indir. Kadının kocasından son dileği, yaşadığı küçük arazinin tapusunun Salome’nin üzerine geçirilmesidir. Maine bu sözü verir. Maine’in karısına verdiği vaade kızları Amor da tanık olmuştur. Ne var ki cenazeden sonra, mülkün Salome’ye devri yıldan yıla ertelenecektir. Kendilerinden başkasını düşünmeyen ve kendi kendilerini tüketen Amor dışındaki aile fertleri için vasiyeti değil yerine getirmek, düşünmek ve konuşmak için bile can sıkıcı bir durumdur. Öte yandan Maine’in bağnaz dini inançları da sıkıntı kaynağıdır. Yıllar geçer, kalan aile üyeleri yeni cenazelerde bir araya gelirler ama Swart ailesinin bu topraklardaki izi yavaş yavaş silinecektir...
‘Vaat’ parçalı bir yapıya sahip ama bir eleştirmenin belirttiği gibi, romanın gövdesi parçalarının toplamından çok daha büyük. Zira Galgur, beyaz Swart ailesinin çöküşünü apartheid sonrası Güney Afrika’sı için bir alegoriye dönüştürmüş. Salome’ye verilen söz, Güney Afrikalı beyazların Güney Afrikalı siyahlara vaadi olarak yorumlanabilir. Bu vaat yerine getirilmedikçe Güney Afrika’da toplumsal barış sağlanamayacaktır...
‘ULUSAL ALEGORİ’
1979 yılında Kansas’ın Topeka kentinde doğan Ben Lerner, Brown University’de siyaset teorisi okuduktan sonra şiir üzerine yüksek lisans yaptı. 2003’te Fulbright bursuyla Madrid’e gitti; edebiyat kariyerine de burada başladı. İki şiir kitabının ardından ilk romanı ‘Atocha’dan Ayrılış’ı 2011’de yayımlandı. Beğeniyle karşılaşan eser, Believer Book Award’ı kazandı ve Los Angeles Times İlk Kurgu Kitap Ödülü’nün finalistleri arasına girdi. Aynı yıl ‘Preis der Stadt Münster für Internationale Poesie’ye değer bulundu; ki bu onuru kazanan ilk Amerikalı Ben Lerner’dir. Sonraki iki romanı ‘10:04’ ve ‘Topeka Okulu’ da eleştirmenlerden övgü topladı. Öyle ki, New York Times’dan Giles Harvey, Ben Lerner’i “Neslinin en yetenekli yazarı” ilan edecekti. Lerner, 2016’dan bu yana Brooklyn College’da İngilizce dersleri veriyor.
Amaçsız, endişeli ve mutsuz
2004 yılında, Madrid’deyiz. Anlatıcı ve roman kahramanı Adam Gordon, prestijli bir burs kazanarak Madrid’e gelmiş. Araştırma konusu da hayli iddalı; bir yazar kuşağı için İspanya İç Savaşı’nın anlamı ve savaşın yazınsal mirası... Tanıştığı hemen herkesin ilgiyle karşıladığı tezinin aksayan yanları var. Kimseye itiraf etmiyor elbette ama Adam Gordon, bu yazarların eserlerinin pek azını okumuş, İspanyolcası zayıf ve İç Savaş hakkındaki bilgisi fazlasıyla kıt. Kısacası tez konusu bursu alabilmek için uydurduğu bir yalan. Daha da kötüsü Adam’ın özelde şiirden, genelde sanattan zevk alma ve anlama konusunda şüpheleri olması:
“Derin bir sanatsal deneyim yaşama kabiliyetim olmadığına dair endişelerim uzun süredir devam ediyordu ve üstelik birilerinin, en azından tanıdığım birilerinin, söz konusu deneyimi yaşayabildiğine de pek inanmıyordum. Bir şiirin veya bir tablonun veya bir müzik eserinin ‘hayatını değiştirdiğini’ söyleyenlere kuşkuyla bakıyordum. (...) Sanatla ilgilendiğim kadar, sanat eserleri karşısındaki kendi deneyimlerim ile o eserlere atfedilen değerler arasındaki kopuklukla da ilgileniyordum; öyle sanıyorum ki derin sanatsal deneyim yaşamaya en çok yaklaştığım nokta da bu kopukluk deneyimiydi...”
Buna karşılık kendisini ‘satma’ konusunda çok mahir; Patricia Highschmit’in Ripley’ini andıran bir karakter var karşımızda. Sevimli, karşısındakini kandırmak için yalan söylemekten çekinmeyen, başkalarından yaptığı alıntılarla şiirler yazan, aldığı ilaçların, uyuşturucu ve içkinin yardımıyla ataklaşan bir genç adam. Zamanını Tolstoy, Ashbery ve Cervantes’i okuyarak, partilere giderek, kafayı dumanlayarak ve karşısına çıkan iki kadın -Teresa ve Isabel- tarafından sevilmeye çalışarak ama büyük bir tatminsizlik hissiyle geçiriyor.
Zaman ilerleyip Madrid sanat ve edebiyat çevrelerinde arkadaşlar edindikçe şiir okumalarına ve panellere davet edilecek, kendini yetersiz gördüğü için sahtekârlık ve endişe duygularıyla boğuşacaktır. Ancak yine de benlik duygusunu ve sanatla/şiirle olan ilişkisini kurmak için mücadele etmekten vazgeçmez. Adam’ın ‘araştırması’, giderek sanatta ve gündelik hayatta gerçeklik üzerine bir meditasyon haline gelir. Madrid’de kurduğu hayatın bir aldatmaca mı olduğunu da sorgular. Hele ki Madrid Atocha Tren İstasyonu’nda 11 Mart 2004 tarihinde patlayan bombalardan ve yüzlerce insanın ölümünden sonra...
Sanat ve yaşamın kesişimleri
“Donmuş topraklara giriyorum ama hangi ülkeye ait olduğunu bilmiyorum” cümlesiyle başlıyor anlatmaya Tom; “Nereden geldiğimi, nereye gideceğimi bilmediğim, amacı belirsiz bir yolculuğa devam etmek için debeleniyorum”.
Tom, muhtemelen 50’li yaşlarda, mesleği profesyonel fotoğrafçılık olan bir adam. Büyük bir sanatçı değil ama mesleğine tutkuyla bağlı. Düğün ve mezuniyet törenlerine, şirketlere, takvim hazırlayanlara hizmet veriyor ama asıl istediği ‘şeylerin görünen yüzünün hemen arkasında yansıyan ya da tanıdık olana farklı açıdan bir bakışın’ fotoğrafını çekmek...
Noel’e üç gün var. Tom, İngiltere’nin Sunderland kentindeki üniversite öğrencisi oğlu Luke’un hastalığını, kar nedeniyle havaalanları kapalı olduğu için Noel için eve dönemeyeceğini öğrendiğinde karar vermiştir yola çıkmaya. Gerekli erzakı yüklediği arabasına atlamış, karısı Lorna ve küçük kızı Lilly ile vedalaşarak Belfast’tan İngiltere’ye doğru yola koyulmuştur.
Roman işte o yolculuğun hikâyesini anlatıyor. Ama dış yolculuğun hikâyesi ikinci planda. Okuduğumuz Tom’un zihinsel yolculuğunun, donmuş ya da donmaya bıraktığı anılarla ve pişmanlıklarla dolu iç yolculuğunun, baba ve eş kimlikleriyle hesaplaşmasının, günah çıkarmasının ve kendince yaşananların izahını yeniden yaparak boşlukları doldurmaya çalışmasının hikâyesi.
Yolculuğun daha ilk kilometrelerinde Tom’un ailesinde her şeyin yolunda gitmediğini, karısı Lorna ile aralarındaki bastırılmış gerginliği, mutluluklarının geçmişten kalan anılarla gölgelendiğini düşündürecek iç monologlar dinliyoruz. Kitle iletişim araçları yola çıkılmamasını öğütlerken onu ne pahasına olursa olsun oğlu Luke’a ulaşmaya zorlayan dürtünün dinamikleri karların arasından süzülen bir siluet üzerinden yavaş yavaş aydınlanıyor. Siyah kapüşonlu montu, solgun teni, gözlerinin altındaki koyu halkalarıyla -kayıp- büyük oğlu Daniel’in silueti bu. Sayfalar ilerledikçe, hele ki sonlardaki kutsal metin göndermeleriyle, bunun bir kefaret ya da bir hac yolculuğu olduğunun farkına varıyoruz. Ve Tom’un bir fotoğrafta sakladığı sır nihayet açığa çıkıyor:
“Makinemin içinde kilitli ve saklı kalmış, Lorna’ya hiç göstermediğim bir başka fotoğrafı düşünüyorum ve bir bulantı geliyor.”
DÜŞÜNCELER VE İMGELER
Wolfgang Schorlau, 1951’de bir demiryolu görevlisinin oğlu olarak dünyaya geldi. Babasını erken yaşta kaybedince iki oğlunu yetiştirmekte zorlanan annesi tarafından -11 yaşındayken- Freiburg’daki bir yetimhaneye gönderildi. 1966’da elektrik sektöründe çıraklığa başlar başlamaz çıraklık örgütüne ve 68 isyanına katıldı. Bu yıllarda başta Marx olmak üzere sol düşünce klasiklerini okumuş ve kendi deyişiyle “Dünya devriminin çırağı” olmuştu. Aktif siyasetten uzaklaştıktan sonra yarıda bıraktığı lise eğitimine Batı Berlin’de devam etmek istedi ama sosyal içerikli derslerin sıkıcılığını görünce çıraklık eğitimini tamamlamayı tercih etti. Okulu bitirince bağımsız, küçük bir yazılım şirketi kurdu. 2002 yılı sonunda, 50 yaşına adım atarken işinden ayrıldı ve siyasi polisiyeler yazmaya karar verdi. Özel dedektif Dengler’in ilk macerası ‘Mavi Liste’yi 2006’da yayımladı ve aynı yıl Alman Polisiye Edebiyat Ödülü’ne değer bulunan bu romanıyla iyi bir çıkış yakaladı. 2006’dan 2020’ye, toplam 10 ‘Dengler Polisiyesi’ yayımlayan Schorlau’nun romanları ZDF televizyonu tarafından TV filmlerine de uyarlandı.
KONUT SORUNU
Wolfgang Schorlau’nun romanları 2016 yılından bu yana Türkçeye de çevriliyor. Bu sayede eski BKA dedektifi Georg Dengler’in beş macerasını ve Claudio Caiolo ile birlikte kaleme aldıkları -şimdilik üç kitaplık- ‘Commissario Morello’ serisinin ilk macerası olan ‘Başıboş Köpek’i okuma fırsatı bulmuştuk.
‘Dengler Polisiyeleri’nin başrolünde bir zamanlar Almanya Federal Polis Teşkilatı’nda çalışan, sonra mesleğine inancını kaybederek emekliye ayrılan ve Stuttgart’a taşınarak hayatını özel dedektif olarak sürdürmeye karar veren Georg Dengler var. Orta yaşların sonunda, karısından ayrılmış. Şimdilerde eski bir aktivist, yetenekli bir hacker ve aynı zamanda usta bir yankesici olan Olga ile yaşıyor. Arada bir Dengler’in ‘dünyayı anlama gayreti içerisindeki’ oğlu Jacob da katılıyor hikâyelere.
Okuduğum ‘Dengler Polisiyeleri’, bugünden geriye doğru giderek Almanya tarihinin gerçek ve travmatik suçlarına odaklanmışlardı. Serinin 10’uncu kitabı ‘Kreuzberg Blues’un hikâyesi ise şimdiki zamanda -yazıldığı 2020’de- COVID-19 salgını sırasında geçiyor.
2020 yılının ilk aylarında, Berlin’in Kreuzberg semtinde bir kundaklama vakasıyla adım atıyoruz hikâyeye. Tuhaf bir kundaklama şekli; Berlin’in bitirimlerinden Matze, saldırgan farelerle dolu bir sepeti apartmana bırakıyor. Fareler bir kiracının, bekâr anne Silke’nin bebeğini yaralayınca olay büyüyor. Zira Silke, Dengler’in sevgilisi Olga’nın eski bir arkadaşı. Olga’nın ricasıyla Berlin’e gelen Dengler soruşturmaya başladığında kolay bir şüpheli çıkıyor önüne; kiracıları tahliye etmek isteyen emlak kralı Kröger...
Konutlar hakkındaki karanlık planlarına rağmen olayı asla üstlenmeyen Kröger, Dengler’i olayı çözmesi için işe aldığında işin ne kadar derine indiği anlaşılır. Dengler ve Olga kendilerini aniden dev şirketlerin konut savaşları arasında bulurlar. Üstelik Wuhan’da başlayan salgını fırsat bilen derin devlet artıkları da kiracıların eylemlerini bastırmak/itibarsızlaştırmak için giderek kaotikleşen atmosferi -mesela aşı karşıtlığını- fırsata çevirmek peşindedir.
Gianfranco Calligarich, Trieste kökenli kozmopolit bir ailenin çocuğu olarak 1947’de Asmara, Güney Afrika’da doğdu. Çocukluğu Milano’da geçti, ardından Roma’ya giderek gazetecilik ve senaryo yazarlığı bölümlerinde okudu. Gazetecilik faaliyetlerinin yanı sıra İtalyan televizyon kanalı RAI için çok sayıda başarılı senaryo yazdı. 1994’te Roma’da XX Secolo adıyla bir tiyatro kurarak oyunların yazarlığını ve yönetmenliğini üstlendi. 1973’te yayımladığı ve kısa sürede külte dönüşen romanı ‘Kentte Son Yaz’ın yanı sıra ‘Posta prioritaria’ (Acele Posta Servisi, 2002), Premio Bagutta Ödülü’ne layık görülen ‘Privati abissi’ (Kişiye Özel Uçurumlar, 2011), ‘Principessa’ (Prenses, 2013), ‘La malinconia dei Crusich’ (Crusich Ailesinin Melankolisi, 2016), ‘Quattro uo mini in fuga’ (Dört Adam Firarda, 2018) ve ‘Una vita all’estremo’ (Uçlarda Bir Yaşam, 2021) romanlarını yayımladı.
HER YOL ROMA’YA ÇIKAR
Hikâyeyi özetlemeden önce -hikâyesi kadar ilginç- yayın serüvenine -‘Yayıncının Notu’ndan yararlanarak- kısaca değinelim: ‘Kentte Son Yaz’ 1973 yılında ‘Yayımlanmamış Eserler’ yarışmasını kazanarak Garzanti Yayınevi tarafından 17 bin adet basılmış ve tümü bir yaz içinde satılıp tükenmiş. Doğal olarak, yeni baskılar yapması beklenilirdi. Oysa kitap 70’lerin sonundan 2010 yılına kadar hiç baskı yapmamış ve kitapçı raflarında bulunmaz olmuş. 2010 yılında hem üniversite tezlerine konu edilmesi, hem adının genç kuşak okuyucuları arasında fısıldanmaya başlaması yayıncıları da uyandırmış. Yeni baskısı büyük yankı uyandırmış, İtalyan edebiyat dünyasında büyük bir keşif duygusu yaratmış. Ama tuhaftır, yeni edisyonun baskısı tükenince kitap bir kez daha bulunmaz hale gelmiş. Ve nihayet 2016 yılında üçüncü yayıncısı ile bir kez daha İtalyan okuyucularla buluşmakla kalmamış, çok sayıda dünya diline de çevrilmiş ve bir başyapıt olarak selamlanmış...
Gianfranco Calligarich, bu kültleşmiş romanında 1960’ların sonlarında Roma’da geçen bir hikâye anlatıyor; genç yaşında ‘tutunamayanlar’ saflarına katılan Leo Gazzarra’nın kara mizah ve hüzünle harmanlanmış hikâyesini...
Leo, yeni bir hayat kurmak, biraz da ailesinden uzaklaşmak için Milano’dan Roma’ya -kendi deyişiyle- “yelken açmış” bir gazeteci. Ancak işini çok geçmeden kaybetmiş. Geçimini edebiyat dergilerine yazılar hazırlayarak ve Corriere dello Sport gazetesinde transkripsiyon yaparak zorlukla temin ediyor. Yine de şikâyetçi değil; deniz kenarında aylak aylak vakit geçirmeyi, yemeyi/içmeyi, arkadaşlarla sohbet etmeyi seviyor. Düzenli bir işte çalışmaktansa parasızlığa katlanıyor ama etrafı Roma’nın ‘Tatlı Hayat’ını sürdüren bohemlerle çevrili.
Leo, unuttuğu 30. yaş gününde, hiç unutamayacağı yağmurlu bir akşamda, içki tüketiminin sabahlara kadar sürebildiği bir yemek davetinde tuhaf bir genç kadınla tanışır. Ele avuca sığmayan, mimarlık eğitimine -şimdilik- ara verdiğini söyleyen, çarpıcı güzellikte bir kadındır Arianna. Aralarında kimin kedi, kimin fare olduğu belirsiz bir kedi-fare oyunu başlar. İki genç, canlılığını günün 24 saati koruyan Roma’nın sokaklarını, barlarını, gözde buluşma mekânlarını, plajlarını gezer, bolca içer, arada bir içkiyi bırakır, sonra yeniden başlarlar. Ne var ki Leo tüm bu canlılığın ortasında içindeki boşluğu doldurmakta zorlanır.
Öngörülemeyen bir ölüm, Leo’nun hayatını geri dönülmez bir şekilde değiştirecektir.
TUTUNAMAYANLAR
Emmanuel Bove, 1898 yılında yoksul bir ailenin çocuğu olarak doğdu. Asıl adı Emmanuel Bobovnikoff’tu. Çocukluk ve gençlik yılları zorluklarla geçti. Garsonluk, bulaşıkçılık, işçilik, tramvay şoförlüğü yaptı. Ancak yazmaya tutkuluydu. Öykülerini bir gazetede okuyan Colette’le tanışması kaderini değiştirdi. Onun desteğiyle yazdığı ilk romanı ‘Arkadaşlarım’ (1924), büyük beğeni kazandı. Çıkan eleştiriler övgü doluydu. Öyle ki Bove’u Proust ve Dostoyevski ile karşılaştıranlar bile olmuştu. Eleştirilerin verdiği destekle, 26 yaşındayken parlak bir başlangıç yaptığı yazarlık kariyerini 1924-1940 yılları arasında yazdığı tam 18 romanla sürdürecek, 1928 yılında Prix Figuiere’e layık görülecekti. Ancak karanlık bir dönemin arifesindeydi Avrupa. Faşizmin yükselişine pek çok yazar gibi Bove da tepkisiz kalmadı, gazete ve dergilerde antifaşist yazılar ve hikâyeler yayımladı. Alman işgali başladığında eserlerini yayımlamayı reddetti ve karısıyla birlikte ‘yeraltı’ hareketine katıldı. 1942’de Cezayir’e kaçan çift, savaş sonunda güçlükle Paris’e geri döndü. Bu aynı zamanda edebiyata da dönüş anlamına geliyordu. Ama ne yazık ki son çalışmalarının yayımlanmasını beklerken ateşli bir hastalığa yakalandı ve 1945’te hayata veda etti. Kısa yaşamına 22 roman sığdıran Emmanuel Bove, savaş sonrasının atmosferinde kısa sürede unutuldu. 1970’lerin sonunda yeni bir edisyonla ve 1987 yılında yayımlanmamış bir romanının ortaya çıkmasıyla hatırlanan bu talihsiz yazar, günümüzde Fransız edebiyatının en önemli isimleri arasında sayılıyor.
HAYAT SANATI TAKLİT EDER
Emmanuel Bove, çoğunlukla toplumda yerini bulamamış antikahramanları merkezine alan romanlarıyla tanınır. Ancak 1926-1936 yılları arasında, muhabir olarak çeşitli gazete ve dergilerde çalışmış ve buradaki deneyimlerini -Pierre Dugast takma adıyla- iki polisiye romana aktarmıştı; ‘La fiancée du violoniste’ ve ‘Le meurtre de Suzy Pommier’, yani ‘Suzy Pommier Cinayeti’.
1932’de yayımlanan ‘Suzy Pommier Cinayeti’ bir filmin gala gecesinde başlıyor. Birkaç filmden sonra dikkatleri çeken genç yönetmen Jean Rivière ile genç ve güzel oyuncu Suzy Pommier’i bir araya getiren ‘Les Deux Mondes’ (İki Dünya) isimli filmin ilk gösterimindeyiz. Yönetmen, hikâyeyi gerçekçi bir şekilde yansıtmak amacıyla o dönem pek de özgürlükçü olmayan gelenekleri eleştirirken yer yer kaba ve şiddet içeren sahnelere yer verdiği için seyircilerden homurtular yükseliyor. Özellikle de film kahramanının savaş gazisi sevgilisi tarafından banyoda öldürüldüğü sahnede:
“Kadın banyoda adamın güçlü kollarından kurtulmak için çırpınırken, adam bütün gücüyle onu suyun altında tutmaya çalışıyor, kameranın objektifi de kadının gücünün azalışını ve nihayetinde öldüğü anı yakalamak için ikisinin etrafında yavaşça dönüyordu...”
Ertesi gün, Paris adli polis müfettişi Hector Mancelle’e bir cinayet ihbarı gelir. Amiri Piget ve yardımcısı Demarte’nin yokluğunda, ‘asıl işi her gün on yedinci bölgedeki otellere giderek yeni müşterilerin isimlerini kaydetmek olan genç müfettiş Hector Mancelle’ olay yerine intikal eder. Öldürülen Suzy Pommier’den başkası değildir ve ilginç olan, tam da filmde canlandırdığı kadın gibi banyo küvetinde boğulmuştur.
Soruşturma başladığında hırslı, hesapçı ama kifayetsiz amiri Piget, kamuoyunun ilgisini çeken cinayetin soruşturmasını fırsata çevirmek isteyecek ve genç kadının -evli- sevgilisinden baskıyla bir itiraf koparacaktır. Ne var ki delilleri, kişileri, olguları titizlikle değerlendiren Hector Mancelle, bu itiraftan ikna olmamıştır. Kariyerini tehlikeye atmak pahasına katili ve cinayet nedenini ortaya çıkarmak için araştırmasına devam eder...
“EDEBİYATIN EDEBİ OLMAMASI GEREKİR”
“Kazuhisa Fukase katildir.” Evet, böyle hızlı, çarpıcı, polisiye/gerilim türünü sevenler için vaatkâr bir cümleyle başlıyor hikâye. Ancak peşin hükümlü olmayın. Zira ‘Katil’in hikâyesi ağır ağır ilerleyecek, zaman zaman suskunlukla kuşatılacak.
İlk bölümde roman kahramanı Fukase’nin gündelik yaşamına odaklanıyor anlatı. Genç adamın ev ve iş yaşamı rutinini, birkaç kişiyle sınırlı çevresini ve yeni tanıştığı sevgilisi Mihoko’yla ilişkisini takip ediyoruz.
Ofis malzemeleri ticareti yapan bir şirkette satış elemanı olarak çalışan Fukase, 20’li yaşlarında, münzevi bir adam. Üç yıldır bu işte ve toplam 18 kişinin çalıştığı bu küçük şirketin hâlâ en genç elemanı. Önemli bir üniversiteyi bitirmesine rağmen önemsiz bir şirkette, önemsiz bir pozisyonda, en büyük merakı -bir sanat haline getirdiği- kahve tutkusu.
“İnsanı sıkacak denli sıradan bir hayatı olduğunu” söylüyor Fukase. Bir taşra şehrinde hemen hemen hiç arkadaş edinemeden büyümüş. Oradan kurtulmanın tek yolunun üniversiteye gitmek olduğunu anlamış ve Tokyo yakınlarındaki Meikyo Üniversitesi Ekonomi Fakültesi Ekonomi Bölümü’ne girmeyi başardığında o taşra şehrini bir daha dönmemek üzere arkasında bırakmış. “Bu yeni cennette nihayet edindiği hayatındaki ilk arkadaşı Yoşiki Hirosawa olmuş.”
Ne var ki bu dostluğun bir facia ile sonlanacağını çok geçmeden öğreneceğiz. Arabasına iliştirilen kâğıtta yazılı “Kazuhisa Fukase katildir” cümlesi işte bu facia ile ilgili.
İkinci bölümde üç yıl öncesinde yaşanan bu olay anlatılıyor. Üniversitenin son yılı. Fukase ile birlikte beş kişilik bir öğrenci gurubu -hepsi de geleceğin planlarını yapmakla meşgul. Fukase’nin hayatında en çok özgüven sahibi olduğu zaman dilimi bu. Herkes onun iyi bir bankaya kabul edileceğini düşünüyor. İşte bu sırada, zengin bir aileden gelen Murray onları dağ evlerinde bir hafta sonu geçirmeye davet ediyor. Murray’in onlara sonradan katılacağı anlaşılınca dört arkadaş zorlu bir yolculukla dağ evine ulaşıyorlar. Yerler, içerler ancak aksilikler de başlar. Murray’i karşılamak için birinin dağdan aşağı inmesi gerekir. Fukase’nin ehliyeti yoktur, diğer ikisi içkili olduklarını söylerler. Görev hem içkili, hem acemi sürücü Yoşiki Hirosawa’ya kalır. Ne yazık ki kötü hava koşullarında yola çıkan Hirosawa, istasyona asla ulaşamayacaktır...
Üç yıl sonra, Hirosawa’yı öldürmekle suçlanan dört arkadaş imzasız mektupları kimin yazdığını öğrenmek isteği ile bir araya gelirler. Fukase, ölen arkadaşının kişiliği ve hayatı hakkında daha fazla bilgi edinmek görevini üstlenir. Soruşturma ilerledikçe Hirosawa kadar kendisi hakkında da çok şey öğrenecektir...
MINATO’NUN ARADIĞI
1914’te Brno’da doğan Bohumil Hrabal, 1934’te Prag Karl Üniversitesi’nde hukuk tahsiline başladı ama 1939’da savaş çıkınca öğrenimine ara vermek zorunda kaldı. Nazi işgali bitene kadar küçük bir kasabada demiryolu işçiliği yaptı. 1946’da hukuk diplomasını aldı ama hayatını kazanmak için çok farklı işlerde çalıştı. Bu sıralarda edebiyata da yönelmiş, Prag’ın yeraltı sanat ve edebiyat çevrelerine katılmıştı. 1948’de şiirlerini topladığı ilk kitabı ‘Kayıp Sokak’ı yayımladı. Sonraki kitapları müstehcenlik ve sansür nedeniyle ancak 1963’ten itibaren özgürlüklerine kavuşabildi. İlk öykü kitabı ‘Derindeki İnciler’ 1963’te, ilk romanı ‘Yetişkinler ve İleri Düzeyde Öğrenciler İçin Dans Dersleri’ 1964’te yayımlandı. 1968 Prag Baharı ile birlikte yeniden yasaklanan kitapları 1970’ten 1989’a kadar ‘yeraltı’ basımlarla yayımlandı. 3 Şubat 1997’de, kaldığı hastanede güvercinleri beslerken pencereden düşerek -veya atlayarak- hayata veda etti.
BİR PALAVRACININ HATIRALARI
‘Yetişkinler ve İleri Düzeyde Öğrenciler İçin Dans Dersleri’ni tamamladığında 50 yaşındaydı Hrabal ama 80 sayfalık tek cümleden oluşan bu kısa romanda özgün anlatı biçimini yakalamıştı; konusunu konu dışına çıkışlarda bulan bir biçimdi bu. Tam da bu nedenle ne anlatıyor sorusunu yanıtlamak bir hayli zor. Bu çabaya girişmeden önce, kitaba eklenen Adam Thirlwell’in kuşatıcı ‘Sonzöz’üne değinmekte fayda var. Belli ki edebiyat ve özellikle Bohumil Hrabal konusunda uzman olan Thirlwell’in yazara ve romanına ilişkin kapsamlı değerlendirmesini mutlaka okumanızı öneriyorum. Okuduğunuz bu yazı da ‘Sonsöz’den yararlanarak hazırlandı.
‘Yetişkinler ve İleri Düzeyde Öğrenciler İçin Dans Dersleri’ gerçeklikle kurmaca ilişkisinin neşeli ve özgün bir örneği. Gerçekliğin nasıl hazin ve ciddi biçimde şekil değiştirip bir kurmaca içine akabileceğinin kaydını tutuyor Hrabal.
Hikâye bir tür birahanede -muhtemelen sessizce bir genelev olarak da işleyen bir birahanede- bir grup ‘genç hanım’a hitaben, 70’ine yaklaştığını neşeyle kabul eden ve özellikle monarşi döneminde başından geçenleri anlatan bir adamın monoloğu şeklinde kaleme alınmış. Doğrusal bir çizgi izlemeyen, çağrışımlar yoluyla daldan dala sıçrayan bir anlatıya tanık oluyoruz.
Hrabal’ın çok sevdiği dayısı Pepin’den esinlenerek yarattığı sevimli palavracının hayatı 80 sayfa içinden cımbızlandığında biraz olsun şekilleniyor: “askermiş ama kunduracı olmak için ordudan ayrılmış. Kunduracılıktan sonra (gene Pepin Dayı gibi) maltçılık işine geçmiş. Çalışmaya tutkun biri. (...) Sokol Jimnastik Kulübü’nün de eski bir üyesi, kendi deyişiyle ‘Mozart gibi duyarlı ve Avrupa Rönesansı’nın hayranı’ olan bir kimse. Çünkü özellikle gönül çelen biri: Avrupa Rönesansı’ndan kastı sekstir (...), ‘dans dersi’ derken de yine aynı şeyi kasteder ve ‘zengin hanımlar her zaman çok romantiktir, bana da o tip tekliflerde bulunurlardı, şirpençeler çıkardı her tarafımda’ diye açıklar kendinden emin bir şekilde...”
Barış İnce, 1982 yılında İzmir’de doğdu. İstanbul Üniversitesi İngilizce İktisat Bölümü’nden mezun oldu YTÜ Siyaset Bilimi’nde yüksek lisans yaptı. Yaklaşık 11 yıl gazetecilik yaptıktan sonra 2017’de ilk romanı ‘Çelişki’yi (Can) yayımladı. İkinci romanı ‘Sarsıntı’yla (Can, 2019) Melih Cevdet Anday Roman Ödülü’nü kazandı. Çocuk ve gençlere yönelik ‘Kıyıdaki Çocuklar’ adlı bir romanı bulunan İnce’nin ‘Kabuğu Kırmak’ adlı bir de belgesel filmi var. Halen İzmir’de yaşıyor ve Edebiyat Atölyesi dergisinin yayın yönetmenliğini sürdürüyor.
DEFİNE PEŞİNDE
‘Köksüzler’, eski evlerinin satışı için Hamburg’dan İzmir’e gelen Nihan’ın uğradığı şaşkınlıkla başlıyor. Kentsel dönüşüme uğramış Bayramyeri taraflarındaki evini bulamamıştır. Bilgi edinmek umuduyla sahibini hayal meyal hatırladığı bir dükkâna girer. İşte tam o anda: “İçeriye 2 kar maskeli adam girdi. Nihan korkuyla yana çekildi. Bir tanesi masanın arkasına geçti, adamın kafasını arkadan tutup masaya vurdu, diğeri boynunu sıktı, ağzından dilini çıkarmaya çalıştı, elinde bıçak vardı. Nihan çığlık atıyordu ama duyan yoktu. Nihan, koştu, koştu... Valizi içeride unuttu...”
Maskeli adamların kimliği, bir sonraki bölümde aydınlanıyor; onlar Kadifekale’de oturan Mardinli bir ailenin çocukları; Vedat ve Hakan. İşin içinde abileri Sinan da var. Aile midye işiyle uğraşıyor. Gündelik geçimlerini zar zor karşılamaktan ve evin her yanına sinen midye kokusundan bıkan delikanlılar ise kurtuluşu başka yerlerde arıyorlar. Hayalleri İzmir’in altında yattığına inanılan gömülerden birini bulmak.
Dükkândan aldıkları valizi teslim etmeye karar verdiklerinde Nihan’la tanışacaklar. Nihan, kendi kültüründen çok uzak olan bu gençleri önce garipseyecek. Ancak özellikle -‘hayat kavgasında şiddeti, hırsı, neşeyi bir arada yaşayan’- Sinan’ı ilginç bulacak. Onlarla biraz takılmanın dönüş bileti cebinde olan bir kadının hayatının geri kalanına, orta sınıf konforuna ne zararı olabilir düşüncesiyle günlerini biraz renklendirmeye karar verecek.
İlerleyen sayfalarda eski arkadaşlarıyla yapılan kısa buluşmalar eşliğinde Nihan’ın hayat hikâyesi biraz daha şekilleniyor. Ama onun kim olduğunun hikâyede fazla bir ehemmiyeti yok. Bu romanın ana karakterlerlerinden biri ama roman kahramanı değil. ‘Köksüzler’in asıl kahramanı -tarihi, coğrafyası, insanlarıyla- İzmir şehri: “İzmir... Yoğuran, kendine benzeten İzmir... Bin yıllık kaypak bir tarihin içinde suyla, denizle, ateşle, alın teriyle... Kanla, tuzla, yakamozla... Alevle, zelzeleyle, ihanetle... Her şeye rağmen içine alan ve yeniden doğuran İzmir...”
Aslında Janet Frame’in kendi hayat hikâyesi de çok acı: 1924’te Yeni Zelanda’da beş çocuklu bir işçi ailesinin üçüncü çocuğu olarak dünyaya gelmişti. Çocukluğu iki kız kardeşinin ölümü ve erkek kardeşinin epileptik nöbetleriyle sarsıntılı geçti. Yoksulluğa ve evdeki karanlık atmosfere rağmen Dunedin College’da İngilizce, Fransızca ve psikoloji eğitimi aldı. Yazar olmak istiyordu ama hayat koşulları onu çalışmaya zorladı. Ne var ki 1945’te sınıf öğretmenliği yaparken bunalıma girince -intihara teşebbüs etmişti- psikolojik gözlem altına alındı. Sonrasında ülkenin korkunçluğu ile ün yapan Seacliff Ruh Sağlığı Hastanesi’ne nakledildi. Bundan sonraki sekiz yılını ‘şizofren’ teşhisiyle çeşitli hastanelerin psikiyatri koğuşlarında geçirecek, teşhisin yanlışlığı yıllar sonra ortaya çıkacaktı. O yıllarda tıp biliminin akıldışı ‘radikal’ tedavisi olan lobotomi işleminden, ilk kitabı ‘The Lagoon and Other Stories’in (1951) Yeni Zelanda’nın en önemli edebiyat ödüllerinden Hubert Church Memorial’ı alması sayesinde kurtulmuştu. Dört yıl sonra son kez taburcu edildi ve Yeni Zelandalı ünlü yazar Frank Sargeson’un himayesinde ilk romanını yazmaya başladı. Dört yıllık çalışmanın ürünü olan ‘Baykuşlar Ağlıyor’ 1957’de yayımlandı. Yeni Zelanda’dan ayrılıp Avrupa’ya yerleşen Janet Frame, uzun kariyerine 11 roman, 5 öykü kitabı, 2 şiir kitabı ve 3 ciltlik bir otobiyografi sığdırdı. 1963’te ülkesine döndü ve Otago Üniversitesi’nden burs aldı. 1990’da Yeni Zelanda Hükümeti Devlet Nişanı sahibi oldu. 2004’te Dunedin’de hayata veda etti.
UNUTMAK MÜMKÜN MÜ?
Janet Frame’in hayat hikâyesini biraz uzun tutmamın nedeni, bu hayatın ‘Sudaki Yüzler’ de dahil olmak üzere pek çok romanının hikâyesiyle örtüşmesi... Her ne kadar girişte “Bu kitap belge formunda yazılmış olsa da kurmaca bir eserdir. Istina Mavet dahil romandaki kişilerden hiçbiri hayatta olan bir insanı betimlememektedir” notu düşülmüşse de ‘Sudaki Yüzler’ yarı otobiyografik bir roman.
Roman kahramanı ve anlatıcı Istina Mavet, geriye/geçmişe dönerek anlatıyor başından geçenleri: “Belalı dönem hakkında yazacağım. Hastaneye yatırılmıştım, çünkü diğer insanlarla aramdaki buz tabakasında büyük bir yarık açılmış ve ben çekiç başlı tropikal köpekbalıkları, foklar ve kutup ayılarının usulca yan yana yüzdüğü mor renkli bir denizde onların dünyalarının benden gittikçe uzaklaşmasını seyrediyordum. Buzun üstünde tek başınaydım.”
Buzun üzerinde kayıp düşmemek için zorlu bir mücadele veriyor Istina Mavet; bir hastaneden diğerine, bir psikiyatri koğuşundan daha da beterine atılarak sürüp giden 10 yıl... Ürkütücü hastane odaları, elektrik şoku tedavilerinin yarattığı acılar, koğuştaki hastalar ve hemşirelerle ilişkilerini dengeleme sorumluluğu ve hep tehdidini hissettiği lobotomi ameliyatına alınma korkusu... Kısacası kurtuluş umudunu hiç yeşertmeyen cehennemi bir dünya...
Tam da bu nedenle hikâyeyi nesnel ve doğrusal bir biçimde özetlemek hiç kolay değil. 1950’lerin Yeni Zelanda’sı özelinden yola çıkan Janet Frame, ruh sağlığı sorunları çeken insanlara tıp biliminden tutun da toplumun her kesimine yayılan önyargılı, dışlayıcı ve aşağılayıcı zihniyeti ortaya koyuyor.
En sonunda taburcu edilir Istina Mavet: “Onlardan diğer tarafa baktım ve onları düşünmemeye çalıştım ve hemşirelerden birinin bana söylediği şeyi kendi kendime tekrar ettim, ‘Hastaneden ayrıldıktan sonra gördüğün her şeyi unutmalısın, hiç olmamış gibi aklından tamamen çıkarmalısın ve gidip dışarıdaki dünyada normal bir hayat sürmelisin.’ Siz de bu belgede yazdıklarımdan onun sözünü dinlediğimi göreceksiniz, değil mi?”
MÜKEMMEL BİR ANLATI
2020 yılında yayımlanan ‘Sessizlik’in hikâyesi 2022 yılının 56. Super Bowl finaline denk gelen günde -13 Şubat’ta- başlayıp bitiyor.
Önce Paris’ten New York’a seyehat eden -orta yaşlarda- bir çiftle tanışıyoruz. Adamın adı Jim Kripps. Bir sigorta şirketinde sigorta eksperi olarak çalışıyor. Karısı Tessa Berens ise şiirleri edebiyat dergilerinde sıklıkla boy gösteren, “Karayipler-Avrupa-Asya kökenli, koyu tenli bir şair. Ayrıca bir internet sitesinde çevrimiçi editörlük yapıyor”. Karı koca bir an önce Newark’a varıp TV’den final maçı izlemek derdindeler.
Aynı saatlerde Newark’ta: Diane Lucas ve Max Stenner, Superscreen kanalının açık olduğu televizyonun karşısında oturmuş Amerikan futbol sezonunun final maçını bekliyorlar. 37 senelik evlilikleri mutsuz değil ama ‘korkunç bir rutine binmiş’. Diane, emekli bir profesör. Evde bir de konukları var; Diane’nin eski öğrencisi, 30’larının başındaki Martin; Bronx’ta yalnız yaşıyor, aynı semtte bir lisede fizik öğretmenliği yapıyor.
Her şey yolunda giderken ekran ansızın kararır. Cep telefonları da kapanmıştır. “Kadın odanın öbür ucunda duygusal nedenlerle tutulan bir yadigâr olan sabit telefona yönelir” ama o da, bilgisayarları da cansızdır.
Aynı saatlerde Jim Kripps ve karısının uçağı piste neredeyse çakılarak inmiştir. Hafifçe yaralanan Jim’in tedavisi için gittikleri hastanenin hemşiresi durumu şöyle özetleyecektir:
“Bugün önüme gelen herkesin bir hikâyesi var. Siz ikiniz uçak kazasısınız. Başıboş metrolarda, iki kat arasında kalan asansörlerde, sonra boş ofis binalarında, çıkışları kapanan mağazalarda mahsur kalan başkaları var. Yaralı insanlar için burada olduğumuzu söylüyorum onlara. İçinde bulunduğumuz durumla ilgili tavsiye vermek değil işim. İçinde bulunduğumuz diyorum da, o durum ne sahi?... Size şu kadarını söyleyebilirim, her ne oluyorsa teknolojimizi çökertti... Güvenli cihazlarımıza, şifreleme sistemlerimize, tweet’lerimize, trollerimize, botlarımıza kendimizi teslim etmeye karar verdiğimiz andaki o gözü karalık nerede şimdi?”
Çift geceyi geçirmek için arakadaşlarının -Diane Lucas ve Max Stenner çiftinin- evine güç bela ulaşacaklar ve Einstein takıntılı Martin’in komplo teorileri eşliğinde endişeli bir bekleyiş başlayacaktır...
‘Sır’ın, ‘Cleave Üçlemesi’nin ikinci kitabı olduğunu Cass Cleave sahneye çıktığında fark ettim. Üçlemenin ilk kitabı ‘Güneş Tutulması’ (Can Yayınları) daha önce Türkçeye çevrilmiş, tiyatro oyuncusu Alexander Cleave ve kızı Cass Cleave ile tanışma fırsatı bulmuştuk. ‘Sır’da genç kızı daha yakından tanıyacağız. Üçleme -henüz Türkçeye çevrilmeyen- ‘Ancient Light’ (2005) ile noktalanacak. Ancak eklemek gerekir ki üçlemede yer alan kitaplar her ne kadar geçmişin yansımalarıyla birbirleriyle bağlantılı olsalar bile her birinin hikâyesi bağımsız ve sıra izleyerek okumayı gerektirmiyor.
Cass Cleave, ‘Sır’ın ana karakterlerinden biri ama romanın asıl kahramanı Axel Vander; eğitimini ABD’de yapmış, ünlü bir Avrupalı edebiyat profesörü. Geçmişte yaşanmış bir olayın bakiyesi olarak, bir ayağı aksak, bir gözü kör. Daha önceki kitaplarında da yer verdiği tipte kibirli, otoriter, cinsiyetçi, narsist, huysuz, yaşlı bir adam. Başkalarının hayatlarını hiç önemsemiyor. Kısacası, kelimenin anlamını dolduracak şekilde kötü bir karakter.
Vander ile kafasındaki sesle konuşurken karşılaşıyoruz. Sesin sahibi yıllar önce kaybettiği karısı Magda. Yıllarca Axel Vander’in sessiz destekçiliğini yapan kadın, hayatının son yıllarını bunamış bir halde geçirmiş ve bilinçsizce içtiği haplarla hayata veda etmiş. Magda’yı hatırlarken pişmanlıkla karışık bir huzursuzluk duyduğu seziliyor. Ama Axel Vander’in huzursuzluğunun asıl nedeni tanımadığı bir kadından aldığı mektup. Zira Belçika’dan -Antwerp’ten- yollanan mektupta meçhul kadın Alex Wander hakkındaki gerçekleri bildiğini söylüyor. Yaşlı adam önce kaçıp ortadan kaybolmayı düşünecektir. Sonra Torino’daki konferansa katılıp kadınla orada yüzleşmeye karar verir. Torino’da eski tanıdıklarla karşılaşır, geceleri halüsinasyonlar görür ve nihayet mektubu gönderen kadınla yüz yüze gelir. Tahminlerinin aksine, karşısına İrlandalı, kırılgan genç bir kadın çıkmıştır; Catherine Cleave, ya da kısaca Cass...
İlerlemiş yaşı ve tükettiği alkol miktarıyla zihni karışık, gerçeği kurgudan ayırt etmekte zorlanan Vander ile sanrılarla, kafasında dolaşan seslerle boğuşan Cass -yani bu iki hasarlı insan- arasında tuhaf bir ilişki başlar. Cass, Vander’in geçmişindeki sırlara doğru isteksiz yolculuğunun ateşleyicisi olmuştur. Ne var ki ilişkileri karanlıktır ve trajedinin sonu daha başından bellidir...
DİLİN TADINA VARMAK İÇİN
Bir röportajında hem roman yazmayı hem de kendi romanlarını sevmediğini söyleyen Banville’e göre en iyi romanlarının başında ‘Sır’ geliyor: “Sır, benim değer verdiğim ama başkalarını dehşete düşüren canavar çocuğum. Garip olan şu ki, tüm sertliğine rağmen, bir tür aşk hikâyesi”. Ahlakçı bir refleksle gerçekleri örtmek yerine gerçekliğin sertliği ve dehşetiyle yüzleştiğinde edebiyatın daha iyi olacağı fikrini savunan Banville, şunu da eklemiş: “Ancak bir okuyucunun kolayca sevebileceği bir kitap değil”...
Mario Vargas Llosa’nın pek çok romanı Türkçeye çevrilmişti ama sıra ‘Katedral’de Sohbet’e gelmek bilmedi. Oysa yazarın en sevdiği romanıydı: “Defalarca yeni baştan yazdıktan sonra 1969’da Porto Riko’da bitirdim. Hiçbir romanım bana onun kadar emeğe mal olmadı. Eğer yazdıklarım arasında yangından sadece bir romanımı kurtarmak zorunda kalsaydım onu kurtarırdım.”
Gerçekten de ilk cümlesinden sonuna kadar üzerinde çok çalışılmış, 800 sayfalık hacmiyle dev bir roman okuyoruz. Hikâye 1960’ların ortalarında, 30 yaşındaki genç gazeteci Santiago Zavala, kafasında birbir çeşit karanlık düşünceyle Lima sokaklarında dolaşırken başlıyor:
“Santiago’nun La Crónica’nın kapısından Tacna Caddesi’ne yönelttiği bakışlarında sevgi okunmuyor; otomobiller, birbiriyle alakasız ve renksiz binalar, pusun içinde süzülen ışıltılı ilanların iskeletleri, gri öğle vakti. Acaba Peru tam olarak ne zaman çuvallamıştı? Gazete satıcısı çocuklar Wilson Caddesi ışıklarında durmuş araçların arasında gazetelerin son baskılarını bağırarak dolaşırken, o yavaşça Colmena Caddesi’ne doğru yürümeye başlıyor. Elleri cepte, başı öne eğik, kendisi gibi San Martín Meydanı’na doğru ilerleyen yayaların arasına karışıyor. O da Peru gibiydi, bir yerde çuvallamıştı. Düşünüyor: Acaba nerede?...”
Tam bu sırada babasının eski şoförü Ambrose’a rastlıyor. Geçmişe dair öğrenmek istedikleri konular olduğu için Ambrose’u Katedral adlı bara davet ediyor. İki adam dört saat boyunca içtikleri biralar eşliğinde Odría diktatörlüğü dönemini (1948-1956) konuşuyorlar. Diyaloglar arasında gidip gelinen hatıralar eşliğinde Santiago Zavala’nın hayat hikâyesi bütünlük kazanıyor.
Santiago Zavala, Peru’nun varlıklı işinsanlarından ve Odría’nın diktatörlüğünün destekleyicisi Don Fermin’in oğlu. Üniversitede komünist öğrenci grubuna katılmış, edebiyatla da yakından ilgili bir genç. Bu nedenle babasıyla arası açık. Ne yazık ki arkadaşlarıyla da ayrı düşmüş. Aslında kendiyle hiç barışık değil: “Çünkü ben tehlike karşısında büzüşen ve hareketsiz kalıp ayaklar altında ezilmeyi ya da kafalarının kesilmesini bekleyen o hayvancıklar gibiyim. (...) İnançsız ve üstelik çekingenim, bu tıpkı aynı anda hem frengili hem de cüzamlı olmak gibi bir şey.”
Zamanlar zamanlara, hayatlar hayatlara karışırken Santiago’nun pişmanlıkları, Zavala ailesinin sırları ve Peru tarihinin bu karanlık dönemi biraz olsun aydınlanacak -ama geleceğe dair hiçbir umut barındırmadan...
BÖLÜNMÜŞ BİR KİŞİLİK
‘Bay Cadmus’un kahramanlarıyla 1981 yılının sonlarında, İngiliz kırsalındaki küçük bir köyde karşılaşıyoruz:
“Küçük Camborne’un doğu ucunda üç kır evi yan yana dizilmişti(...) Bu evlerin ilkinin sahibi Maud Finch’ti. Elli beş yaşındaki Bayan Finch hâlâ çakı gibiydi; katı fikirleri vardı, onları ifade ediş biçimi de katıydı. Epey sade giyinirdi, uzaktan kadın mı erkek mi olduğunu anlamak güçtü. Üçüncüsünde Millicent Swallow yaşıyordu. Bayan Swallow yumuşak huylu ve uyumlu bir kadındı; Bayan Finch’ten gençti, komşusuna göre ‘pek sağı solu belli olmayan biri’ idi.”
Bu iki kadın yıllardır sıkı bir dostluk sürdürüyorlar. Aralarında kalan ev ise önceki sahibinin ani ölümünden beri boş. Ve bir gün boş evin kapısına eşya yüklü bir kamyonet ve sarı bir araba yanaşıyor. Sarı arabadan yeşil pantolon ve kırmızı kazak giymiş bir adam iniyor, onu pencerelerinden izleyen kadınlara öpücükler yollayarak boş eve yerleşiyor: ”Bay Cadmus gelmişti.”
Akdeniz’de küçük bir adadan, Caldera’dan geldiğini söyleyen Theodore Cadmus, her iki kadının da yüreğini hoplatmıştır. Bir yabancıdan duyulan tedirginlik Bay Cadmus’un iltifatları ile giderilir ve komşuluk ilişkisi sıcak bir dostluğa dönüşür. Bay Cadmus, yabancılığını kısa sürede üzerinden atarak köy hayatına hızla adapte olur. Kendi iç diamikleri ile değişmesi mümkün görünmeyen bu küçük köyün hayatı Bay Cadmus’un gelişinden etkilenmiştir. Öte yandan köyün sakin hayatı birtakım polisiye vakalardan da etkilenmeye başlar. Postanede silahlı soygun, yakındaki kasabanın kadınlarına musallat olan ‘Barnstable Canavarı’nın Camborne’e geldiği söylentileri, kilisenin soyulması, kilise papazının ortadan yok oluşu ve en nihayetinde II. Dünya Savaşı’na katılmış birliğin emekli askerlerinden birkaçının beklenmedik ölümleri... Lakin köy sakinlerinin, özellikle de Maud ve Millicent’in Bay Cadmus’tan şüphelenmesi için bir neden yoktur.
Buna karşılık okuyucu olarak bizler Maud, Millicent ve Theodore Cadmus hakkında edindiğimiz bilgiler eşliğinde tekinsiz bir atmosfere girdiğimizi hissediyoruz.
Hikâye ilerledikçe üçlü arasındaki ilişki daha karmaşık bir hal alır, geçmişin sırları biraz daha aydınlanırken açgözlülük, kıskançlık, intikam gibi duyguların etkisindeki roman kişileri ölümcül bir girdabın içine sürüklenecekler...
FARKLI BİR ACKROYD ROMANI
Téa Obreht (Bajrakteravic), 1985 yılında eski Yugoslavya’nın Belgrad şehrinde dünyaya geldi. Slovenyalı büyükbabası ve Bosnalı büyükannesiyle büyüyen Obreht, savaşın gölgesindeki Yugoslavya’yı 1992 yılında terk ederek ailesiyle önce Kıbrıs’a, ardından Mısır’a gitti. 1997’de ABD’ye yerleşen Obreht, 2010’da yayımlanan ‘Kaplanın Karısı’ adlı ilk romanıyla Orange Ödülü’nü alan en genç yazar oldu. Öykü ve makaleleri Zoetrope, The New Yorker, Harper’s ve The Guardian gibi dergi ve gazetelerde yayımlandı. New Yorker dergisinin 2010 yılında duyurduğu, gelecek vaat eden ‘40 yaşın altındaki 20 yazar’ seçkisinde yer alan en genç isim olan Obreht, zamanımızın en yetenekli edebiyatçıları arasında sayılıyor.
ZAMANLAR VE MEKÂNLAR BİRBİRİNE KAVUŞTUĞUNDA
‘Bozkır’, ABD sınırları içinde farklı mekânlarda ve farklı zamanlarda ilerleyen iki hikâye biçiminde kurgulanmış. 1853’te başlayan ilk hikâyenin anlatıcısı Lurie Mattie, Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkan topraklarından gelen göçmen bir ailenin çocuğu. Küçük yaşta iki arkadaşıyla birlikte çete kurmuş, soygundan adam öldürmeye kanunsuz işlere karışmış ve ismi arananlar listesinin başlarına yazılmış. Arkadaşları öldükten sonra kirli işlerden uzaklaşsa bile peşine düşen inatçı Şerif Berger’den kaçmak zorunda. Tesadüfler karşısına ABD’nin yeni kurulmuş Deve Taburu’nu -ve yavru deve Burke’u- çıkardığında bambaşka bir hayat açılıyor önünde. Develeri süren Hacı Ali ve ekibinin de Balkanlar’dan gelmiş olması sayesinde -etrafındaki hayaletlerin dışında- yeni arkadaşlar edinen Luire, Teksas’tan başlayıp Arizona’da sonlanan uzun ve macera dolu bir yolculuğa çıkıyor.
Lurie’nin hikâyesi uzun yıllara ve binlerce millik bir alana yayılırken, onu kesen ikinci hikâye 1893 yılının tek bir gününde, Arizona’nın küçük bir kasabasında -Amargo’da- geçiyor. Üçüncü tekil şahıs anlatısıyla aktarılan bu hikâyenin kahramanı Nora, 40’ına yaklaşan, üç erkek çocuğunu, verimsiz arazilerini ve hayvanlarını çekip çevirmesini beceren dirayetli bir kadın. Kocası Emmet ise yerel bir gazetenin sahibi ve editörü. Onunla tanıştığımız gün Nora toprakları ve hayvanları kıran susuzlukla baş etmeye çalışıyor. Onu endişelendiren başka dertler de var. Mesela gittiği kentten iki gün önce dönmesi gereken kocasından henüz bir haber çıkmaması. Delikanlılık çağındaki iki oğullarının hâlâ eve dönmemeleri. En küçük oğlu Tobby ve kocasının yeğeni Josie’nin söz ettiği canavar... Amargo’nun kasaba olma özelliğini yitireceği, böylelikle toprakların zengin sığır sahiplerinin otlağına dönüşeceği düşüncesi de dolanıyor zihninde. Nora’yı rahatlatan yegâne şey, yıllar önce ölen kızı Evelyn ile sürdürdüğü diyaloglar...
Lurie’nin yıllarla, Nora’nın saatlerle ilerleyen zaman sayacı aynı anı gösterdiğinde, ruhların musallat olduğu bu iki karakterin kaderleri kesişecek. Ve roman kahramanlarının hayatları artık tek bir hikâye içinde baş döndürücü, sürpriz bir finale doğru sürüklenecek...
Armağan Tunaboylu, 1962 yılında doğdu. Galatasaray Lisesi’ni, ardından Dokuz Eylül Üniversitesi, GSF Sinema Bölümü’nü bitirdi. Gazetecilikten reklam yazarlığına, pazarlamacılıktan televizyon dizilerine birçok işte çalıştı. Polisiye roman okuma tutkusu sonunda yazmaya dönüştü. 2004 yılında basılan ilk romanı ‘Yıldız Cinayetleri’, 2016’da ‘Şeytan Tüyü’ adıyla sinemaya uyarlandı. ‘Karakol Cinayetleri’yle (2016), Dünya Kitap Yılın Polisiye Ödülü’nü kazandı. Polisiye Yazarlar Birliği yönetiminde bulunan Tunaboylu’nun ‘Metin Çakır Polisiyeleri’ dizisindeki beş kitabının dışında ‘Cinai Tuhaflıklar’ adıyla bir de öykü kitabı var.
KİTABINA UYGUN BİR CİNAYET
‘Berkun İstanbullu Polisiyeleri’nin bu ilk macerası ‘Polisiye Yazarın Ölümü’nde, ayrıntılı bir cinayet sahnesiyle başlıyor hikâye... Bu sahnenin bir romandan alındığını az sonra öğreneceğiz. Ama daha öncesinde, Berkun İstanbullu ve ekibiyle birlikte Fatih’in arka sokaklarındaki bir cinayet mahalindeyiz. Bu kez pencerenin dibine sıralanmış üç ceset var karşımızda. Öldürülen üç erkek de Suriyeli. Berhun İstanbullu, cinayetlerin insan kaçakçısı çeteler arasındaki pay kavgasının sonucu olduğunu hemen fark ediyor. Ne var ki ansızın gelen bir haber Suriyeli cinayetlerini ikinci plana itecektir. Zira İskender Emre isimli ünlü ve çok satar polisiye yazarının cesedi arabasında yanmış halde bulunmuştur.
İskender Emre’nin bilgisayarından çıkarılan son romanını okuyan Berkun İstanbullu, yazarın kurban gittiği cinayetin tıpkı romanda anlatıldığı gibi işlendiğini fark eder. Buna karşılık roman beklemediği kadar basit ve berbattır. Üstelik romanın künyesinde partneri Nihat Akik’in adı da yoktur. Berkun İstanbullu, ayrılığın nedenini öğrenmek için Nihat Akik’e ulaşmak isteyecektir.
Nihat Akik’in bu zamana kadar yüzünü kimseye göstermeyen, hiçbir yerde kaydı bulunmayan bir adam olması işleri zorlaştırır. Tahkikat ilerleyip İskender Emre’nin özel hayatı mercek altına alındığında işler daha da karışır. Edinilen bilgilere göre Nihat Akik, Diyarbakır Cezaevi’nde yatan bir mahkumun kod adıdır. Örgüt arkadaşları bile asıl ismini öğrenememiş, ziyaretine gelip gideni olmamış, türlü işkenceden geçip tahliye olduktan sonra İngiltere’ye yerleşmiş, orada tanıştığı İskender Emre ile birlikte polisiye romanlara yazmaya başlamıştır.
Berkun İstanbullu, amirlerinin ayak diremesine rağmen çete savaşına kurban giden Suriyeliler’in katillerinin de peşindedir. Ve çok geçmeden Suriyelilerin ölümleriyle yazar İskender Emre’nin ölümü hiç beklenmedik biçimde kesişecektir...
METİN ÇAKIR’DAN BERKUN İSTANBULLU’YA
Algan Sezgintüredi, romanları ve çevirileriyle edebiyat -özellikle de polisiye- okuyucularının yakından tanıdığı bir isim. 2006 yılında ‘Katilin Şeyi’ ile başlayıp 2014’te ‘Maktulun Şansı’ ile sonlandırdığı beş kitaplık dizisi mizah dolu anlatımı, parodisi ve gerilimiyle gerçekten de ‘nev-i şahsına münhasır’ diyebileceğim polisiyelerdi.
Mesut Demirbilek
Mesut Demirbilek ise ’Cinayet Sohbetleri’ (2016) başlıklı iki anı kitabı yayımlamış olmakla birlikte, okuyuculardan ziyade teşkilattakilerin tanıdığı bir isim. Polis Koleji’ni ve Polis Akademisi’ni bitirdikten sonra yaklaşık dokuz yıl İstanbul Cinayet Bürosu’nda dedektif olarak görev yapan, New York’ta -John Jay College of Criminal Justice’de- ‘Suç Araştırmaları ve Teknolojileri’ üzerine yüksek lisansını tamamlayan Demirbilek, 2002 yılında Türkiye’ye döndükten sonra emniyet teşkilatının çeşitli bölümlerinde yöneticilik yapmış, 2005’te emniyet müdürü rütbesindeyken emekliye ayrılmıştı.
CİNAYET BÜRO’NUN DEVEDİKENİ
1 Temmuz 1987, çarşamba günü, Sirkeci’deki Sanasaryan Han’ın kapısından genç bir adam giriyor içeri:
“Mavi, boncuk gözler. Tertemiz tıraşlı, akça pakça bir yüz. Alabros saç. Sevimli, sıcak bir gülümseme. Makaslık yanaklar. Açık gri takım elbise, bordo kravat, beyaz gömlek, cilalı ayakkabılar. Kırışıksız. Ne kokuyordu? Losyon, herhalde. İşe bak. Kız istemeye gelmiş sanki. Ne sıska ne toplu; ne uzun ne kısa. Genç...” 22 yaşındaki bu genç adam henüz bir buçuk haftalık polis akademisi mezunu Mutlu Kavgaz (Kavgaz, Edirne’de bir yer adı ama aynı zamanda ‘devedikeni’ anlamına geliyor).
“İki gün önce trene binerken, sıkı dur İstanbul” demiş içinden, “sıkı dur, cinayet büro: Komiser Columbo geliyor. Dedektif Baretta geliyor.” Mutlu Kavgaz’ın hedefi izlediği TV dizileri sayesinde hayranlık duyduğu bu iki dedektifin yolundan gitmek: “Hem Columbo hem Baretta olacaktı Mutlu Kavgaz. İkisinin melezi olacaktı: Hem kafa çalıştırıp şüphelileri konuşturacak hem gerektiğinde silahı çekip vuruşacak, canlara kıyanları yakalayacaktı.”
Akademinin parlak öğrencilerinden olan Mutlu Kavgaz, cinayet büroya kabul edilecektir. Ne var ki eylül ayı geldiğinde, geçen iki aylık sürede sahaya çıkmayan, götürülmeyen, aslında götürülmeyi talep de etmeyen tek çaylak Kavgaz’dır ve -giyimi, kuşamı, konuşma tarzı, masa başı çalışmaya yoğunlaşmasıyla- diğerlerinin alay konusudur. Biraz burukluk yaşasa bile tutumunu değiştirmez; sabreder, gözlemler, teşkilatın işleyişini anlamaya ve çevreyi tanımaya çalışır. Beklediği fırsatı çok geçmeden yakalar. 7 Eylül günü Belgrad Ormanı’nda bulunan bir kadın cesedini inceleyen ekibe Murat Kavgaz da dahil edilir. Ama kariyerini etkileyecek asıl soruşturma ekim ayında, Bakırköy sahiline vuran kesik bir el ile başlayacaktır. Murat Kavgaz, yardımcıları Mümin ve Ayhan ile birlikte önce kesik elin kime ait olduğunu, sonra korkunç bir cinayete kurban gidip gitmediğini öğrenmek için yola koyulurlar. Elin sahibinin bir ‘çantacı’, yani kuyumculara çalışan bir satıcı olduğunu anlaşılır. Sıra katili bulmaya gelmiştir...
‘Uyarlama’ sözcüğü küçümseme anlamına gelmesin. ‘Dunbar’, Hogarth Press’in 2012’de başladığı ‘Shakespeare Yeniden’ projesi kapsamında kaleme alınmış bir roman. Projede pek çok tanınmış yazar Shakespeare’in popüler oyunlarını, modern zamanlarda geçen hikâyelerle yorumladı. Türkçeye de çevrilen dizide -şu ana kadar- ‘Kış Masalı’, ‘Fırtına’, ‘Hırçın Kız’, ‘Macbeth’, ‘Venedik Taciri’, ‘Othello’, ‘Hamlet’ oyunları -sırasıyla- Jeanette Winterson, Margaret Atwood, Anne Tyler, Jo Nesbo, Howard Jacobson, Tracy Chevalier, Gillian Flynn tarafından romanlaştırılmıştı.
UZUN BİR YOLCULUK
Edward St. Aubyn, projeye -çok sevdiği ve etkilendiği- ‘Kral Lear’ı hazırlamak için bizzat başvurmuş... Shakespeare’in 12. yüzyılda yazılmış bir öyküden esinlenerek yazdığı ‘Kral Lear’ı pek çoğunuz hatırlarsınız. Kısa özetiyle, yaşlı İngiltere Kralı, imparatorluğun yönetimini ve kendine ait mülkleri üç kızı arasında paylaştırmaya karar verir. Narsist, öfkeli, adalet duygusu azgelişmiş Kral, kızlarını toplayarak onlara kendisini ne kadar sevdiklerini sorar. Kötü kalpli ve sinsi iki büyük kızı babalarını göklere çıkararak anlatırlar sevgilerini. Küçük kızı Cordelia ise babasına duyduğu hisleri doğal cümlelerle ifade edecektir. Bunu sevgi eksikliğine yoran Lear hiddetlenir, Cordelia’yı mirasından mahrum bırakır ve sürgüne gönderir. Ne var ki yönetimi ele geçiren büyük kızlar, iktidar sarhoşluğuyla babalarının bütün gücünü çekip alırlar. Bir zamanlar bastığı yeri titreten yaşlı adam artık bir meczuba dönüşmüştür. Yakınlarının yardımıyla düşkün bir halde Cordelia’nın sevgisine ve merhametine sığınır. Toparlandığında kendine bağlı adamlarını toplar, büyük bir taht kavgası başlar...
Edward St. Aubyn’in romanındaki Dunbar karakteri işte bu kralın, Kral Lear’ın modern dünyada yeniden hayat bulmuş bir hali. Elbette kral değil ama gücü krallarla boy ölçüşebilecek kadar sınırsız bir işinsanı; o, Kanadalı medya kralı Henry Dunbar.
Henry Dunbar, şimdi 80’li yaşlarında, şirketteki yetkilerini devrettiği büyük kızları tarafından -rüşvet ve cinsellikle baştan çıkardıkları Dunbar’ın doktoru yardımıyla- İngiltere’nin kırsal kesimindeki bir bakımevine kapatılmış, zihni verilen ilaçlarla felç edilmiş durumda.
Kızların en küçüğü ve Dunbar’ın gözbebeği Florance ise ailesiyle sakin ve sessiz bir hayat sürdürmek için şirket işlerine girmeyi reddetmiş, hisselerini alarak Wyoming’deki bir çiftliğe yerleşmiş. Bu nedenle kendisine öfkelenen babasına ulaşmaya çalışsa da ablaları tarafından engelleniyor.
1942’de Amerika’nın New Jersey eyaletinde doğan Donna Leon, 1965’te ülkesinden ayrılarak uzun yıllar Venedik’te yaşamış, bir üniversitede edebiyat dersleri vermiş, 2020’de İsviçre vatandaşlığına geçerek Grisons Dağları’ndaki küçük bir köye yerleşmişti. Edebiyatın yanı sıra klasik müzikte de söz sahibi. Handel uzmanlığıyla tanınıyor ve operalar için liberottolar yazıyor. Bunlar değerli faaliyetler ama Donna Leon’u ayrıcalıklı kılan asıl neden İtalyan ruhuna uygun polisiye metinler üretmesi.
1992’den 2022’ye, 30 yıla yayılan 32 Komiser Brunetti Polisiyesi, serinin ne kadar ilgi topladığının açık bir kanıtı. Oysa serinin ilk romanı ‘Operada Cinayet’i yazarken hiç de iddialı olmadığını söylüyor: “Tek yapmak istediğim bir kitap yazmaktı. 32 kitaba ulaşacağını aklımdan geçirmiyordum. Bir orkestra şefinin öldürülmesi fikrine kapıldım ve bu konuda bir cinayet gizemi yazıp yazamayacağımı merak ettim. Ve denemeye karar verdim. Ama o zaman bile Brunetti’yi sevdiğim biri yapacak kadar sağduyuluydum. İyi bir adam, entelektüel ve etik açıdan ilginç bir adam.” Kısacası, bildiklerini ve sevdiklerini yan yana getirmiş: Venedik kentini, operayı ve sağlam karakterli bir adam tiplemesini. ‘Operada Cinayet’ Venedik operasının sergilediği ‘La Traviata’ konseriyle açılıyor. Klasik müzik ve opera tutkunu olan Komiser Brunetti de karısı Paolo ile konser salonunda. Orkestrayı ünlü şef Helmut Wellauer’in yönetmesi kentte heyecan yaratmış. Ama asıl heyecan Wellauer’in iki perde arasında acı içinde can vermesiyle yaşanacaktır.
Brunetti kolları sıvar; amirlerinin baskısına rağmen ağır ağır ilerler, suçun nedeninin kurbanın geçmişindeki sırlarla ilgili olduğunun farkındadır. Nazi dönemine uzanacak bir zaman yolculuğu büyük bir ahlaksızlığı ve koyu bir nefreti ortaya çıkarır. Sona gelindiğinde Brunetti yasa ile adalet arasında, yasaların emrettiğiyle kendi doğruları arasında seçim yapmak zorunda kalacaktır.
Ayrıksı Yayınları’nın yeni ‘Komiser Brunetti’ edisyonu bu macerayla başlıyor. Venedik’te -yüzyıllar boyu hayranlık uyandırmış, pek yazara/sanatçıya ilham vermiş rüya gibi bir kentte- geçmesine rağmen Donna Leon’un polisiyeleri -kısa tanıtımlarından anlaşılacağı üzere- rahatsız edici ama çok önemli meselelere açılan romanlar. Söz konusu meseleleri şimdilik erteleyip önceliği ‘seri’ye mükemmel bir atmosfer katan mekân kullanımına vermek istiyorum: Donna Leon’un bütün romanlarında mekân Venedik’tir, kent hikâyelere rengini veren bir karakter olarak katılır öykülere. Kanallar üzerinde kurulan bu ilginç kentin eski evleri, sokakları, gondolları, zenginlerin ‘pallazzo’ları, metruk mahalleleri hikâyeleri zenginleştirir. Sisiyle, ışıltısı ve karanlığıyla Venedik şehri mükemmel bir polisiye atmosfer yaratır.
Venedik, yalnızca suç kurgusunu işlemeye elverişli bir dekor değil; kent aynı zamanda ‘en sinsi yolsuzlukları içinde barındıran’ bir toplumun çarpıcı bir metaforu. Leon, Venedik’in geçirdiği değişimin, aristokrat görünümün altındaki kirin/pasın farkındalığıyla kendisinin ve şehrin hüznünü Brunetti’nin karakterine ve polisiye örgüye çok iyi yedirmiş.
Donna Leon polisiyeleri mekân, kurgu, muamma ve karakterler açısından çok başarılı. Ama serinin en büyük kozu hiç şüphesiz Komiser Guido Brunetti. Dış dünyaya biraz karamsar ve kinik bir ruh haliyle bakıyor. Buna karşılık mutlu bir aile yaşantısı, karısı -üniversite öğretim görevlisi- Paola ile uyumlu bir birliktelikleri, iki de çocukları var. İlk macerada oğulları Raffaele 16, kızları Chiara 13 yaşında. Polisiyelerin alışılageldik -yalnız, melankolik, alkolik ve işkolik- dedektif tiplemelerinin aksine çok sade bir hayat sürdüren Brunetti, polisiye edebiyatın klişelerinin dışına çıkan inandırıcı bir karakter. Gerçeği ortaya çıkarmak konusunda kararlı ama üstleriyle kapışmayacak, güçlü kişileri, siyasi erk sahipleri doğrudan karşısına almayacak kadar pragmatist. Suçun toplumsal nedenlerini, kapitalizmin yarattığı çürümeyi bilecek kadar aydın bir insan.
SİYASİ POLİSİYE NEDİR?
Sally Rooney, 1991’de İrlanda’da, Castlebar kasabasında doğdu ve orada büyüdü. Trinity College’da İngiliz edebiyatı okudu, Amerikan edebiyatı bölümünde yüksek lisans yaptı. İlk romanı ‘Arkadaşlarla Sohbetler’ (Monokl) 2017’de, ‘Normal İnsanlar’ 2018’de (Can) yayımlandı. ‘Normal İnsanlar’, Hulu ve BBC tarafından diziye aktarıldı. Rooney, halen Dublin’de yaşıyor.
NORMAL İNSANLAR, GERGİN İLİŞKİLER
İlk iki romanıyla -popülerlik ve çok satarlık anlamında- zirveye çıkmayı başarmış Rooney. Anlattığı hikâyeler gençler arasındaki inişli çıkışlı ilişkiler ve imkânsız aşklar hakkındaydı. İmkânsızlığını nedeni Rooney’in ‘normal’lerinin arızalarından kaynaklanıyordu; özellikle de kadın karakterlerin. Söz konusu karakterler bu çağın okuyucusunda karşılık bulmuş olmalı ki Rooney’i bir anda bulutların üzerine taşıyıverdi. Yeni romanı ‘Güzel Dünya, Neredesin?’de yine benzer -arızalı- karakterlerin yer aldığı gergin ilişki ve aşkları anlatıyor ama kendisini içinde bulduğu peri masalını -şöhreti ve parayı- da sorguluyor.
Okuduğumuz, -yazarı gibi- üniversiteyi Trinity College’da okumuş, Marksizmle tanışmış, gerek edebiyat gerek siyaset konusunda birikimli iki arkadaşın hikâyesi. Alice ve Eileen, şimdilerde 30’lu yaşlarındalar. Alice, yazdığı ilk romanla başarıyı ve parayı yakalamış genç bir yazar. Eileen ise bir edebiyat dergisinde az bir parayla çalışıyor. Onları mutsuzlukları ve geçmişteki dostlukları yakınlaştırıyor birbirine. Sıklıkla görüşmeseler bile e-mail aracılığıyla yazışıyorlar. Sadece hal hatır soran yazışmalar değil; ülkelerindeki muhafazakârlıktan tutun da Berlin Duvarı’nın yıkılmasına, hayatın anlamını sorgulamaktan böyle bir hayat içinde edebiyatın rolünü sorgulamaya, aşka ve cinselliğe dair çok uzun tartışmalar...
Alice, yazarlık serüveni ve dile getirdiği görüşlerle Sally Rooney’i mutlaka çağrıştıracaktır. Ne var ki Eileen’e gönderdiği e-mail’lerde söylediklerini gözden kaçırmayalım. Bu türden okumaların önünü kapatacak ifadeleri bilhassa kullanıyor Alice: “Romancılar kendi yaşamlarını dürüstçe yazıyor olsa kimse roman okumazdı -okumasınlar da zaten!”
Alice’in sert yargılarının ardında şöhrete ulaştıktan sonra geçirdiği sinir krizi var. Aslında çok yalnız ve kırılgan bir kadın. İşte bu nedenle bir tanışma sitesi aracılığıyla sosyal ve kültürel anlamda kendisinden çok uzak bir adamla -Felix’le- ilişkiye giriyor.
Eileen de yalnız. Üstelik işinden ziyade aldığı ücret nedeniyle başarısız hissediyor kendisini. Ansızın ortaya çıkan çocukluk arkadaşı Simon ile yakınlaştığında kendisini toparlayacaktır Elieen. Ancak her ikisinin de ilişkileri öncelikle kendilerinden kaynaklanan arızalar nedeniyle hiç de kolay ilerlemeyecektir. Zira onlara/gençliğe vaat edilen güzel bir dünya hiç de yakında değildir...
DETAYLARA GİREN SADE VE ZARİF BİR ÜSLUP
‘Gölün Sırrı’, romana mekân olan gölün oluşumunun tarihöncesini anlatan ‘Prolog’ bölümüyle başlıyor. 20. yüzyıla gelindiğinde, çevresindeki yemyeşil koruluklarla birlikte cenneti andıran bir yer burası. Berlin’in biraz doğusunda, Brandenburg yakınlarındaki arazi kralın hediyesi olarak 1650’den beri köy muhtarının ailesinin mülkiyetinde. Muhtar ise araziyi dört kızına paylaştırmış. Ne var ki kızlarının bahtı açık değil, hiçbiri bu topraklar üzerine yuva kuramıyor; en büyüklerinin nişanlısı uzak diyarlara göçmek zorunda kalıyor, ikinci kız ‘gayrimeşru’ ilişkisi nedeniyle itibarsızlaşıyor, üçüncüsü kendisini çiftlik işlerine adıyor, en küçükleri ise akıl sağlığını yitirip intihar ediyor.
1930’lu yıllarda, Nasyonal Sosyalistler tarafından Yerel Çiftçi Birliği liderliğine atanmış olan muhtar, artık ailesine fayda sağlamayacağına kanaat getirdiği arazisini satmaya karar vermiştir. İki parsele bölünen arazinin yarısı Berlin’de yıldızı yeni yeni parlayan bir mimara, diğer yarısı Yahudi kumaş fabrikatörü Arthur’a satılır. Arthur’un niyeti biricik oğlu Ludwig’e miras kalacak bir ev yapmak. Ne yazık ki Nazilerin iktidara gelmesi bu planı aksatmakla kalmayacak, savaş son güzel günlerini göl kenarındaki arazilerinde geçiren ailenin bütün fertlerinin hayatlarını tehdit edecektir.
Berlin’in Nazilerce yeniden yapılandırılmasında önemli projeler üstlenen Mimar daha şanslı. Kaçmak zorunda kalan Yahudi komşusunun parselini yarı fiyatına almaktan memnun. Amacı yeni evlendiği ikinci eşini mutlu edecek güzel bir göl evi yapmak. Ne var ki evde geçen birkaç mutlu yılın ardından patlayan savaş, bu cennet mekânın onlara da ebedi bir yuva olmasına izin vermeyecektir.
Takip eden bölümlerde, başkalarının hikâyeleri katılır romana... Hemen hepsi de savaşın ve zamanın tahribatına uğramış, yurt belledikleri yerlerden kovulmuş, hayallerini hatta hayatlarını yitirmiş insanlar. Zamanın akışıyla göl evi ve bahçesi de yıpranmaktan kurtulamayacaktır.
MÜLKİYETİN DOĞASI
Romanın Almanca ismi 'Heimsuchung'un İngilizce baskıda 'Visitors'a (Ziyaretçiler) ya da Türkçede 'Gölün Sırrı'na dönüşmesi sözcüğün başka bir dilde karşılığını bulmanın imkansızlığından. 'Heimsuchung'un Almancada sözlük karşılığı ızdırap, talihsizlik, ziyaret ve hatta veba gibi anlamlara geliyor. Bununla birlikte, daha eskilerde yargılamak veya adalet dağıtmak için yapılan ilahi ya da doğaüstü ziyaret olarak da kullanılmış. Kutsal kitapta ise “Heimsuchung”un geçtiği bölümlerde Tanrı’nın insanları kabahatlerinden dolayı cezalandırmak -intikam almak- için yeryüzünü ziyaret edeceği hatırlatılıyor. Jenny Erpenbeck ise bu sözcüğü hem roman kişilerinin melankolik yuva özlemine hem de ilahi intikam adaleti ve ilahi merhamet vaadi arasındaki çelişkiye vurgu yapmak için kullanmış.
Jenny Erpenbeck, ‘Gölün Sırrı’nı tasarlarken kendi deneyimlerinden yola çıktığını ifade ediyor bir söyleşisinde. Başlangıçta, 1954’ten 2002’ye kadar ailesinin mülkiyetinde kalan ama yasa gereği savaştan önceki sahiplerinin mirasçılarına devretmek zorunda kaldıkları yazlık ev ile olan ilişkisini anlatmak niyetindeymiş. Ancak araştırmaya başlayınca evin eski sahipleri ve hayatları hakkında kıymetli bilgilere ulaşmış; ‘gelip gitmekle ilgili pek çok hikâyeye’...
Amerikalı yazar Diane Cook, 1976 yılında doğdu. Yazarlığa 2015 yılında, Columbia Üniversitesi’nde lisansüstü eğitimini yaparken yayımladığı öykü kitabı ‘Man vs. Nature’ ile başladı. İnsan ve doğa ilişkilerine odaklanan hikâyelerini topladığı bu ilk kitabıyla dikatleri üzerine çekmeyi de başarmıştı. 2016’da Ulusal Sanat Vakfı’ndan burs almaya hak kazandı. Aynı dönemde Michigan Üniversitesi’nin New England Edebiyat Programı’nda, öğrencilerin ve öğretmenlerin tüm teknoloji ve geleneksel eğitim yöntemlerinin uzağında kalan bir anlayışla eğitim sürdürdükleri bir kampta edebiyat dersleri verdi. İlk romanı ‘Yeni Yaban’ (2020) biraz da bu deneyimin ürünüdür. 2020 Booker Prize kısa listesine kalmayı başaran ‘Yeni Yaban’ olumlu tepkiler aldı. Öyküleri saygın edebiyat dergilerinde ve antolojilerde yer alan Cook, hayatını ailesiyle birlikte New York’ta sürdürüyor.
MODERN YABAN HAYATI
Hikâye kırın ortasında, sıradışı bir doğum sahnesiyle -belirsiz bir zamanda ve mekânda- açılıyor. Ölü doğan bebeğini gömüp arkadaşlarına katılan Bea’nın anlattıklarından yakın bir gelecekte ve Kuzey Amerika’nın Yaban Eyaleti adı verilmiş doğa koruma alanında olduğumuzu öğreneceğiz. Burası, ekolojik felaketlerden sonra büyük ölçüde tahrip olmuş kıtanın korunmaya alınmış nadir bölgelerinden biri. Bea ve arkadaşları ise vahşi yaşam koşullarını inceleyen bir deneyin gönüllüleri.
Bea ve kocası Glen, şehrin zehirli havasında günden güne sağlığını yitiren küçük kızları Agnes’i kurtarmak amacıyla katılmışlar deneye. Aslında Glen, Agnes’in öz babası değil. Ama Agnes’i kızı gibi benimsemiş. Hatta şehirde durum kötüleşip pek çok çocuk gibi Agnes’in de sağlığı çökünce insanları Yaban Eyaleti’ne yerleştiren araştırma projesine katılmayı öneren de Glen’dir. Üniversitede önemli biri olan Glen’in önerisi araştırmacılar tarafından geri çevrilmeyince her şeyi geride bırakarak Yaban Eyaleti’ne göçmüşler.
Kısacası; Bea, Glen, Agnes ve diğer 17 kişi insanların doğal hayata ne denli uyum sağlayacağını ölçen ve geleceği onların deneyimlerinden yararlanarak planlamayı düşünen bir deneyin içindeler. Öte yandan Yaban Eyaleti’nin bilinmeyen bir yerlerinde ayrıcalıklı kişilerin büyük araziler kapatıp güvenli bir yerleşim bölgesi inşa ettiklerine dair şehir efsaneleri de çalınıyor kulaklarına. Kimileri orayı bulma hayalleri kuruyor.
Başlangıçta Glenn’in öncülük ettiği grup, onun fiziksel yetersizlikleri nedeniyle geri çekilmesiyle Bea ve Garry’nin müşterek liderliğinde hareket ediyor. Grup üyeleri sırtlarında birkaç parça eşyadan, ellerinde avlanmak için ok ve yaydan başka hiçbir şeye sahip değiller. Onlara verilen kılavuza ve arada bir denetlemeye gelen korucuların emirlerine kayıtsız şartsız riayet etmek, hiçbir yerde uzun konaklamamak, arkalarında atık bırakmamak zorundalar.
EN TEHLİKELİ HAYVAN
Per Petterson, 1952’de Oslo’da bir işçi ailesinin çocuğu olarak dünyaya geldi. Kütüphanecilik eğitimi aldı, tüm zamanını yazarlığa vakfetmeden önce bir süre kitapçılık, çevirmenlik ve edebiyat eleştirmenliği yaptı. 1987’de öykülerden oluşan ilk eseri ‘Aske i munnen, sand i skoa’ yayımlandı. Daha sonra yazdığı ‘Ekkoland’ (1989), ‘Det er greit for meg’ (1992), ‘Til Sibir’ (1996) ve ‘I kjolvannet’ (Ardından, 2000) adlı eserleriyle Norveç’in tanınan romancıları arasına girdi. Asıl çıkışını ‘At Çalmaya Gidiyoruz’ (2003) ile yakalayan Petterson; Norveç Kitapçılar Ödülü, Norveç Edebiyat Eleştirmenleri Ödülü, Independent Çeviri Roman Ödülü, Dublin IMPAC Ödülü, Kuzey Ülkeleri Konseyi’nin edebiyat ödülüne layık görüldü. Eserleri 50’ye yakın dünya diline çevrildi.
BABAYA VEDA
Türkçede ‘At Çalmaya Gidiyoruz’ (2008), ‘Lanet Olsun Zaman Nehrine’ (2012), ‘Reddediyorum’ (2013) ve ‘Benim Durumumdaki Erkekler’ (2020) romanlarıyla tanıdığımız Petterson ‘Ardından’dan önceki romanlarından tanıdığımız Arvid Jansen’in hikâyesinden başka bir kesit sergilemiş. Eklemek gerekiyor; Petterson’a göre Arvid Jansen onun dublörü. Duygu ve düşüncelerini Arvid’de, yoğunlaştırarak tasvir ediyor.
Petterson’ın hayatının dönüm noktasının annesini, babasını, iki erkek kardeşini ve yeğenlerini kaybettiği feribot kazası olduğunu biliyoruz. ‘Ardından’ 1990 yılında 159 kişinin hayatına mal olan işte bu facianın ardından Arvid Jansen’in zihinsel ve ruhsal savruluşlarına odaklanıyor. Annesi ile geçirdiği son günlere kilitlendiği ‘Lanet Olsun Zaman Nehrine’ hakkındaki yazımın başlığı ‘Anneye Veda’ olmuştu. ‘Ardından’da sıra babasıyla vedalaşmaya gelmiş.
Hikâye, Arvid’in dibe vurduğu bir sahneyle açılıyor ve 200 sayfa boyunca Arvid’in çoğunlukla babasının ve babasına ilişkin karışık ilişkileri hakkındaki hayalleri ve anıları boyunca doğrusal olmayan bir yolculuğa çıkıyor.
1996 yılındayız. 43 yaşındaki Arvid’le altı yıl önceki kazanın hayaletleriyle ve suçluluk duygularıyla boğuşurken tanışıyoruz. Karısından boşanmış, kızlarının velayetini kaybetmiş, yerel kitapçıdaki işinden ayrılmış ve alkole batmış bir halde. Yazarlık kariyerinin başlangıcında ama bu trajedi sonrasında yazmayı bırakmış, edebiyattan umudunu kesmiş:
“Son kez bir şeyim yayımlanalı üç yıldan fazla oldu ve tezgâhın arkasındaki kadın beni tanımıyor, hem de en az iki kez tezgâhın önünde küçük bir masada oturup kitap imzaladığım halde. On sekiz yaşımda Keats, Shelley ve Byron okuduğumu, bir ya da belki iki kitabımın yayımlanmasını hayal ettiğimi hatırlıyorum; kitap dilden dile dolaşacak, herkesin aynası olacaktı ve o aynaya bakan kişi bir zamanlar nasıl biri olabileceğini görecek, gözyaşlarına hâkim olamayacaktı, bunun ardından ben öylece ortadan kaybolacaktım, genç öldüğü için ölümsüz olanların arasına karışacaktım, oysa şimdi unutulmuş orta yaşlılardan biriyim.”
Herman Broch 1886 yılında, Viyana’da tekstil işiyle uğraşan varlıklı bir ailenin ilk çocuğu olarak doğdu. Aile geleneklerine uygun bir şekilde yetiştirildi, tekstil mühendisliği eğitimi aldı. Evliliği de ailesinin planları doğrultusundaydı. 1909’da yine tekstil alanında faaliyet gösteren bir ailenin kızıyla evlendi. Broch bu ‘mantık’ evliliğinin gerçekleşmesi için Yahudilik dinini terk ederek Katolikliği seçmişti. Ancak romanlarında konu edindiği değişimler Broch’un düşünce dünyasını ve hayatını da değiştirecekti. Ailesinin bütün itirazlarına rağmen karısından ayrıldı (1923), işlerini tasfiye etti (1927), matematik, felsefe ve psikoloji okumak için Viyana Üniversitesi’ne kaydoldu. Viyana’nın kültür anlamında en parlak dönemini yaşadığı bu yıllarda aralarında Robert Musil, Rainer Maria Rilke, Elias Canetti gibi isimlerin de yer aldığı yazar ve entelektüel çevresiyle tanıştı. Yazmaya da başlamıştı. İlk romanı ‘Uyurgezerler Üçlemesi’nin ilk kitabı olan ‘Romantikler’di. 1930-1932 yılları arasında tamamladığı ‘Uyurgezerler’den sonra, 1933’te ‘Bilinmeyen Değer’i, 1945’te başyapıtı ‘Vergilius’un Ölümü’nü yayımladı.
Avusturya’nın Almanya tarafından ilhakının ardından kısa süre hapse giren Broch, ülkesinden kaçıp önce İngiltere’ye, sonra ömrünün sonuna kadar yaşayacağı ABD’ye göçtü. 1950’de son romanı ‘Die Schuldlosen’in yayımlanmasından bir yıl sonra hayata veda etti. Yaşadığı dönemde hak ettiği ilgiyi bulamamamıştı. ‘Büyülenme’ romanı, öyküleri, tiyatro metinleri, psikolojik otobiyografisi, Hugo von Hoffmannstahl üzerine edebiyat incelemesi ve kitle psikolojisiyle zamanın ruhu üzerine yazdığı denemeleri ölümünden sonra yayımlandı.
KARAR ANI GELDİĞİNDE...
‘Romantik’ incelemesine Mert Tanaydın’ın kapsamlı ‘Önsöz’ yazısından bir alıntıyla başlayabiliriz:
“Uyurgezerler birbirleriyle çok hafif bağlantıları bulunan üç kitaptan oluşur. ‘Romantik’ olarak adlandırılan ilk kitap, 1888’de geçen, geleneksel taşra düzeninin değerlerine tutunmaya çalışırken iki kadın arasında kalarak modern hayatın görüşlerini taşıyan bir dostunun peşinden savrulan Joachim von Pasenow adlı genç bir subayın odakta olduğu, Theodore Fontane usulü romantik edebiyat geleneğini temel alan bir anlatıdır. ‘Anarşist’ olarak adlandırılan ikinci kitap, 1903’te geçen ve Ren kıyılarındaki gelişmiş bir sanayi kentinde görev yapan ve çalışma hayatıyla aşk hayatını dengelemekte güçlük çektiği için çapraşık düşüncelere savrulup anarşizan bir karaktere bürünen August Esch adlı bir muhasebecinin odağında olduğu, çalışma dünyası ve toplumdaki orta sınıf değerlerin nasıl dönüştüğünü göstererek anarşist edebiyat geleneğini kullanan bir anlatıdır. ‘Realist’ olarak adlandırılan üçüncü kitap ise 1918’de geçen ve asker kaçağı Huguneau üzerinden ilerleyen, savaşın getirdiği karmaşayla yeni fırsatların insanları nerelere sürüklediğini aktaran, hem ilk iki romanın karakterlerinin hem de bir bakıma Avrupa’nın kaderlerinin kesiştiği, Dostoyevski’nin ‘Ecinniler’ini andıran çok sesli ve neredeyse felsefi sayılabilecek denemelerin yedirildiği modernist bir kurgudur.”
‘Uyurgezerler’in ilk cildi ‘Romantik’ 1888 yılında, Berlin’de başlıyor. Prusyalı toprak sahibi, muhafazakâr bir ailenin oğlu olan Joachim von Pasenow’un hayatından kesitler izliyoruz. Toprakları işlemek ağabeyine düşmüş, Joachim genç yaşta askeri okula gönderilmiştir. Başta haksızlık olarak değerlendirdiği bu durumdan artık memnundur genç adam. Üniformasına bağlanmıştır. Ne var ki ağabeyinin bir düelloda öldürülmesi onu çiftliğin başına geçmeye ve ailesinin uygun gördüğü bir kızla evlenmeye zorlar. Hayati seçimlerin arifesindeki Pasenow, hayatın akışını kavrama konusundaki donanımsızlığı nedeniyle bocalayacaktır, özellikle de sevdiği kadınla kendisine uygun görülen arasında...
HEPİMİZ UYURGEZERİZ
Héctor Abad Faciolince’in dördüncü ve en çok satan romanı olan ‘Angosta’ (2004) Türkçeye çevrilen ilk eseri. Gecikmeli bir tanışma bu. Zira Latin Amerika edebiyatının boom dönemi sonrası kuşağın öne çıkan yazarları arasında gösterilen Abad, yazarlığının yanı sıra entelektüel kişiliği ile de etkili bir isim.
Héctor Abad, 1958’de Medellin’de doğmuştu. Babası tanınmış tıp doktoru, üniversite profesörü ve insan hakları savunucusu olan Héctor Abad Gómez’di. Babası sayesinde edebiyatla tanışan Héctor Abad Faciolince, ilk kısa öykülerini ve şiirlerini yazdığında henüz 12 yaşındaydı. 1977’de Medellin’de felsefe öğrenimine başladı, ardından Bogota’daki Universidad Javeriana Tıp Fakültesi’ne girdi, sonunda gazetecilik tahsilinde karar kıldı. Yazmayı sürdürüyordu; ‘Piedras de Silencio’ adlı kısa hikâyesi 1980 Kolombiya Ulusal Öykü Ödülü’ne değer görüldüğünde henüz 21 yaşındaydı.
1983’te İtalya’ya gitti, Torino Üniversitesi Modern Diller ve Edebiyatlar Bölümü’nü bitirdi ve 1987’de Kolombiya’ya döndü. Aynı yıl babası paramiliterler tarafından öldürülünce ülkesinden bir kez daha ayrılmak zorunda kaldı. 1992’ye kadar Verona Üniversitesi’nde dersler verdi ve sevdiği İtalyan yazarları İspanyolcaya çevirdi. İlk romanı -Malos Pensamientos (1991)- yayımlandığında İtalya’daydı. 1992’de Kolombiya’ya döndükten sonra çeşitli dergi ve gazetelerde çalışmasının yanı sıra romancılığını da sürdürdü. Gerek gazetecilik alanındaki çalışmaları gerekse romanlarıyla çok sayıda ödül kazanan, pek çok dile çevrilen Héctor Abad, halen The Spectator dergisinde köşe yazarı ve editör danışmanı olarak çalışıyor.
PARÇALANMIŞ ŞEHİR
Hikâye, romanın ana karakterlerinden ilkinin tanıtımıyla başlıyor: “1- Jacobo Lince: 39 yaşında, 78 kilo, 1,75 cm boyunda. Burnu düz, yüzü simetrik. Yüzü güneşten yanmış (Afrika kökenli de olabilir, kim bilir?), ifadesi alnında, gözlerinin ve ağzının kenarlarında, özellikle de gülüş çizgilerinin üzerinde derin kırışıklıklar açıyor. Yaşına ve egzersiz yaparak gizlemeye çalıştığı göbeğine rağmen görünüşünde çocuksu bir şeyler var. Kolları kalın, sakalları Sarazen tarzı, gür. Vücudunun geri kalan yerlerinde ise teni pürüzsüz, kuru, neredeyse hiç tüyü yok. La Comedia otelinin bir süitinde yalnız başına yaşıyor. Boşanmış. Dokuz yaşında bir kızı var...”
Angosta’nın ikinci sınıf toplumu içerisinde yer alan Jacobo, hayatını Takoz adlı sahaf dükkânından kazanıyor. Aslında eline geçen miras sayesinde zengin sayılır ama zenginliğini saklamayı, artık birinci sınıfa katılabileceği halde yerini değiştirmemeyi tercih ediyor. Amaçsızca bir hayat sürdüren, hayatını güzel kadınlarla süsleyen, siyasetin tehlikeli sularına girmekten kaçınan, okumaktan zevk alan bir adam o. Şimdilerde Angosta’yı anlatan esrarengiz bir kitaba dalıp gitmiş durumda.
And Dağları kuşağının kenarındaki verimli topraklar üzerine kurulmuş bir şehirdir Angosta. Bitki örtüsü zengin, ışık yoğunluğu eşsiz, hayvan türleri hem çok sayıda hem de insanlarla uysal bir ilişki içindedir. Ne var ki “mükemmel olan iklimi dışında, Angosta’daki her şey kötüdür. Cennet olabilecek bir yerdir ama cehenneme dönmüştür”.
Cehennemi yaratan elbette en geniş anlamıyla eşitsizlik, eşitsizliğin doğurduğu şiddet. Gerillalar, paramiliterler, uyuşturucu çeteleri ve devlet güçleri arasındaki savaş öyle bir hal almış ki şiddeti kimin, kime ve neden yaptığı birbirine karışmış, devlet yozlaşmış, varlığını yitirmiş. Sonuçta güçlüler -zenginler, paramiliterler, siyasiler- ayrım politikasını devreye sokmuş, kent farklı kesimlerin yaşadığı, özgürce geçiş izni olmayan üç bölgeye bölünmüş.
Yazarın ismini ‘Seni İçime Gömdüm’ romanından hatırlayabilirsiniz. Birinci basımı 1973 yılında Hürriyet Yayınları arasında -Tomris Uyar çevirisiyle- çıkmıştı. O yılların koşullarında çok öne çıkmadı ama 1998’de Ara Yayıncılık tarafından yapılan ikinci çevirisinde okuyucuların ilgisini çekmişti. 1996’da Ayrıntı Yayınları’na geçen roman 2012 yılına dek tam yedi baskı yaptı. Dikkat çeken nokta, edisyonların hiçbirinde Andrew Jolly’nin hayatına dair bir bilginin yer almamasıydı. Sadece 1996’daki edisyonda Tomris Uyar’ın kaleminden birkaç satırla değinilmişti Jolly’ye:
“Andrew Jolly’nin, özgün adı ‘Lie Down In Me’ olan bu romanını has kitapların kokusunu hemen alan (bir süre önce yitirdiğimiz) Adnan Semih tanıtmıştı bana. Roman beni yalınlığıyla çarptı doğrusu. Yazarın kimliği hakkında herhangi bir bilgi bulunamamasıysa şaşırtıcıydı. Uzun aramalar sonucu Andrew Jolly’nin iki roman yazdığını (öbürü ‘A Time of Soldiers’) öğrenebilmiştim ama yazarın doğum ve ölüm tarihini, kitaplarının hangi yayınevlerince yayımlandığını bulup çıkaramamıştım. Şimdilerde, üçüncü baskıyı hazırlarken en gelişkin bilgisayar ağlarının bile bana yardımcı olamadığı ortaya çıktı. Adnan Semih’teki özgün roman da onunla birlikte kayıplara karıştı. Belki yazarın seçmesi de bu doğrultudaydı, bir sır olarak kalmak.”
Uyar’ın sözünü ettiği ‘A Time of Soldiers’ (Askerin Günü) geçen günlerde yayına hazırlandı. Ne var ki yazar hakkında açıklayıcı bilgiler yine eksikti. Zira aradan geçen 25 yılda internet ağlarına Andrew Jolly’ye dair aydınlatıcı tek bir satır bile -orijinal kitap kapaklarının dışında- eklenmemişti. Kısacası Jolly’nin kimliği sırrını hâlâ koruyor. O hâlâ hayalet yazar...
KAHRAMANLAR ÇAĞININ SONU
‘Askerin Günü’ 1930’lu yıllarda, New Mexico’nun kuzeyinde, El Paso’da başlıyor. Ana karakterlerden Ben, 18 yaşında, üniversiteye gitmeye hazırlanan, okuyup yazan, yakışıklı bir genç. Babası, Meksika Devrimi sırasında ABD ordusunda sınır muhafızlığı yapmış, kimilerine göre kahraman, kimilerine göre disiplinsiz bir asker. Şimdilerde tenzili rütbe ile uzaklarda bir yere sürülmüş. Annesi ile yaşayan Ben’in eğitimini ve rehberliğini ihtiyar rahip Pedro Paloma üstlenmiş. Rahip, Ben ve Ben’in annesi arasında gidip gelen bu ilk bölüm, Ben’in yakınlardaki çiftliğin sahibinin kızı Maritza ile tanışmasıyla son buluyor.
İkinci bölümde 60’lı yılların sonundayız. Bu kez sahnede Ben’in oğlu, Doniphan var. 26 yaşında, Vietnam gazisi. Ancak Doniphan’dan ziyade -tanıklıklar eşliğinde- dedesinin -Doniphan’ın da bilmediği- hikâyesini dinleyeceğiz:
Juan José Saer, Arjantin’in Serodino kasabasında, Suriye göçmeni bir ailenin çocuğu olarak 1929’da dünyaya geldi. 1950’lerde şiir yazmaya başladığında ‘Adverbio’ avangard şair grubuna ve Poesia Buenos Aires dergisine yakınlaştı. 1954’ten itibaren Santa Fé’de çıkan El Litoral gazetesinde şiirler, kısa öyküler ve denemeler yayımlamaya başladı. Anlatı türüne de yakınlık duyuyordu; 1960 yılında kısa öykülerini topladığı ilk kitabı ‘En la zona’ (Bölgede) yayımlandı.
Aynı yıllarda Universidad del Litoral Sinematografi Enstitüsü’nde sinema tarihi ve sinema eleştirisi dersleri vermeye de başlamıştı. Bu sayede kazandığı bursla Paris’e taşındı (1968) ve hayatının geri kalanını Fransa’da geçirdi. 68’lerin kültürel atmosferi Saer’in edebiyatını daha da güçlendirdi. Romanları -‘La Pesquisa’, ‘El Entenado’, ‘La Grande’ ve ‘Glosa’- son 25 yılın İspanyol dilinde yazılmış en iyi 100 kitabı listelerinde yer aldı. Çok sayıda ödüle değer görüldü. Kimilerine göre Borges’ten sonra Arjantin edebiyatının en büyük yazarı olan Juan José Saer, 2005 yılında -67 yaşındayken- Paris’te hayata veda etti.
SÖMÜRGECİLİĞİN KURGUSAL TARİHİ
Romanın özüne, hikâyede söz edilmeyen ama bu romana ilham veren tarihi bir olayla başlamakta yarar var:
Amerika’ya çok sayıda keşif gezisine katılmış Kaptan Juan Díaz de Solís, 8 Ekim 1515’te beraberindeki iki gemiyle birlikte İspanya’nın Lepe Limanı’ndan yola çıktı. Görevi, İspanyol kralı adına Güney Amerika’yı fethetmekti. Günler sonra ‘Tatlı Deniz’ adını verdikleri -bugün Rio de la Plata veya River Plate diye bilinen- geniş bir nehrin ağzına demirlendiler. Kıyıdaki Kızılderilileri gözetleyen Solís, yerlileri yakalayıp İspanya’ya geri götürmek için bir grup adamıyla birlikte karaya çıktı. Ne var ki ava gidenler yerliler tarafından avlanmaktan kurtulamadılar. Öldürüldüler, kızartıldılar ve büyük bir şölenin yemeği oldular. Olaya tanık olanların anlatıları Solís’in ve adamlarının macerasını Yeni Dünya’nın efsanelerinden biri haline getirdi. Doğruluğundan emin olmadığımız bu efsaneler İspanyol sömürgecilerin sonraki katliamlarına meşruiyet kazandıracaktı...
Solis’in yolculuğu ve ölümü üzerine Latin Amerika edebiyatında pek çok tarihi kurgu yapılmıştır. Juan José Saer’in 1983 tarihli ‘Kimsesiz’ romanı da bu kurguların bir parçası. Ancak özelde bu kurguyu, genelde ötekiler üzerinde tahakküm kurup tasavvurlarda bulunan anlatıları sorgulayan bir bakışla kaleme alınmış.
Hikâyenin isimsiz anlatıcısı, gençliğinin maceralarını hatırlayan yaşlı bir adam. Sesi yoğun, ölçülü, ayrıntılarında titiz, analitik ve güçlü. Kimsesiz bir çocuk olarak İspanya limanlarında büyüdüğü günlerden başlıyor anlatmaya. Amacına ulaşmış, hayalini kurduğu uzak denizlere yelken açan bir geminin miçosu olmuştur. Bilmedikleri bir kıyıya, ‘Tatlı Deniz’in ağzına demirlediklerinde büyük bir coşkuya kapılırlar. Ne var ki sevinçleri uzun sürmez; dört bir yandan yağan oklar kaptan dahil karaya ayak basan bütün gemicilerin sonunu getirecektir.
Kenzaburo Oe, 1935 yılında Şikoku bölgesindeki küçük bir köyde -Ösemura’da- yörede güç sahibi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Edebiyat ve sanata ilgisi büyükannesinden öğrendiği sözlü gelenekle başladı. Daha sonra eğitimciliğini üstlenen annesi Oe’yi ‘Huckleberry Finn’in Maceraları’ tarzındaki çocuk klasiklerine yönlendirecekti, farkında olmaksızın hayatını da yönlendirmişti. Liseyi bitiren Oe, Tokyo Üniversitesi’nin Fransız Edebiyatı bölümüne girdi ve edebiyat hayatına çok genç yaşta -1957’de- Fransız ve Amerikan edebiyatından ekilenerek kaleme aldığı öykülerle başladı. Çağdaş düşüncelerden ve sosyalizmden de etkilenmişti. 1959 ve 1960 yıllarında yazar ve sanatçıların kurduğu Genç Japonya Derneği’nin üyesi olarak Anpo protestolarına katıldı. Bu dönemin siyasi olaylarından esinlenen ‘On Yedi’ ve ‘Siyasi Bir Gencin Ölümü’ adlı romanları 1961’de yayımlandı. Siyasi içerikli romanları nedeniyle radikal sağdan -fiziksel saldırıya kadar varan- büyük tepkiler aldı ama ödün vermedi. Bütün kariyeri boyunca siyasi ve toplumsal eleştirisi keskindi. 1994 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazandı.
BÜYÜK BİR AİLE TRAJEDİSİ
1960’ların ortalarında, Tokyo kentindeyiz. Hikâyenin anlatıcısı Mitsusaburo Nedokoro ya da kısaca Mitsu, 27 yaşında, 1.72 boyunda, 70 kilo ağırlığında, üniversitede İngilizce dersleri veren, varoluşsal sorunlarla bunalmış, beklentiden yoksun, gerçeklerle yüzleşmekten korkan, mutsuz bir orta sınıf erkeği. Mutsuzluğu nedensiz sayılmaz; tek gözünü bir kaza sonucu kaybetmiş, bu kaybıyla “günden güne ona yapışıp kalan çirkinliğin özgünlüğü de iyice belirginleşmiş”... Kayıplarla dolu bir hayatı var Mitsu’nun; babasını erken yaşlarda yitirmiş, ağabeylerinden birisi İkinci Dünya Savaşı’ndan dönmemiş, sağ dönen diğer ağabeyi linç edilerek öldürülmüş. Kız kardeşi genç yaşta intihar etmiş. Bir zamanların köklü ve büyük ailesinden geriye bir tek Mutsi ve ABD’de yaşayan kardeşi Takaşi kalmış. Ama Mutsi’nin asıl üzüntüsü beyin hasarıyla doğan, bu nedenle bakımevine bırakmak zorunda kaldıkları bebeklerinden kaynaklanıyor. Bu durum karısı Natsumi’nin alkolikliğini de tetiklemiş. Cinsel hayatları tükenmiş, ev sessizliğe bürünmüş.
Mutsi’nin hayatındaki en son darbe ise en yakın arkadaşının tuhaf -daha doğrusu grotesk- bir biçimde intihar etmesi. İntihar onun iç hesaplaşmasını daha da yoğunlaştırmış. İşte tam bu sırada kardeşi Takaşi’nin ABD’den dönmesi Mitsu ve Natsu’nun hayatını değiştirecektir. 1960’lardaki öğrenci hareketinin aktörlerinden olan Takaşi -Mitsu’nun aksine- etrafındakileri kolayca etkileyen karizmatik bir gençtir. Mitsu’yu hayatında bir değişiklik yapmaya ikna eder ve hep birlikte köydeki evlerini satmak için Şikoku’nun ormanlık bölgesine sıkışmış vadiye doğru yola koyulurlar.
Köyde geçen birkaç gün zarfında Mitsu, Takaşi’nin köye ve aile geçmişine ilgisinin farklı bir niyet barındırdığını sezecektir. Gerçekten de 1860’ta bir köylü isyanına öncülük eden büyük büyük amcalarının anısına takıntılı biçimde bağlı olan Takaşi, etrafına topladığı gençlere bu isyanı 1960’lardaki öğrenci isyanıyla harmanlayan hikâyeler anlatmaya başlamıştır. Köyde gerilim yükselir. Mitsu, kardeşinin hayali bir aile tarihi yazdığını, geçmişteki olayların çok farklı geliştiğini söylese bile kimseye sözünü geçiremez. Üstelik karısı bile Takaşi’nin büyüsüne kapılmış bir durumdadır. Köyün şiddet dolu tarihi tekerrür etmek üzeredir...
Günümüz İstanbul’undayız. İsmini roman boyunca öğrenemeyeceğimiz anlatıcı 35 yaşında. İşi filmlerden, dizilerden seks, hatta öpüşme, içki, sigara sahnelerini sansürlemek. Üniversitede sinema-TV bölümünde okurken böyle bir işte çalışacağı aklının ucundan bile geçmiyormuş elbette. Bu bölümü bitiren her genç gibi yönetmen olmakmış hayali; yönetmen olamasa bile sinemaya geçmek, kendisini geliştirdiği kurgu ve montaj alanında çalışmak...
Sonuçta sinemaya geçmiş ama yaratıcı olarak değil, sansürcü olarak: “Çok sevdiğim film dünyasına tek katkım sakıncalı sahneleri çıkarmaktı. Özel bir televizyon kanalı için çalışıyordum. Dört yıl süren işsizlikten sonra bu teklifi aldığımda bağırsaklarım düğümlenmiş, mideme ağrılar girmişti.”
Önce sadece kendisine söylenenleri uygulayan bir elemanken terfi etmiş, nelerin kesileceğine bizzat kendisi karar vermeye başlamış ve tuhaflıklar bu terfi ile birlikte ortaya çıkmış. Okuduğumuz işte bu tuhaflıkların hikâyesi...
Şimdi film şeridini biraz geriye, anlatıcıyla ilk karşılaştığımız ana geri saralım. Teyzesinin yeni evini bulmak için sokaklarda dolaşan anlatıcının gördüklerinden şaşkına düşmüşlüğünün nedeni, sözünü ettiğim tuhaflıklardan kaynaklanıyor. Zira kurgu esnasında kesip attığı görüntülerle gerçek hayatın görüntüleri birbirine karışıyor. Bilinci, gerçeklik algısı da tuhaflaşmış anlatıcının. Gözüne takılan hayat karelerinin sadece kendisinin tanık olduğu bir tuhaflık mı yoksa başkalarının da gördüğü davranışlar mı olduğundan emin değil. Emin olduğu tek şey sürdürdüğü hayattan hoşnutsuzluğu.
Oysa dışarıdan bakıldığında hiç de kötü görünmüyor hayatı. İşi, geçinmesine yeterli geliri, birlikte yaşadığı bir kedisi, sıklıkla bir araya geldiği bir ailesi, birlikte eğlendiği arkadaşları ve yeni bir ilişkisi var. Yetmiyor hiçbirisi. Olayların akışını etkilemeden onlarla birlikte sürüklenen, kendisini gerçekleştirememiş bir insan olduğunun farkındalığı huzursuz ediyor kahramanımızı. Artık bir karar almasının zamanı gelmiştir. Acaba başarabilecek midir?
TEKİNSİZLİĞİN KAYNAĞI, HAYATIN KENDİSİ
‘Beden Çalanlar’ (The Hollow Ones), Guillermo Del Toro ve Chuck Hogan ikilisinin ilk birlikteliği değil. Daha önce New York Times’ın en çok satanlar listelerine girmiş ‘The Strain’ (2009) roman üçlemesini de birlikte kaleme almışlar ve romandan uyarlanan TV dizisinin senaryosunu hazırlamışlardı. Zaten onları bir araya getiren de sinemaydı. Film izleyicileri Guillermo Del Toro ismine aşinadır. 1964 doğumlu Meksikalı yönetmen ‘Bıçağın İki Yüzü’, ‘Hellboy’, ‘Pasifik Savaşı’ gibi popüler filmlerin yanı sıra üç Oscar ödüllü ‘Pan’ın Labirenti’ ve 2018’de en iyi film Oscar’ını kazanan ‘Suyun Sesi’ filmlerinin yönetmeniydi. Chuck Hogan ise -Bestseller türünde kitaplar üretmekle birlikte- edebiyata daha yakın bir isim. Senaryoların yanı sıra polisiye türünde romanlar da yazdı. En tanımış romanı -Hammet Ödülü’ne değer görülen- ‘Hırsızlar Şehri’, aynı isimle sinemaya da uyarlanmış, kısa öyküleri ‘The Best American Mystery Stories’ (En İyi Amerikan Gerilim Hikâyeleri) antolojisinde yer almıştı.
KÖTÜLÜĞÜN PEŞİNDE
Toro ve Hogan’ın ilk çalışması olan ‘The Strain’, geçmişi yüzlerce yıla uzanan bir vampir hikâyesiydi. ‘Beden Çalanlar’da da yine geçmişten günümüze kadar gelen kötücül yaratıkları konu edinmişler. Kısaca özetliyorum:
Hikâye genç FBI ajanı Odessa Hardwicke ve ona kol kanat geren deneyimli ortağı Walt Leppo’nun aldıklar bir ihbarla başlıyor. Cinnet geçirdiğini düşündükleri zengin bir adamın tüm ailesini katlettiği eve giren ikili sağ kalanları kurtarmaya çalışırken katili öldüren Leppo tuhaf davranışlar göstermeye başlar. Sanki transa geçmiş gibi görünen Leppo, evin yaşayan tek ferdini -9 yaşındaki kız çocuğunu- bıçakla öldürmek üzeredir. Gördükleri karşısında şaşkına dönen Odessa, uyarıları sonuç vermeyince silahını Leppo’ya çevirir, ortağını vurur ve çocuğu kurtarır.
Hikâyenin bundan sonrasında içine gireceğimiz gizemin ilk motifleriyle, Leppo’nun can verdiği bu ilk sahnede karşılaşacağız:
“Leppo’nun iki büklüm bedeninden serap görüntüsü gibi dalgalanan bir pus yükseldi. Odada bir şey vardı, bataklık gazı gibi dolaşıyordu havada. Rengi yoktu, sadece -yine- yanmış lehim kokusu vardı; hâlâ silahının namlusundan tüten barut dumanından farklı bir şey. Leppo’nun bedeni, sanki o ölürken içinden bir şey, bir varlık kaçmış gibi gözle görülür bir şekilde çöktü.”
Tekinsiz bir dünyanın kapılarından geçtiğimizin farkındalığıyla sürdüreceğiz okumamızı. Fakat Odessa Hardwicke’in amirlerine bu yönde bir izahat vermesi elbette mümkün değildir. Genç kadın masa başı göreve alınır. Kendisine verilen iş emekli bir ajanın -Solomon’un- evrakının tasfiye edilmesi. Odessa, başından geçenleri hastanede yatan Solomon’a anlattığında gördüklerinin hayal mahsulü olmadığını öğrenir. İlk Afro-Amerikalı FBI ajanı olan Solomon, 1960’lardaki ilk vakasında benzer ölümlere tanık olmuş ve Hugo Blackwood isimli esrarengiz bir adam sayesinde kurtulmuştur. Şimdi yardım alma sırası Odessa’dadır. Odessa, aradan geçen onca yıla rağmen hiç yaşlanmamış bir adamla karşılaştığında şaşırır. Ama asıl şaşkınlığı, şaşkınlıktan öte dehşeti Blackwood’un hikâyesini dinlediğinde ve Blackwood’un muhafaza ettiği Beden Çalanlar’ı gördüğünde yaşayacaktır;
Annie Ernaux, 1 Eylül 1940’ta, Lillebonne’da, işçi sınıfına mensup, yoksul bir ailede, kendi deyişiyle ‘savaş çocuğu’ olarak dünyaya geldi. Çocukluğunu ailesinin bakkal dükkânı işlettiği Normandiya’nın küçük bir kasabası olan Yvetot’te geçirdi. Rouen ve Bordeaux üniversitelerinde edebiyat öğrenimi gördü ve uzun yıllar boyunca edebiyat öğretmenliği yaptı. Edebiyat kariyerine 1974 yılında otobiyografik romanı ‘Les Armoires Vides’ (Boş Dolaplar) ile başladı. İkinci romanı ‘Ce qu’ils disent ou rien’ (1977) ona Prix d’Honneur roman ödülünü getirdi. Ama asıl çıkışını 1983’te, babasıyla olan ilişkisine ve Fransa’daki küçük bir kasabada büyüdüğü deneyimlerine odaklanan otobiyografik anlatısı ‘Babamın Yeri’ ile sağlayacaktı. Ernaux, aldığı çok sayıda ödülün ve beyazperdeye aktarılan romanlarının sayesinde uluslararası bir saygınlık kazandı. 2021 Altın Aslan Ödülü sahibi ‘Kürtaj’ filmi de Ernaux’nun romanından uyarlanmıştı.
‘BİZİ BU FARK YARALARI ÖLDÜRÜR’
Annie Ernaux ‘La Place’i 1983’te yazmış, kitap Türkçeye 2001 yılında ‘Babam’ ismiyle çevrilmişti. Yeni versiyonda isim ‘Babamın Yeri’ olarak değiştirilmiş ama çevirmen imzası aynı, Siren İdemen. ‘Kürtaj’ ve ‘Seneler’ romanlarının -başarılı- çevirilerinin de İdemen’in elinden çıktığını ekleyelim.
Her iki anlatıda da Annie Ernaux’nun kimi zaman kendisiyle, kimi zaman ailesiyle, kimi zaman çevresiyle ama her seferinde onları şekillendiren ekonomik, politik ve ideolojik saiklerle çatışmasını izleyeceğiz.
‘Babamın Yeri’ni babasının ölümü üzerine kaleme almış -niyeti babasıyla ve geçmişle ilişkisini izah etmek: “Yani babamı, hayatını ve onunla arama ergenlik çağında giren bu mesafeyi kaleme almayı kastediyordum. Bir sınıf mesafesi ama adı olmayan, kendine özgü bir mesafe.”
Bu amaçla yola çıkan Ernaux, anlatısını 20’nci yüzyıldan birkaç ay önce, Caux bölgesinde, denize 25 kilometre uzaktaki bir köyde başlatıyor. Babasının çocukluk yılları, kesif bir yoksulluk, zorlu hayat şartları. Öyle ki, “Proust ya da Mauriac’ı okurken, babamın da çocukluğunun geçtiği zamanlardan bahsettiklerine inanamıyorum. Babamınki ortaçağa aitti” diyecektir Ernaux. Babası işte bu şartlarda büyümüş, iki savaş arasında köylülükten kopup fabrika işçisi olmuş, sonunda küçük bir bakkal dükkânı açarak esnaflığa adım atmış mücadeleci bir adam. Anlatı boyunca uzun yıllara yayılan bu mücadeleyi izleyeceğiz. Ne var ki yeni sınıfının kültürüne adapte olmakta zorlanıyor ailesi. Annie ise küçük burjuva hayata doğan bir çocuk olarak ailesinin kültüründen çok daha kolay sıyrılıyor ve ailesinden uzaklaşmaya başlıyor.
İşte bu ‘fark yaraları’nın hikâyesidir okuduğumuz. Annie Ernaux, içine girdiği burjuva ve kültürlü dünyanın eşiğinde bırakmak zorunda kaldığı mirası gün ışığına çıkarmaya çalışıyor. Ne var ki unutulmuş olayları gün ışığına çıkarmak, sıfırdan uydurmak kadar kolay değil. Zira ister bireysel olsun isterse toplumsal, hafıza bastırılanların gün ışığına çıkarılmasına her zaman direnecektir...
Bernhard Schlink, 1944’te Almanya’da Nazi iktidarının acılarını tatmış bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Heidelberg’de büyüdü, hukuk eğitimi aldı. Bir süre üniversitelerde öğretim üyesi olarak dersler verdi. 1988’de Kuzey Ren-Vestfalya eyaletinin anayasa yargıçlığına getirildi. Yazarlık kariyeri, çok genç yaşta yayımladığı ‘Der Andere’ (1962) adlı hikâye kitabına kadar uzatılabilir. Ancak onu gerçek anlamda okuyucuyla tanıştıran kitabı -Walter Popp ile birlikte kaleme aldıkları- ‘Selb’in Yargısı’ (1987) isimli polisiye romanıdır. Yine polisiye türde yazdığı ‘Gordiyon Fiyongu’ (1988) ile Alman Polisiye Yazarları Birliği Ödülü’nü kazandı. Ona asıl ününü sağlayan -sinemaya uyarlanan ve Kate Winslet’e Oscar kazandıran- romanı ‘Okuyucu’ (1995) oldu. Schlink, bir süre ara verdiği yazarlık kariyerine 2014’te ‘Merdivendeki Kadın’la geri dönmüş, son romanı ‘Olga’ 2018’de yayımlanmıştı.
YÜZYILI KAPSAYAN BİR ROMAN
Yoksul bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir Olga. Anne ve babasının ölümü üzerine büyükbabasının yanına -Pomeranya’ya- taşınmak zorunda kalır. Büyük şehirden ayrılmak onu birçok şeyden mahrum bırakmış ama okulda tanıştığı Herbert sayesinde özlediği arkadaşlığı bulmuştur. Köyün en zengin adamının oğlu olan Herbert ve kız kardeşi Viktoria ile geçirdiği mutlu ilkgençlik yıllarının ardından yatılı öğretmen okulunu kazanır Olga. Herbert ise önceden çizilmiş kaderinin peşinde askeri okula yazılmıştır. İlişkileri devam eder. Üstelik köydeki meraklı gözlerden, Herbert’in ailesinin bu ilişkiye muhalefetinden kurtulmaları onları daha da yakınlaştırır. Ne var ki Herbert çağının ürünüdür; kibirli, küstah, kendine ve Almanya’nın büyüklüğüne inanan ama aynı zamanda sınıfının beklentilerine boyun eğen bir genç.
Nitekim okul bittiğinde Herbert, muhafız alayına katılır ve Güneybatı Afrika’ya gitmeye, siyahlarla savaşmaya gönüllü olur. Herbert’in bu tercihine öfkelenen Olga ise köyüne dönmüş ve öğretmenliğe başlamıştır. Ancak ilişkileri daha da tutkulu bir hal alarak devam eder. Herbert Afrika’dan döndüğünde Olga’yla evlenmek istese de ailesinin planları farklıdır. Kendisini evli bir adamın metresi gibi hissetmeye başlayan Olga, bütün sevgisini komşusunun oğlu küçük Eik’e yöneltmiştir. Herbert Almanya’ya döner ama ailesinin evliliğe direncini kıramaz. Bu onu yeniden uzak diyarlara sürükleyecektir; Almanya’nın geleceğinin Kuzey Kutbu’nda olacağına duyduğu inanç ile tekrar yollara düşer. Tam da I. Dünya Savaşı’nın arifesinde... Savaş yıllarını Herbert’ten bir haber alamamanın üzüntüsüyle geçiren Olga, Eik’e maceracı Herbert’in hayali hikâyelerini anlatarak avunur. Naziler iktidara geldiklerinde Eik’in de Herbert’in izinden gitmesi büyük bir darbe olacaktır Olga’ya. Üstelik duyma yetisini kaybetmiş, Nazilere yakınlık duymadığı için görevinden alınmıştır. Her şeye rağmen ayakta kalmayı sürdürecektir...
Üç bölümlük romanın ilk bölümü burada sona eriyor. Hikâyeyi kimin anlattığını bölüm sonunda öğreniyoruz. Anlıyoruz ki, yanlarında çalıştığı ailenin oğlu Ferdinand, 1950’lerde tanıştığı Olga’nın hayatını -ondan öğrendikleriyle- aktarmış bize. Bundan sonrasında Olga’yı Ferdinand’ın gözüyle takip edeceğiz. Ve üçüncü bölümde, Ferdinand’ın bulduğu mektuplarda sözü Olga aldığında, hikâyenin eksik yanları tamamlanacak...
HAYATIN MELODİSİ
Almanlar kendileri için büyük bir yıkım anlamına gelen 20. yüzyılın tarihini anlayabilmek için gerçekten çok çaba sarf ediyorlar. Geçmişin sorunları konulu çalışmalara verilen genel bir ad var; ‘Vergangenheitsbewältigung’. Söz konusu çalışmalarda ele alınan temalar ise en çok edebiyat aracılığıyla dile getiriliyor. Bernhard Schlink, -deyim yerindeyse- ‘Vergangenheitsbewältigung Edebiyatı’nın en önemli temsilcilerinden biri. ‘Gordiyon Fiyongu’, ‘Okuyucu’, ‘Selb’in Yargısı’, ‘Selb’in Hilesi’, ‘Selb’in Ölümü’, ‘Eve Dönüş’, ‘Yaz Yalanları’, ‘Hafta Sonu’ ve ‘Merdivendeki Kadın’ romanlarında, ‘Aşk Kaçışları’nda topladığı öykülerinde, ‘Geçmişe İlişkin Suç ve Bugünkü Hukuk’ adlı inceleme kitabında benzer temalarla, en çok da geçmişle yüzleşme meselesiyle karşılaşmıştık. Bireyin ve toplumun hatırlama, unutma ve bastırma mekanizmalarını anlamaya çalışan Schlink, geçmişin hayaletleriyle, suç ve kefaretle, Almanya’daki birçok insan için hâlâ varlığını koruyan nesiller arası yükle boğuşuyor. Hukukçu kimliği ile değil yazar kimliği ile yapıyor bunu. Ne avukat ne yargıç ne de işlenen suçların, kesilen cezaların muhasebecisi. İster Nazi dönemini ele alsın, ister RAF sürecini, Schlink’in romanlarında insanı suç işlemeye yönelten, içindeki kötülüğü açığa çıkaran, sonradan hiç benimsemeyeceği ideolojilerin savunucusu hatta tetikçisi durumuna düşüren süreç anlatılır; asıl mesele insanı ve toplumu anlamaktır.
İki dünya savaşını kapsayan, sonrasında 68 Baharı’na kadar uzanan ‘Olga’, hüzünlü ve etkileyici bir roman. Üstelik çok katmanlı ve karmaşık olmasına rağmen bir o kadar da sürükleyici. 20. yüzyıl tarihinin önemli meselelerini ortaya koyan pek çok sahne var. Ama ‘Olga’ ne tarihi bir roman ne o tarihin kayıp kuşaklarına yakılmış bir ağıt; karakterler üzerinden yüzyılın ideolojilerinin yoğunlaştırılmış bir özetini, özellikle de Almanya’ya her çağda eşlik eden ‘Büyüklük Kompleksi’nin analizini sunuyor:
Ionesco 1912 yılında, Romanya’nın Slatina kentinde Ortodoks Hristiyan Kilisesi’ne mensup Romen bir baba ve Fransız kökenli Protestan bir annenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Çocukluğunun çoğunu Fransa’da geçirdi. 1925’te Romanya’ya döndü. Orada Saint Sava Ulusal Koleji’ne devam etti, ardından 1928-1933 yılları arasında Bükreş Üniversitesi’nde Fransız edebiyatı okudu. Bu sırada şiir ve eleştiri yazıları yazmaya başlamıştı. Bükreş’te Emil Cioran ve Mircea Eliade ile kurdukları dostluk her üçünün düşünce dünyasını da derinden etkileyecekti. 1936 yılında evlendi ve sıradışı çocuk öykülerini ithaf ettiği bir kızı oldu. 1938 yılında doktora çalışmasını tamamlamak için ailesiyle birlikte Fransa’ya döndü. 1940’ların sonunda ilk oyunu ’Kel Şarkıcı’yı yazdı. 1950’de sahnelenen bu oyun, Ionesco’nun parlak kariyerinin başlangıcıydı. 50’li ve 60’lı yıllarda yazdığı çok sayıda oyunuyla absürd tiyatronun öncülerinden biri haline gelen, 60’ların devrimci sanat ortamına yaptığı katkılarla pek çok ödüle değer görülen Ionesco, 1970 yılında Fransız Akademisi’ne seçildi. 70’li yılları nispeten sessiz geçirdi. ‘Yalnız Adam’ı 1973’te yayımladı ama farklı bir kültürel iklime girildiğinden olmalı, romanı oyunları kadar ilgi görmedi. Eugène Ionesco 28 Mart 1994’te, 84 yaşında öldü ve Paris’teki Simetière du Montparnasse’de gömüldü.
MÜNZEVİ’NİN YENİ HAYATI
‘Yalnız Adam’ın kahramanı ve anlatıcısı 40’ına merdive dayamış, 15 yıldır çalıştığı masa başı işinden, işyerindeki rutinden, diğer çalışanlarla arkadaşlık etmekten ölesiye bıkmış münzevi bir adam. Neyse ki Amerika’daki amcasından kalan miras bu hayattan çekip çıkarıyor onu. Çalışmaya artık ihtiyaç duymamasının mutluluğunu yaşarken tanışıyoruz kahramanımızla. İsmini bilmiyoruz, bilmemize gerek yok, zira o ne genç, ne yaşlı, ne yakışıklı ne çirkin, ne zeki ne de aptal bir karakter olarak hepimizin temsilcisi; “ben de herkes, çağımızdaki herkes gibiyim, kuşkucu, yanıldığını görmüş, yorulabilir ve yorgun, amaçsız yaşayan, elden geldiğince az çalışan, azıcık obur biri”...
Ionesco adamın sıkıntısının kaçınılmazlığını, onun gündelik hayatından verdiği kesitlerle destekliyor. Patron tarafından işten atılma tehdidiyle tir tir titretilen, hep aynı kafelere takılan, iç sıkıcı otel odalarında yaşayan, bir sevgili bulmaya bile vakit ayıramadığı için gönül arkadaşını işyerinden seçmek sorunda kalan, neredeyse beş yıldır ondan bile mahrum kalmış bu adamın, Münzevi’nin içindeki ateş çoktandır küllenmiş -aslına bakarsanız belki de hiç yanmamış:
“Küller altında harlı bir ateşin yattığını hissettim mi hiç? Nerde!.. Ruhumu istediğim kadar sorguya çekeyim, kıyısını bucağını karıştırayım, hiçbir derin titreşim bulamıyorum orada. İnsanın iç dünyasının külrengi mekânlarında, daha başka yıkıntıların altında yatan daha başka yıkıntılardan başka bir şey yok. Peki ama, yıkıntı varsa, belki de daha önce bir tapınak, ışıklı sütunlar, mumlarla aydınlatılmış bir sunak vardı? Yalnız bir varsayım bu. Gerçekte, hiçbir zaman, hiçbir şey olmadı orada belki de kaos dışında”...
Modern bireyin bunalımı temasının ağır bastığı, bunalımın maddi ve manevi veçhelerini sergileyen bu ilk bölüm Ionesco’nun anlatı evrenine alışmamızı sağlıyor. Böyle bir varoluşta günlük yaşamı kavramaya karşı kayıtsızlık, başarısızlık hissi, siyasetten bilhassa uzak durmak, dünyayı olduğu gibi kabul etmek ya da boyun eğmek şaşırtıcı değil elbette. Münzevi, miras sayesinde daha önce kendisine dayatılan zorunluluklardan azade olduğunda, yeni bir semtte yeni bir hayata adım attığında, ‘insan anlayışının sınırları’ üzerine düşünmeye başladığında ortaya çıkacaktır sanrılar ve sorunlar. Ionescu’nun merkezi teması ‘saçma’ hikâyeye damgasını tam da bu anda vurur. Yalancı bir ‘özgürlük’ün tuzağına düşmüştür Münzevi. Çalışmak zorunda kalmaktan kurtulmuş ama hayatın dışına, pasif bir gözlemci rolüne çekilmiştir. Çekilmesiyle birlikte sayısız halüsinasyon imgesine maruz kalacak, neyin gerçek neyin gerçek olmadığı belirsizleşecek, kafasındaki düşüncelerle birlikte çevresindeki hayat da kaotik bir hal alacak, saçmalaşacaktır...
‘ÖLÜM IŞIĞINDA HER SEBEP ÇILGINCA GÖRÜNÜR’
Douglas Stuart, 1975 yılında Glasgow’da doğdu. Babası gençken evi terk ettiğinde alkol bağımlısı annesi tarafından büyütüldü. 16 yaşındayken annesini kaybetti ve bir süre abisiyle yaşadı. Onca yoksulluğa rağmen mücadele azmi vardı Stuart’ta. Üniversiteyi bitirdi, Londra’da Kraliyet Sanat Koleji’nde yüksek lisansını yaptı. 24 yaşında New York’a taşındı. 20 yılı aşkın süredir moda dünyasının en ünlü markaları için çalıştı. Bir yandan da romanını yazıyordu. 10 sene üstünde çalıştığı ‘Shuggie Bain’i büyük zorluklarla yayımlattı ama roman tahminlerin üzerinde ilgi gördü. Başta Booker olmak üzere başka birçok ödül kazandı ve ‘yılın kitabı’ listelerinde yer aldı.
AGNES’İN HİKÂYESİ
Hayat hikâyesini kısa tuttum. Zira ‘Shuggie Bain’i okuduğunuzda Douglas Stuart’ın hayatının ilk 16 yılı hakkında yeterince bilgi sahibi olacaksınız. Stuart, romanı yazarken kendi hayatından esinlendiğini gizlemiyor: “Sighthill, Glasgow’da büyüdüm. Çocukluğum boyunca bağımlılıkla mücadele eden bekâr bir annenin eşcinsel oğluydum. Bu kitap bu şehre yazılmış bir aşk hikâyesidir.”
Hikâye 1992 yılında, Glasgow’un güney yakasında, 16 yaşına yeni basmış Shuggie’nin gündelik hayatından bir kesit vererek başlıyor. O, bir süpermarketin şarküteri tezgâhında çalışan, bakımsız bir pansiyonda yalnız başına yaşayan, rutin işinden sıkılmış, normal olmaya çalışan ama bocalayan bir genç. Yine de yola devam azmine sahip; kuaförlük akademisine yazılmayı hayal ediyor.
Shuggie’nin kim olduğunu, neden tek başına yaşadığını ikinci bölümde, anlatı 1981 yılına döndüğünde öğreneceğiz. Şimdi, Thatcher dönemi ekonomi politikalarının endüstriyi ve çalışan insanları yok ettiği, kitlesel işssizlik ile beraber alkol ve uyuşturucu bağımlılığının yükseldiği zamanların Glasgow’undayız. Shuggie henüz 5 yaşında. Annesi Agnes, babası Shug, annesinin önceki evliliğinden olma iki kardeşi (abisi Leek, ablası Catherine) ile birlikte mecburiyetten sığındıkları büyükbabalarının evinde mutsuz bir hayat sürdürüyorlar. Ve işte bu noktada anlatının merkezine Agnes yerleşiyor. 40’ına yaklaşmış, ama hâlâ Elizabeth Taylor’la kıyaslanan güzelliğini yitirmemiş bir kadın. Ne yazık ki mutsuz, kocası tarafından aleni biçimde aldatılıyor, arada bir şiddete maruz kalıyor ve hayallerini gerçekleştirememenin yarattığı düş kırıklığını alkolde boğmaya çalışıyor. Buna karşılık çocuklarına son derece düşkün, koruyucu bir anne.
Aslına bakarsanız ‘Shuggie Bain’, Shuggie’den ziyade sanki Agnes Bain’in hikâyesini anlatmak için yazılmış. Shuggie’nin romandaki vazifesi ailesinin parçalanmasının, annesinin düşüşünün gözlemcisi olmak, sürecin bir çocukta yarattığı duygusal travmaları aktarmak. Agnes ise kişiliğinin barındırdığı -şirret ve sevimli, güçsüz ve dirençli, intihara meyilli ve yaşam coşkusuyla dolu- zıtlıklarla birlikte tasvir edilmiş. Agnes’in alkolle, alkole bağlı olarak uğradığı değer kaybıyla mücadelesi saygı ve hayranlık uyandırıcı. Douglas Stuart’ın romana asıl kahramanın adını vermemesi, geleceğe dair bir umudu işaret etmek istemesinden olmalı. Zira bu romanda, her şeye rağmen hayata umutla bakan tek karakter Shuggie.
Hikâye boğucu Glasgow manzaraları eşliğinde ilerlerken Agnes ve Shug arasındaki gerilim giderek tırmanır. Bencil ve duyarsız bir erkek, sorumsuz bir baba olan Shug, Agnes ve çocukları daha iyi bir hayat vaadiyle, artık işlevini yitirmiş bir madenci kasabasının sosyal konutlarına terk edip gittiğinde asıl felaket başlayacaktır.
“GLASGOW, YAŞAM AMACINI YİTİRİYORDU”
Türkiye’de romanın Doğulu örneklerine ilgi azdır. İran, Irak, Mısır, Filistin gibi ülkelerin kültürel zenginlikleri değil siyasi ve toplumsal sorunları yer alıyor gündemimizde. Kendimizi dışında tuttuğumuz Doğu’yu sanatsız, edebiyatsız ve felsefesiz tasavvur ederek ‘yegâne modern İslam ülkesi’nde yaşadığımıza ilişkin inancımızı tazelemek, Türkiye’ye özgü bir oryantalist refleks olmalı. Oysa anlatı türleri -özellikle de roman sanatı- Doğu’dan esen rüzgârlarla zenginleşmiş, mesela ‘1001 Gece Masalları’ çağdaş yazarları bile etkileyen bir soluk üflemişti edebiyata. Günümüze gelindiğinde, Doğulu dediğimiz ülke edebiyatlarının, özellikle de İran edebiyatının, canlılığını -bütün olumsuz ekonomik ve siyasal gelişmelere rağmen- koruduğu söylenebilir.
Türkçeye birkaç romanı, hikâyesi ve oyunu çevrilmesine rağmen yeterince görünürlük kazanmayan Gulam Hüseyin Saedi bu konuda iyi bir örnek. Bu nedenle hayat hikâyesini biraz uzun tutmak ve hayatını sürgünde kaybeden bu siyasi, entelektüel ve edebi figürü kendisinin kaleme aldığı hayat hikâyesinden yararlanarak tanıtmak istiyorum: 1934 yılında Tebriz’de orta sınıf bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Babası basit bir devlet çalışanıydı. İlk ve ortaokulu Tebriz’de okudu. Okumaya meraklıydı ve henüz lise öğrencisiyken Tebriz’de yayımlanan üç Farsça gazetenin yöneticilerindendi. Musaddık’ı deviren darbeden sonra tutuklandı ve kısa bir süre hapse girdi. Tebriz Üniversitesi’nde tıp fakültesine kaydoldu ve ilk öykülerini yazmaya başladı. Tıp fakültesinin son yıllarında kısa öykülerden oluşan ilk kitabı ve iki tiyatro oyunu yayımlandı (1960). Ne var ki oyunlarından biri sansür tarafından toplatılacaktı. Tıp fakültesini bitirdikten sonra orduya alındı. İsmi SAVAK tarafından mimlenmişti. Nitekim askerliğini ‘sakıncalı piyade’ olarak tamamlayabildi. Terhis olduğunda (1962) bir süre köy doktorluğu yaptı. Daha sonra Tahran Üniversitesi’nde psikiyatri uzmanlığına başladı. İhtisasını bitirdiğinde -1968’de SAVAK tarafından görevinden atılana kadar- bir ruh sağlığı hastanesinde çalıştı ve yazmayı hiç bırakmadı.
Saedi’nin oyunları Tahran’daki Sanglaj Tiyatrosu’nda düzenli olarak sahneleniyordu. Doktorluğunu -özel muayenehanesinde- sürdürdü, yazmayı da hiç bırakmadı. Bunun neticesinde SAVAK tarafından ‘siyasi faaliyetleri’ nedeniyle defalarca tutuklandı ve hapsedildi. 1974’teki tutuklanması sırasında bir yılını hücre hapsinde geçirdi ve izleri hâlâ devam eden ağır fiziksel işkencelere katlandı. Buna rağmen demokrasi mücadelesinden vazgeçmeyecekti. Ancak şahın devrilip Teokratik İslam Cumhuriyeti’nin kurulmasından ve arkadaşı oyun yazarı Sayid Soltanpour’un idam edilmesinden sonra İran’da yaşamanın artık mümkün olmadığına karar verdi ve Fransa’ya iltica etti. Siyasi ve edebi faaliyetlerini Paris’te de aksatmadı. Ancak sürgünlük, acılarını, bunalımını ve alkol bağımlılığını artırmıştı. 1985’te karaciğer sirozu teşhisiyle hastaneye kaldırılan Saedi, çok geçmeden hayata veda etti. 50 yıllık ömrüne 50’ye yakın kitap sığdırmıştı. Paris’teki Père Lachaise Mezarlığı’nda Sadık Hidayet’in yanı başına gömüldü.
KÖYLÜLÜĞÜN EVRENSEL TEMSİLİ
‘Korku ve Titreme’, altı bölümden, altı hikâyeden oluşan bir roman. Aynı köye, aynı karakterlere dair doğrusal bir zaman akışı ile akan bu hikâyeler, bir bütünlük oluşturmakla birlikte, klasik roman geleneğinin giriş, gelişme, sonuç kurgusunu izlemiyorlar. Aslında zaman ve mekân da belirtilmemiş; muhtemelen Basra Körfezi’nin kıyısına konuşlanmış, küçük, yoksul, dünyanın geri kalanından neredeyse yalıtık bir köydeyiz. Romanın şahıslar kadrosu erkeklerden kurulu; Salim Ahmed, Muhammed Hacı Mustafa, Salih Kemzari, Kethüda ve Kethüda’nın Oğlu, Zahid, Muhammed Ahmed Ali, Zekeriya...
Romanın ana teması ‘korku ve titreme’, daha ilk hikâyede, bir siyahın köye gelmesiyle ortaya çıkıyor. Başkalarıyla fazla teması olmayan, hayatlarını doğa ile mücadele ederek geçiren, yoksul ve eğitimsiz köylülerin dış dünya yorumları hurafelere, boş inançlara dayalı. İşte bu nedenle, karnını doyurmak için Salim Ahmed’in evine giren siyahi adam ‘cin, peri taifesinden’ muamelesi görecek, davul çalarak kovulmaya çalışılacaktır. Adamın köyde kalmak isteyen sıradan bir yoksul olduğu anlaşıldığında ise katli vacip olmuştur. İkinci hikâyede sakat doğan bebek, dördüncü hikayâde -deniz kenarında yalnız başına dolaşan, gözleri birbirinden farklı renklerde olan- küçük çocuk da hoş karşılanmaz köyde. Bebek ölüme terk edilir, çocuk bir gece vakti ortada bırakılır.
Korkulan ötekidir ama yoksul, yardıma muhtaç olandır öteki. Kendi yoksulluklarıyla baş etmeye çalışan köylüler hayatlarını daha da zorlaştırabilecek bir öteki ile karşılaştıklarında kötülük, hatta gaddarlık yapmaktan imtina etmezler. Öteki zengin ve bir çıkar sağlama ihtimali barındırıyorsa durum değişir. İkinci hikâyedeki Molla, dördüncü hikâyedeki Yahudi Doktor ve altıncı hikâyedeki sahile gelen dev gibi gemiden inenler karşısında köylülerin yelkenleri hemen suya iner.
Türkçeye ilk kez ‘Flores Geceleri’ ile 2012’de çevrilen Arjantinli Cesar Aira, çok üretken bir yazar. 1990’lardan bu yana 100’ü aşkın kısa romana imza attı ve eserleri birçok dile çevrildi. ‘La prueba’ adlı romanı uzun metrajlı bir film haline getirildi. ‘Nasıl Rahibe Oldum’, Arjantin’in en iyi 10 kitabından biri olarak seçildi. 2002’de Man Booker Uluslararası Ödülü’ne aday gösterildi. Kitap/roman sayısındaki bu alışılmadık üretkenliğin sayfa sayısına yansımadığını söylemeliyim. Pek çok kitabı 50 sayfayı bulmuyor. Çünkü Cesar Aira’ya göre bir yazar üretken olmak için -hacimce- çok yazmak zorunda değil. Biraz kışkırtıcı ifadelerle devam ediyor: “Yazmak; yazı makinesinin önüne oturtulan bir maymunun da yapacağı bir iştir.”
KISA GÜZELDİR
Küçük hacimli romanlar yazmayı seviyor Aira. Kendi tarzı için mükemmel uzunluğun 100 sayfa olduğunu, kısalık güvensizlik yaratsa bile okuyucuya 1000 sayfalık bir roman vermesinin mümkün olmadığını ama bu durumun artık bir sorun yaratmadığını söylüyor; “Okuyucu tarafından tanınınırlığım arttıkça romanlarım kısaldı. İnsanlar artık bana istediğim her şeyi yapmam için izin veriyor. Her neyse, yayıncılar kalın kitapları tercih ederler ama kitapların kalınlığı ile edebi değeri ters orantılıdır.”
80 sayfalık hacmiyle ‘Dr. Aira’nın Mucizevi Tedavileri’, Aira’nın ideal ölçülerine uygun bir roman. Edebiyata, felsefeye, gerçeğe, kurmacaya dair düşüncelerini dile getirdiği -kendi standartlarına göre bile- tuhaf hikâyesi de Aira okuyucularını memnun edecek her türden öğeyi barındırıyor.
Roman kahramanı ve romanın biricik karakteri Dr. Aira ile bir sonbahar günü, şafak sökerken, Buenos Aires’in mahallelerinde, ağaçlı bir sokakta yürürken karşılaşıyoruz. 50’li yaşlarına adım atmış, arkadaşı olmayan, evliliğinde mutsuz, aşka aç bir adam. İsminin önündeki ‘Dr.’ nitelemesi sizi yanıltmasın; tıp doktoru değil, muhtemelen mucizevi tedaviler hakkındaki düşünceleri, bu düşüncelerden etkilenen hastalar arasındaki yaygın ünü nedeniyle kazanmış bu unvanı. Aslında ne iş yaptığını, ne üzerine tahsil gördüğünü bilmiyoruz.
Eklemek gerekir, pratikte hiç hasta tedavi etmemiş Dr. Aira. Dogmatizmden, batıl inançlardan tamamıyla uzak dursa da mucizelerin gerçekleşebileceğine inancıyla soyut düşünceler üretmiş. Bu düşüncelerin taraftar toplaması ise tıp çevrelerinin tepkilerine yol açmış. Düşmanlarının başını Dr. Actyn çekiyor: “Kendisinin ve hünerinin maruz kaldığı eziyetin ardındaki beyin, Pinero Hastanesi’nin başhekimi Dr. Actyn’di. Bütün saldırıların ve pusuların gerek başlangıç gerekse bitiş noktası Aşağı Flores’teki o eski hastaneydi.” Dr. Aira’nın bir şarlatan olduğunu kanıtlamak için sürekli tuzaklar hazırlayan bu adam, “Dr. Aira’nın gözünde Actyn çizgi romanlardaki, dünyaya hükmetmeye kafayı takmış kötü adamlara benziyor”...
Dr. Aira, düşmanlarına açık vermemek adına hep tetikte olmak, dalgınlık etmemek zorunda. Hiçbir şekilde hasta kabul etmeyen, kapısına gelenlerden para almayan Aira, teorisini kitaplaştırmak, kalıcı bir eser bırakmak amacında. Ne var ki işi gücü bırakıp yazmaya başladığı sırada karşılaşacağı ağır bir kanser hastası her şeyi bir kenara bırakmasına yol açacaktır. Artık pratiğin, mucizevi tedaviyi uygulamanın zamanı gelmiştir...
NEVİ ŞAHSINA MÜNHASIR BİR YAZAR
Jorge Baron Biza, hayat hikâyesini kısaca şöyle özetlemiş: “1942’de doğdum; Buenos Aires’te, Fribourg’da, Rosario’da, Villa Maria’da, La Falda’da, Montevideo’da, Milano’da, New York’ta; kolejlerde, barlarda, yazı işlerinde, tımarhanelerde, müzelerde yetiştirdim kendimi. Mann okudum, Proust çevirdim. 30 yıl boyunca, düzeltmenlik, gölge yazarlık, gazetecilik (psikiyatri hastaneleri yayınlarından sosyete dergilerine kadar) ve sanat eleştirmenliği işlerinden hayatımı kazandım.”
ROMAN GİBİ HAYATLAR
Ama bu hayat hikâyesinin bir de içsel boyutu var: “Üzerime, teselliden mütevellit büyük bir akıntı üşüşmüştü ailemde ilk intihar gerçekleştiğinde. İkincisi vuku bulduğunda ufuktan mahrum, tereddütlü bir okyanusa dönüştü bu akıntı. Üçüncüden sonraysa, üç kat yüksekliğin üzerindeki bir odaya girdiğimde insanlar koşup pencereyi kapatıyorlardı. Bunun gibi hadiseler içinde kapana kısıldı yalnızlığım.”
Son yıllarını başkentin çok uzağında -Cordoba’da- alkol bağımlılığı ve kronik hastalıklarıyla boğuşmakla geçiren ve münzevi bir hayat süren Biza, ailesinin trajik döngüsünü kendi ölümüyle kapatacaktır. 2011 yılında, 59 yaşındayken, 12. kattaki evinin balkonundan atlayarak intihar eder. Ne yazık ki romanının kazandığı başarıyı göremez...
Biza ailesinin tarihi Arjantin siyasi tarihiyle sıkı sıkıya ilişkili. Babası Raul Baron Biza, 19. yüzyılın son yılında doğmuş, parasını diktatörleri devirme girişimlerini finanse etmek ve zamanını Marquis de Sade’ı andıran yarı pornografik eserler yazmak için harcayan bir milyoner. Adı bugün bile ilk karısı İsviçreli Arjantinli aktris Myriam Stefford’un zamansız ölümünden etkilenerek yaptırdığı yaklaşık 80 metre yüksekliğindeki anıt mezarla anılıyor. Ardından Cordoba valisinin -kendisinden 20 yaş küçük- 17 yaşındaki kızı Clotilde ile gizlice evlenmiş ama birlikte olduklarından daha fazla zamanı ayrı geçirmişler. Bunda Clotilde’nin de ülkenin siyasi aktörlerinden biri haline gelmesinin rolü olmalı. Evlenmesine rağmen eğitimini aksatmayan, bir eğitim uzmanı olarak yüksek düzeyde görevler üstlenen Clotilde’nin yıldızı kocasının yıldızı sönmeye yüz tutmuşken parlamaya başlamış. Birbirlerine pek tahammül edemeseler bile Biza çifti Peronist karşıtı bir duruşta buluşmuş. Ta ki 1964 yılındaki trajik olay vuku bulana dek...
KENDİ PARASIYLA YAYIMLAMIŞTI
Anne ve babasının siyasi aktörler olması oğul Jorge Baron Biza’nın hayatını elbette derinden etkileyecekti. Dört yaşında, annesinin sürgüne gönderilmesiyle İsviçre’ye taşınmış, sekiz yaşında, Peron hükümeti döneminde annesinin hapsedildiği Buen Pastor Kadın Hapishanesi’nde kalmış, dokuzunda bütün ailesi ile birlikte Montevideo’ya sığınmış, 1964’te -babasının annesinin yüzüne asit attıktan sonra intihar etmesinden sonra- annesinin tedavisi için iki yıl Milana ve New York’ta yaşamıştı.
2020 yılı Uluslararası Booker Ödülü’nün Hollandalı yazar Marieke Lucas Rijneveld’e verilmesi ülkesi Hollanda’da bile şaşkınlıkla karşılanmıştı. Ödülü kazanan ilk Hollandalı yazar unvanını da elde eden Rijneveld henüz kariyerinin başındaydı ve ‘Akşamlar Rahatsız Edicidir’ ilk romanıydı. Genç bir yazarın kendi hayatından esinlenerek kaleme aldığı karanlık ama cesur hikâyesi de şaşırtıcıydı. Marieke Lucas Rijneveld, 1991’de Hollanda’nın Kuzey Brabant kenti yakınlarındaki bir köyde, Protestan Refom Kilisesi mensubu, çiftçi bir ailenin kızı olarak dünyaya geldi. Edebiyata şiirle başladı. Şiire olan ilgisi konuşma terapisine giderken uyanmıştı. Eğitimini yazmaya odaklanmak için yarıda bıraktı. 2015’te ‘Kalfsvlies’ (Buzağı Postu) adlı şiir kitabı yayımlandı ve ‘en umut verici yeni Hollandalı şair’ seçildi. 2018’de ‘Akşamlar Rahatsız Edicidir’ -2020’de İngilizce’ye çevrildiğinde- hem Booker Ödülü hem de uluslararası ün sahibi olmasını sağladı. Kariyerini 2019’da ikinci şiir kitabı ‘Fantoommerrie’ ve 2020’de ikinci romanı ‘Mijn Lieve Gunsteling’ ile sürdürdü.
BASTIRILMIŞ ŞİDDETİN DİLİ...
”On yaşındaydım ve montumu artık hiç çıkarmıyordum”...
Kiliseye ve kutsal kitaba sıkı sıkıya bağlı bir çiftçi ailesinin kızı olan Jas’ın bu giriş cümlesini aklımızda tutalım. Henüz 10 yaşındaki bu sevimli kız ile montu arasındaki ilişki, hikâyenin kilit noktalarından.
2000 yılı, aralık ayı. Mulder ailesi Hollanda kırsalındaki süt çiftliğinde Noel hazırlıklarını sürdürüyor. Dondurucu soğuğa rağmen sıcak bir atmosfer. Ne yazık ki, yılsonu etkinliklerine katılmaya giden evin büyük oğlu Matthies’ten gelen kötü haber, Mulder’leri dönüşsüz bir trajediye sürükleyecektir.
Jas, işte bu ölümün kendisine, anne ve babasına, ağabeyine ve küçük kız kardeşine yansımalarını anlatıyor. Matthies’in yokluğunun çiftlikteki yaşamı nasıl da yok ettiğini, ailenin çözülüşünü, çocukların çaresizce kendi yaralarını sarmaya çalışmalarını... Çocuklukla ergenlik arasında bocalayan, cinselliğin ilk uyanışlarını rol modeli olmadan göğüsleyen Jas, kendisinden çok anne ve babasının gerçeklerden uzaklaşmalarından endişelidir:
Giulio Cavalli, 1977’de Milano’da doğdu. Politik oyunları ve İtalyan mafyasının perde arkasını ele aldığı kitaplarıyla öne çıkan Cavalli, 2015’te ilk romanı ‘Mio padre in una scatola da scarpe’nin (Ayakkabı Kutusunun İçindeki Babam) ardından 2017’de ‘Santamamma’yı, 2018’de ‘Dalga’yı ve 2021’de bu romanın devamı niteliğindeki ‘Nuovissimo Testamento’yu (Yepyeni Ahit) yayımladı.
ETTEN DALGALAR
“İlk cesedi sığ kayalıkların arasında, iskelenin ayağına takılmış halde buldular.”
Kimselerin ilgisini çekmeyen, basit bir sahil kasabasında, DF’de karaya vurmuştur tanınmaz haldeki ceset. Onu bulan ihtiyar balıkçıya göre buraların cesedi değildir: “Bize hiç benzemiyor, benzemiyor bize, bir başka ırktan. Siyahi ama kapkara değil. Galiba Afrikalı. O taraflardan.” Birkaç gün sonra ikinci bir ceset daha ortaya çıkar. Cesedin kimliği yine belirsizdir: “Afrikalıydı galiba. Türk. Güneyli ya da Doğulu. Bizden biri değil. Sokakta karşılaşabileceğimiz insanlardan değil.”
Sonuçta cesetlerin aynı deniz kazasından kaynaklandığı düşünülür. Komiser Ciro Magnani ve yerel yöneticiler olayı hafife alma eğilimindedir. Ta ki sahilde “Belki yüzlerce vücudun kümelendiği cesetten bir halı, üç aşağı beş yukarı en az seksen ceset” bulana kadar... İşin tuhaf yanı, cesetlerin tamamının erkek, aynı yaş grubundan ve aynı fiziksel özelliklere sahip olmalarıdır ki bu da kasaba sokaklarında kol gezen korkuya büyücülükten tutun da modern tıbbi deneylere kadar uzayan türlü tevatürün ve komplo teorilerinin eklenmesine yol açar. Ancak 4 Nisan sabahı erken saatlerde gelen -sudan ziyade binlerce cesedi barındıran- dalga sözün bittiği yer olacaktır. Artık harekete geçmenin, kasabayı kurtarmanın zamanı gelmiştir.
İkinci bölümde -başta belediye başkanı ve etrafındaki yöneticiler olmak üzere -bütün halkın süreci avantaja dönüştürme gayretini, cesetlerin ‘şeyleştirilerek’ ticari metalara dönüştürülmesini, DF kasabasının ‘korunma amaçlı’ şeffaf duvarlarla çevrilmesini, giderek bir cam fanusa dahası faşizan bir şehir devletine dönüşmesini anlatacak Giulio Cavalli...
KIYAMETİ FIRSATA ÇEVİRMEK
1901 yılında Almanya’nın Stuttgart şehrinde orta sınıf Yahudi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Fred
Uhlman, 1923’te hukuk bölümünden mezun oldu ve doktorasını da tamamladı. Hitler’in iktidara gelmesi üzerine 1933’te Paris’e taşındı ama yaşamı hiç kolay olmadı. Hayatını resim yaparak kazanıyordu. Eserleri beğenilmekle birlikte o günlerin koşullarında alıcı bulmak zordu. 1936’da İspanya’daki Costa Brava’da küçük bir balıkçı köyüne taşındı ama kısa süre sonra patlak veren İspanya İç Savaşı nedeniyle Paris’e döndü, oradan İngiltere’ye geçti. Ne yazık ki birkaç yıl sonra İkinci Dünya Savaşı başlayacak ve Uhlman’ın hayatı yeniden cehenneme dönecekti; Alman olması sebebiyle İngiliz hükümeti tarafından Man Adası’ndaki Hutchinson Kampı’nda hapsedildi. Savaş sonrası resim çalışmalarını sürdürdü ve kendisini bir ressam olarak kanıtladı.
Bir sergisi 1968’de Londra’daki Leighton House Müzesi’nde açıldı. Eserleri Cambridge’deki Fitzwilliam Müzesi ve Londra’daki Victoria & Albert Müzesi de dahil olmak üzere birçok önemli kamu galerisinde yer aldı. ‘Yeniden Birleşme’ adlı romanı 1971’de yayımlandı. İlk yayımlandığında neredeyse tamamen göz ardı edildiyse de, 1977’de Arthur Koestler’in giriş yazısıyla yeniden basıldığında eleştirmenlerden övgü aldı. 1 Nisan 1985’te Londra’da hayata veda etti.
SENELER, SENELER SONRA...
“1932 yılının Şubat’ında girdi hayatıma ve bir daha hiç çıkmadı. O günden bugüne çeyrek asırdan fazla zaman geçti, umutsuzca çalışıp çabalama hissiyle içi boşalmış, amaçsız ve insanı canından bezdiren dokuz binden fazla gün; çoğu ölü bir ağacın kuru yapraklarına benzeyen günler ve yıllar.”
Böyle bir girişten, hikâyenin bizi geçmişe doğru bir yolculuğa çıkaracağını anlıyoruz. Anlatıcı Hans, anlatı zamanında ABD’de yaşayan, ‘yüzeysel olarak’ her şeye sahip bir avukat. Yıllar önce gittiği Karl Alexander Gymnasium’dan gelen ve İkinci Dünya Savaşı’nda ölen oğlanlar için yapılacak anıta katkıda bulunmasını isteyen bir çağrı, ona olan biten her şeyi yeniden hatırlatıyor. Asıl hatırladığıysa bir yıl boyunca süren ama bütün hayatına damgasını vuran arkadaşı Konradin von Hohenfels...
Mektubun yarattığı çağrışımlarla 1932 yılının şubatına, Württemberg’in en meşhur okullarından Karl Alexander Gymnasium’undaki karşılaşma anına döneceğiz: Sınıf kapısından içeri giren yeni öğrenci -Konradin von Hohenfels- hem soylu ve zengin bir ailenin çocuğu hem de etkileyici ve yakışıklı bir genç. Bir hahamın torunu, Yahudi bir doktorun oğlu olan Hans Schwarz ise öğretmenlerinin ve arkadaşlarının ilgisini cezbetmeyen, vasat bir öğrenci. Ne var ki Konradin’in çekimine kapılan Schwarz, diğer öğrencilerin önüne geçmeyi başaracak ve aralarında bir dostluğun ilk tohumları atılacak.
İkisi de ilk arkadaşlarını bulmuşlardır. Naif bir tutkuyla bağlanırlar birbirlerine. Kâh sikke koleksiyonlarından dem vururlar, kâh -henüz yakınlaşamadıkları- kızlardan. Kimi zaman Tanrı’nın varlığı, kâinatın nasıl oluştuğu gibi derin konulara da dalarlar. Konuşmadıkları tek şey politikadır, Nazizm yükselişidir. Oysa Yahudiler için tehlike çanları çalmaya başlamıştır bile. Ne var ki Yahudilikle özel bir bağları olmayan Hans Schwarz ve ailesi kendilerinin Alman, Stuttgart’ın evleri olduğundan o kadar emindirler ki, ne iktidara yürüyen Hitler’den ne de yükselen Yahudi karşıtlığından çekinirler. Ama okuyucu olarak bizler -tarihe dayalı bilgiler eşliğinde- Konradin ve Hans arasındaki dostluğun çok uzun sürmeyeceğini hissederiz...
Dedektif romanları yazarlarının kaderidir; karakter fazla öne çıkarsa yazarın ismi gölgede kalır. Mesela Sherlock Holmes’un A.C. Doyle’den, Philip Marlow’un R. Chandler’den hatta Hercule Poirot’un A. Christie’den daha ünlü olması gibi, Remzi Ünal da Celil Oker isminin önüne geçmiştir. Hak etmiştir de... Zira Celil Oker’in başarısı Remzi Ünal özelinde -yerlisiyle yabancısıyla- polisiyelerde sık rastlayamadığımız kadar gerçek bir insan tipi yaratmasındandır. Ve bana göre polisiye edebiyatımızın gelmiş geçmiş en başarılı dedektif tiplemesi Celil Oker’in Remzi Ünal’ıdır.
YORGUN, YENİK VE YALNIZ
Remzi Ünal serisi, dedektiflik mesleğine ilişkin hayali bir yasal düzenleme varsayılarak kurgulanmasına rağmen, yani gerçeklikle ilişkisi daha ilk başta gerçekdışı kılınırken, okuyucuda bir an bile ‘saçma’ duygusu yaratmaz. Peki, bunu nasıl başarır Oker? İlk vurgulanması gereken, var olmayan bir meslek erbabının bile çok gerçekçi biçimde canlandırılması olmalı; gündelik hayatın küçük ayrıntılarda yakalanması, roman kahramanının o hayatın içine yerleştirilmesi, karakteristik olanın canlı tasvirlerle aktarılması... Öyle ki Remzi Ünal, bizden biri haline geliyor. Yalnız yaşayan orta yaşlı bir erkeğin gündelik, sıradan davranışlarını gösteriyor, yaptığı işi aşkın nedenlerle değil, hayatını kazanmak adına sürdürüyor.
İstanbul’da yaşayan pek çok solcu entelektüelin -yorgunluk ve yenilmişlikte Ahmet Kaya’nın ‘Yorgun Demokrat’ında karakteristiğini bulan- ruh hali var kahramanımızda. Futbol sahalarından borsa dünyasına, reklam sektöründen kentsel dönüşüm simsarlığına kadar her yeri saran yozlaşmanın, toplumun suskunluğunun ve hatta suç ortaklığının onun haleti ruhiyesindeki karşılığıdır bu yenilmişlik duygusu. Yenilmişlik elbette vazgeçmişlik anlamına gelmiyor. Kaybedenlerden taraf olmak bilinçli bir tercih, sırtındaki taş kendi taşı. Öyleyse Remzi Ünal, kimse yardımına gelmese bile o taşı taşıyacak, gerçekleri ortaya çıkarmak için elinden geleni ardına koymayacaktır.
İşin doğrusu, ne eski çağın gri hücreleriye iş görenlerinin zihnine ne sokakların tozunu attıranların yiğitliğine ne de polis teşkilatının sağladığı güce sahip. Peki, nasıl çözümlüyor vakaları? Sabır ve sebattır Remzi Ünal’ın düsturu. Polisi işe karıştırmadan, güçlüleri kızdırmadan, güçsüzleri ürkütmeden ısrarla arşınlar sokakları, bilgi ve malzeme toplar, sorular sorar, insanları tahlil eder ve her seferinde meseleye farklı bir yerden yaklaşmaya çalışır. Bütün bunlar hikâyeleri zenginleştiren unsurlardır.
Türkçede -çoğunun yeni baskısı bulunmayan- ‘Sefarad’, ‘Savaşma Arzusu’, ‘Dolunay’, ‘Güzel Karanlık’, ‘Ne Mutlu’, ‘Emevilerin Kordobası’, ‘Lizbon’da Kış’ kitaplarıyla tanıdığımız Antonio Muñoz Molina, 1956 yılında İspanya’nın Jaén eyaletindeki Ubeda kasabasında doğdu. Granada Üniversitesi’nde sanat tarihi ve Madrid’de gazetecilik eğitimi aldı. 1980’lerde yazmaya başladı; ilk romanı ‘Beatus Ille’ 1986’da yayımlandı. Ertesi yıl, ikinci romanı ‘Lizbon’da Kış’la İspanya Ulusal Anlatı Ödülü’ne değer görüldü. Üretkenliğiyle dikkat çeken ve çok sayıda roman ve anlatı kitabı yayımlayıp birçok ödül kazanan Molina, 1995’te İspanya Kraliyet Akademisi’ne de seçilmişti.
CECILIA’YI BEKLERKEN
“Bu kente dünyanın sonunu beklemek için yerleştim” diyor anlatıcı romanın ilk cümlesinde. Oysa asıl beklediği akademik çalışmaları için uzaklarda olan karısı Cecilia. Zaman önemsiz ama yaklaşık olarak 2018 ya da 2019 yılındayız. Mekân ise Lizbon. Anlatıcının ifadelerinden, New York’tan ayrılıp buraya taşınmaya karar verdiklerini, kendisinin erken gelip evi karısının beğeneceği bir tarzda düzenlemeye başladığını öğreniyoruz...
Ve sonra adamın zamanda ve coğrafyada ileri geri savrulan iç monologlarıyla, evin konumundan tutun da eşyalar, olaylar ve şahıslar hakkındaki düşüncelerine kadar sirayet eden geçmiş takıntısıyla ayrıntılar yavaş yavaş şekilleniyor. Nasıl tanıştıklarını, ne iş yaptıklarını, daha önce nerede yaşadıklarını, Lizbon’a geliş nedenlerini, mutluluk ve mutsuzluk anlarını hatırlıyor anlatıcı. Küçük ayrıntılarda yakalıyor bunları. Artık çalışmayacağı ve New York’tan ayrıldığı için sevinçli ama belleğindeki bütün güzel anılar New York’a ve çalıştığı zamanlara ait. Belki de bu nedenle Lizbon’da New York’u hatırlatan bir semtte kiralamıştır evini. Kentler farklıdır ama anlatıcının köpeğiyle birlikte dolaştığı mekânlar benzerdir. Parkları, kütüphaneleri, evin içindeki yerleşim düzenini, hepsini de geldiği yerdekine benzerlikleriyle anlatır. Onun anlatısındaki iniş çıkışlar karısıyla birlikte oldukları zamanlardaki mutluluğu bu şehirde, bu evde yeniden yakalamaya dair bir umudun ve bu umudun gerçekleşmemesi ihtimalinden kaynaklanan korku ve endişelerin sonucudur.
Anlatıcı nereye baksa, ne işitse, ne düşünse dönüp dolaşıp sözü Cecilia’ya getiriyor. Bir başkasına, özellikle eşine olan bu aşırı bağımlı olma hali, orta yaş üstü erkeklerde sıklıkla rastladığımız bir arıza. Bir yandan sıcak iletişim kurduğu yegâne varlık olan köpeğiyle yaşayıp giderken bir yandan da karısının seyahatten dönmesini bekliyor. Peki, Cecilia ne düşünüyor? Ne yazık ki henüz Cecilia ile tanışmadığımız için partnerinin düşüncelerini benimseyip benimsemediğini -şimdilik- bilmiyoruz. Beklentiyi yaratan tam da bu? Beckett’in ‘Godot’su, Kavafis’in ‘Barbarlar’ı ya da Buzzati’nin ‘Tatarlar’ı gibi bir türlü ortaya çıkmayan Cecilia acaba nerede, gerçekten eve dönecek mi?..
GERÇEKLİK YİTİRİLDİĞİNDE
Taşınma telaşından, beklemekten, geçmişi ve geleceği düşünmekten ibaret bir hikâyenin bu denli ilginç ve ilgi çekici olması şaşırtıcı. Böyle bir başarıyı Muñoz Molina’nın anlatma becerisiyle açıklayabiliriz; hem anlatı tarzıyla hem de okuyucunun ilgisini çekecek noktaları sezme/bilme yeteneğiyle. Cecilia’nın bir türlü ortaya çıkmaması üzerinden okuyucuyu -genel okuma alışkanlığına dayalı- bir tuzağın içine çekiyor; kadının ölüp ölmediği, gerçekten var olup olmadığı kuşkusuna kapılıveriyoruz. Zira anlatıcının zihninde giderek kara noktalar çoğalıyor, her şeyin göründüğü/ anlatıldığı/ hatırlandığı gibi olmadığı kuşkusu kaplıyor zihnimizi. Kariyerinde zaman zaman polisiye kurguyu kullanan bir yazar olarak Molina, beklenti ve gerilim yaratmayı doğrusu iyi biliyor.
1968 doğumlu Jenny Offill, Stanford Üniversitesi’ni bitirdi. Mezun olduktan sonra garsonluk, barmenlik, kasiyer, bilgi denetleyicisi ve hayalet yazar olarak çalıştı. Bu sırada romanı yazıyordu. 1999’da tamamladığı ‘Last Thing’, edebiyat çevrelerinin ilgisini çekti. Ne var ki yeni bir roman için hiç acelesi yoktu. İkinci romanı ‘Dept. of Speculation’ tam 14 yıl sonra, 2014’te yayımlandı ve New York Times Book Review tarafından 2014’ün en iyi 10 kitabından biri seçildi. İngiltere’de Folio Ödülü, PEN/ Faulkner Ödülü ve L.A. Times Kurgu Ödülü için kısa listeye alındı. Üçüncü romanı ‘Hava Durumu’ da hayal kırıklığı yaratmadı; 2020 Kadın Kurgu Ödülü için kısa listeye girmekle kalmadı, 2020’nin en iyi kitapları listelerinde de yer aldı. Halen New York’ta yaşıyor ve yaratıcı yazarlık dersleri veriyor.
ENDİŞELERİMİZİN HİKÂYESİ
2016 yılında, Donald Trump’ın başkan seçilmesinin hemen öncesinde, New York’tayız. Roman kahramanı Lizzie’nin zihnine misafir olacak ve global, ulusal meselelerin bireysel hayata yansımalarını izleyeceğiz.
Lizzie, üniversitede psikoloji eğitimi almış, akademik kariyerini doktora tezini yazma aşamasında terk etmiş, orta yaşlarda, iddiasız bir kadın. Potansiyeline inanan hocası Sylvia sayesinde, kütüphanecilik diploması olmamasına rağmen bir üniversite kütüphanesinde işe girmiş. Kocası Ben ise Klasik Yunan ve Latin edebiyatı doktorası sahibi olmasına rağmen eğitici bilgisayar oyunları tasarlayarak kazanıyor hayatını. Lizzie ve kocası, ikisi de engellenmiş akademisyenler, aldıkları eğitimi hayata geçirememiş, orta sınıf uzlaşmasına boyun eğmek ve entelektüel dürtülerini içe çevirmek zorunda kalmış insanlar. İlkokul çağındaki oğulları Eli ve ismini öğrenemediğimiz köpekleriyle birlikte -ilk bakışta- mutlu bir orta sınıf aile tablosu çiziyorlar. Ne var ki orta sınıfların hayatları kırılgandır. Lizzie ve Ben’in hayatı da dış etkilere çok açık. Öncelikle Trump’ın yükselişinden endişeliler. Sonra Lizzie’nin kardeşi alkol bağımlısı Henry’nin yarattığı endişeler var. Ama en büyük endişelerinin nedeni iklim değişikliği. Endişe derken paranoyakça bir korkudan söz etmiyorum; Lizzie’nin okuduğu kitaplardan yaptığı alıntılar felaketin hiç de uzakta olmadığının çarpıcı kanıtları.
Lizzie’nin endişeleri üzerinden aslında hepimizin bildiği ama bilmezden geldiği bir gerçeği dillendiriyor Jenny Offill. Entelektüel olarak bildiğiniz, ancak hissetmek veya harekete geçmek istemediğiniz bir tür inkârcılık durumu bu. Ya da Offill’in deyişiyle; ‘alacakaranlık bilgisi’... Tıpkı depremlerin olacağını bilmemize rağmen deprem bölgesindeki evlerimizi terk etmememize benzer bir refleks. Offill, her şeyin ürkütücü bir şekilde aydınlandığı ve aniden yeniden karardığı anlarda içine düştüğümüz durumu bir roman karakteri üzerinden sergilemek istemiş.
Gerçekten de biraz akıl-fikir-bilgi-öngörü sahibi herkes ekolojik bir felaket çağının çok uzakta olmadığının farkında ama yapılması gerekenler hakkında kimsenin fikri yok. Afrika ülkelerindeki açlık ve kuraklık haberlerini izlerken çanların artık bizim için çaldığını biliyor ama izleyici olmanın ötesine geçemiyoruz. Yapılanlar; internet sitelerinden yürütülen imza ve bağış kampanyaları, birkaç çevreci eylem, yeşili savunan partilere oy vermek, doğayı tahrip eden ürünleri kullanmamak... Ama biliyoruz ki bu tarz bireysel ya da marjinal mücadeleler küreselleşmiş kapitalizmin azgın iştahıyla körüklenen küresel ısınmanın ve diğer ekolojik felaketlerin önüne geçemiyor. İşte Lizzie’nin endişelerinin ve umutsuzluğunun nedeni bu. Ve ne yazık ki bunlara gündelik hayat dertleri de eklendiğinde ilk bakışta mutlu görünen aile tablosunun içindeki çatlaklar çıkıyor ortaya.
Lizzie’nin hayatı eski hocası Sylvia’dan aldığı çağrıyla biraz olsun değişecektir. İklim değişikliğine dikkat çeken bir hareketin başını çeken Sylvia, seyahatlerine Lizzie’nin de katılmasını ve işlerini takip edip sıkıcı kısımların üstesinden gelmekte ona yardımcı olmasını ister. Başta heveslidir Lizzie ama ABD’nin çeşitli eyaletlerinde düzenlenen etkinliklerdeki izlenimleri hiç de iç açıcı olmayacaktır. Zaten Sylvia da mücadeleyi bırakmıştır. Trump’ın seçimleri kazandığını öğrendiğinde hocasının şu sözleri yankılanır zihninde: “Kargaşanın hâkim olduğu zamanlarda insanlar bir diktatöre özlem duyarlar...”
PARAMPARÇA
Günümüzde postkolonyal ve feminist edebiyatın önemli bir figürü haline gelen Zoë Wicomb 1948’de Western Cape’te doğdu ve Namaqualand’de küçük bir kasabada büyüdü. Liseden mezun olduktan sonra, o zamanlar siyahi öğrenciler için ayrılmış bir üniversite olan Western Cape Üniversitesi’nde İngilizce okudu. Ne var ki Wicomb yıllar sonra çok kötü bir edebiyat eğitimi aldığını söyleyecekti. Ülkenin siyasi iklimi de boğucuydu. Siyasi partiler yasaklanmıştı ve apartheid’dan (ırkçı yönetim) çıkış yolu yokmuş gibi görünüyordu. 1970 yılında İngiltere’ye gitti. Bir yandan apartheid karşıtı mücadelede yer alırken bir yandan da eğitimini sürdürdü. 1987’de yayımlanan ‘You Can’t Get Lost in Cape Town’ (Cape Town’da Kaybolamazsın) adlı ilk hikâye kitabı ile büyük beğeni topladı. 1990’da Güney Afrika’ya döndü ve burada üç yıl boyunca Western Cape Üniversitesi İngilizce bölümünde ders verdi. Apartheid rejiminin yıkılışına tanıklık etti. İlk romanı ‘David’in Hikâyesi’ (2002) işte bu sürecin hikâyesidir. İkinci romanı ‘Plaing in the Light’ (Işıkta Oynamak, 2006) ve ikinci hikâye kitabı ‘The One That Got Away’ (Kaçan, 2008) benzer konuları barındırır. 2015’te üçüncü romanı ‘October’ı (Ekim) yayımladı. Son romanı ‘Natürmort’, The New York Times tarafından 2020’nin en iyi 10 tarihi romanından biri seçildi. Wicomb ayrıca çok sayıda edebi ve kültürel eleştiri makalesi yayımladı ve çok sayıda saygın ödüle değer bulundu. Halen Glasgow’da yaşıyor ve Strathclyde Üniversitesi’nde yaratıcı yazarlık ve sömürge sonrası edebiyat dersleri veriyor.
DAVID’İN ARAYIŞI
Roman, yazarın önsözüyle açılıyor. Ancak önsözün yazarı Wicomb değil, romandaki yazar karakteri. Yazar karakter “Bu hikâye hem David’in hikâyesi hem de değil” diye başlayacak söze ve ırkçı rejime karşı mücadele etmiş ANC’li bir militanın hikâyesini anlatmaya çalışacak.
Anlatmaya çalışacak dememin nedeni, David Dirkse’nin hikâyeye müdahil olması, hikâyesine otosansür uygulaması, gerçeklerin bir kısmını gölgeleyip yaşanmışlığı şüpheli bazı bölümler eklemesi. Ama yine de biyografisini yazdırmak isteği bir hayat hikâyesini şekillendiriyor.
Cape Town’da, Nelson Mandela’nın hapisten çıktığı günlerde, 1990’ların başındayız. Kurtuluş Örgütü’nde yer alan ama siyahların özgürlük mücadelesini küçümseyen bir aileden gelen David, lise öğretmenliğini bırakmış, hareketin her kademesinde yer almış, entelektüel bir genç. Mücadele sırasında tanıştığı Sally ile evli. İki de çocukları var. Ne var ki aktif mücadelenin sonuna gelinmiş, orta sınıf hayatlara sığınma, hayatı sıkıcı hale getirmiştir. David, nereden nereye gelindiğini, ırkının tarihini, apartheid sonrası bir hayatın nasıl mümkün olabileceğini düşünmeye başlar. Bu konuda araştırma yapmak için ailesinin kökeni olduğuna inandığı Doğu Griqualand’daki Kokstad’ı ziyaret etmeye karar verir. Orada, topraklarının beyaz çiftçiler tarafından ele geçirildiğini gören, bir isyana öncülük eden, İngilizler tarafından hapsedilen ve serbest kaldıktan sonra Griqua’ları batıya -çöle- götüren Griqua atası Andrew Le Fleur hakkında bilgi toplamaya başlar. İşte tam o sırada fark eder kendi partisi içindeki düşmanlarının varlığını. Kara listeye alınmıştır. Böylece geçmiş bugünle birleşecek, ırkçılıktan arınmış bir demokrasiyi, yoldaşlarının sadakatini, kendi özgürlük/eşitlik anlayışını ve tarihi hakikatleri yeniden sorgulayacaktır. David’i bekleyen hayal kırıklığıdır. Zira geçmişini anlamlandıracak güvenilir bir tarih olmadığını fark eder; mücadele henüz bitmemiştir.
Yukarıda doğrusal bir akış içerisinde özetlediğim hikâyenin sıklıkla kesildiğini, araya tarihi olayların ve tarihi şahsiyetlerin girdiğini, yeni karakterlerin katıldığını söyleyerek özete bir şerh düşüyorum. Böylelikle Wicomb, David’in hikâyesinin farklı vehçelerini, eklediği çıkardığı kısımları, farklı bakış açılarını, gerçekleri ve yalanları düşünmemizi sağlıyor.
KADINLARIN YERİ?
Ralf Rothmann, 1953 Schleswig doğumlu. Gençliği Ruhr Havzası’nda geçti ve pek çok romanında mekân olarak bu bölgeyi kullandı. Ticaret lisesindeki öğrenimini yarım bırakarak duvarcı ustası olan Rothmann, uzun yıllar inşaatlarda çalıştı, ayrıca matbaacılık, hastabakıcılık ve aşçılık yaptı. Edebiyat hayatı 1986’da yayımlanan öykü kitabı ‘Messers Schneid’ ile başladı. Kitabın okuyucu ve eleştirmenler nezdinde ilgi görmesi Rothmann’ı cesaretlendirdi. 1991’de yayımlanan ilk romanı ‘Stier’ (Boğa) ile daha geniş bir okuyucu kitlesine ulaşan Rothmann, sonraki yıllarda art arda yazdığı romanları, öykü ve şiir kitaplarıyla uluslararası bir üne ulaşırken pek çok prestijli ödüle de değer görüldü.
ALMANYA YIKILIRKEN
Kariyerinin en önemli romanlarından ‘Baharda Ölmek’te savaş yıllarının ilk dönemini anlatmıştı Rothmann. ‘O Yazın Tanrısı’, gerek mekân (Ruhr bölgesi) gerek bir karakter olarak hikâyeye katılan yazarın babası Walter tiplemesiyle ‘Baharda Ölmek’le bağlantılı. Ancak bu kez savaşın sonuna gelindiği, Almanya’nın yenilgisinin anlaşıldığı günlerdeyiz. Hikâyenin kahramanı ise Louisa; 12 yaşındaki sevimli ve akıllı bir kız çocuğu.
Louisa ve ailesi bombalanan Kiel’i terk edip yakınlardaki bir kasabaya, kasabadaki bir çiftliğe yerleşmişler. Liman şehri Kiel sürekli bombalansa da kentten arabayla bir saatten daha az sürede ulaşılabilen bu savunmasız çiftliğe henüz tek bomba bile düşmemiş. “Hafifçe dalgalı tarlalarıyla, şurada burada tüten bacalarıyla, manastırın merdivenli çatısıyla ve kayın ağaçlarının arasındaki yaban hayvanlarıyla” huzurun simgesi gibi görünen bir yer. Ne var ki bu aldatıcı bir görüntü. Daha yakından baktığımızda savaşın sefaletini, kalacak yeri olmayan sığınmacıları, savaştan onarılmaz yaralarla dönmüş askerleri, tutsakları, yoksulluğu ve umutsuzluğu görebiliyoruz.
Aslında Louisa’nın ailesi de mutsuz, umutsuz ve perişan bir halde. Baba, Kiel’deki lokantasının kapanmasından sonra askeri garnizonda kantin işleterek bakmaya çalışıyor ailesine. Anne, kendisine acımaktan dış dünyada olup bitenleri görmeme, görse de işine geldiği için görmezden gelme halinde yaşıyor. Öz ablası Billie, burada yaşamaktan duyduğu öfkeyi giyinip süslenerek, erotik maceralara yelken açarak bastırmaya çalışıyor. Etrafındaki bu karmaşayı nasıl anlamlandıracağını bilemeyen, çocukluk ve ergenlik arasında sıkışıp kalan Louisa ise okuyarak ve yaralı bir atı iyileştirmeye çalışarak geçiriyor günlerini.
Ailenin bu çiftlikte başlarını sokacak bir ev bulmaları Louisa’nın üvey ablası sayesinde olmuştur. Daha doğrusu ablasının zengin kocası -SS subayı ve savaşa hiç gitmediği halde onur nişanları sahibi- Vincent sayesinde.
Çok geçmeden savaşın sıcak nefesi bu kırsala da yansıyacak ve bombardıman -başta Louisa’nın okulu olmak üzere- pek çok yere hasar verecektir. Halkta, en çok da kadınlarda işgalin korkusu başlamıştır. İşittiklerinin ne anlama geldiğini anlamasa bile korkmuştur Louisa...
1966 yılında Hampyeong’da doğan Jeong You Jeong, Hıristiyan Hemşirelik Koleji’nden mezun oldu. Aslında çocukluğundan beri yazarlığa duyduğu heves hiç dinmemişti. 35 yaşından itibaren -altı yıl boyunca- 11 edebiyat yarışmasına katılıp hepsinden de hayal kırıklığıyla ayrılmasına rağmen pes etmedi. Nihayet 2007’de Segye Gençlik Edebiyatı Yarışması’nı kazandı ve edebiyat kariyeri başladı. Sonrası bir başarı hikâyesi: 2009’da yayımlanan ilk romanı ‘Shoot Me in the Heart’ ile 5. Segye Edebiyat Büyük Ödülü’nü kazandı. Hemşirelik deneyimlerinin de yardımıyla yakaladığı gerçekçi anlatısı ve psikolojik derinlik Güney Kore edebiyat çevrelerinde büyük takdir toplamıştı. İkinci romanı ‘Seven Years of Darkness’ (2011) Almanya’da 2015’in en iyi 10 romanı arasında gösterildi ve ‘İyi Evlat’ (2015) uluslararası best-seller oldu. İlk iki romanı sinemaya uyarlandı; ‘İyi Evlat’ın çekimlerine de başlandı.
BASTIRILAN GERİ DÖNER
Okuyucuyu daha ilk sayfada yakalayan gerilimli ve muamma dolu bir girişle başlıyor hikâye. Aralık ayı. Seul kentinin yakınlarında, deniz kenarına kurulmuş modern bir uydu kentte, 25 katlı bir apartmanın çatı katındayız. Roman kahramanı Yujin, sabahın erken saatlerinde garip, metalik bir kokuyla uyanır. Bunun kan kokusu olduğunu düşünür. Merdivenlerden aşağıya indiğinde kan gölünün ortasında yatan bir kadın cesediyle karşılaşacaktır: “On altı yıl önce, o adada kocasını ve büyük oğlunu kaybeden kadındı. On altı yıl boyunca sadece bana tutunarak yaşayan kadındı. Kendi genlerinin yarısını bana miras bırakan kadındı. Annemdi.”
Olayın şokunu atlatamayan Yujin, cinayetin ne zaman, nasıl ve kim tarafından işlendiğini düşünür ama bir önceki gece hafızasından silinmiştir sanki. Hayal meyal hatırladığı yegâne şey, kulağına çalınan tuhaf bir mırıltıdır: “Yucin, sen... Bu dünyada yaşamayı hak etmeyen bir herifsin.”
İlk refleksi polise haber vermektir ama önce kendisinden şüphelenileceğinin farkına vardığında bu fikrinden hemen vazgeçer. Bu durumdan kurtulabilmesi için olup bitenleri açığa çıkarması gerektiğine karar verir. “Belki de ilk baştan beri kaçırdığım bir şeyler vardı. Önemli ama gözden kaçan bir şey... Çözemesem bile mantıklı bir hale getirebilirdim.”
Ve Yujin hem evin içinde hem de kendisine kötü oyunlar oynayan belleğinin derinliklerinde dolaşmaya koyulur. Ancak attığı her adım, yakaladığı her ipucu onu daha da umutsuzluğa sürükleyecektir:
“İşte o an fark ettim ki şimdiye kadar bulduğum ipuçları ve ikinci dereceden kanıtlar mütemadiyen tek bir kişiyi işaret ediyordu. O ‘biri’nin ‘ben’ olduğumu.”
Fyodor Mihayloviç Dostoyevski, 1821 yılında Moskova’da doğmuştu. Orta sınıfa mensup babası yoksullar hastanesinde cerrahtı. Çocukluğunu sarhoş bir baba ve hasta bir anne arasında geçiren Dostoyevski, annesinin ölümünden sonra St. Petersburg’daki Mühendis Okulu’na girdi. Askeri temelli bir okuldu. Babasının ölüm haberini burada aldı. Okulu başarıyla bitirdikten sonra İstihkâm Müdürlüğü’ne girdi. Bir yıl sonra istifa ederek ayrıldı ve edebiyata yöneldi.
Ailesinin ve çevrenin baskılarından kaçmak için genç yaşında kitaplara sığınmış, dünya edebiyatından, özellikle romantiklerden etkilenmişti. Romanlarında fantazya, gerilim, cinayet, korku gibi temaları kullanan E.T.A. Hoffmann, Schiller, Goethe, Shakespeare, Balzac ve Dickens en sevdiği yazarlardı.
İlk romanı ‘İnsancıklar’ı 1846’da yazdı. O yıllarda Rus edebiyatını yönlendiren eleştirmen Belinski tarafından beğenilen ‘İnsancıklar’da sıradan, yoksul, çaresiz insanların hayatını anlatmıştı. Bu dönemde siyasetle de ilgilenmeye başladı ve bu ilgi hayatının akışını kökünden değiştirdi. Siyasi görüşleri nedeniyle tutuklandı, idama mahkûm edildi, kurşuna dizilmekten son anda kurtuldu ve Sibirya’ya sürüldü.
Cezası sona erdiğinde (1859) St. Petersburg’a döndü ve yeniden yazmaya başladı. 1861’de, kendi çıkardığı dergide ‘Ecinniler’in tefrikasına başladı. Ancak Dostoyevski’ye eski ününü geri veren kitabı, Sibirya hayatını anlattığı ‘Bir Ölü Evinden Anılar’ (1861) oldu. ‘Kaybedilen özgürlük’ teması, özgürlük peşinde koşan Rus aydınları tarafından övgüyle karşılandı. Bu övgü, 1864 yılında çağdaşı sosyalist aydınları hicvettiği ‘Yeraltından Notlar’a kadar sürdü. Turgeniyev’le Dostoyevski arasındaki gerilim hem romana hem de tartışmalara yansımış, daha sonra işleyeceği birçok felsefi ve ahlaki problemin tohumları bu romanda atılmıştı.
Yazarlık kariyerinin ‘Büyük Romanlar’ı ‘Yeraltından Notlar’la başladı. Onu ‘Suç ve Ceza’ (1866), ‘Kumarbaz’ (1866), ‘Budala’ (1869), ‘Ecinniler’ (1872) ve ‘Karamazof Kardeşler’ (1881) izledi. Bütün bu romanlarına rağmen, savunduğu fikirler nedeniyle devlet tarafından tehlikeli, aydınlar tarafından gerici bulunarak ülkesinde sessizlikle kuşatılan, romanlarını hak etmediği bu kuşatılmışlığın öfkesiyle yazan Dostoyevski, 1881’de hayata veda etmişti.
RUS RUHUNUN PEŞİNDE
Hayatını maddi ve manevi sıkıntılarla, her biri bir skandal gibi yaşanan aşk ve evliliklerle, kumar ve sefahat âlemleriyle renklenen Avrupa seyahatleriyle ve edebiyat dünyasıyla sürdürdüğü polemiklerle geçiren bu büyük yazar, çoğu kitabını yayıncılardan aldığı ‘kaporalar’ nedeniyle çok kısa sürelerde tamamlamıştı. Ancak bu zaaf, büyük eserler vermesini engellemedi.
Gregor von Rezzori ya da tam adıyla Gregor Arnulph Herbert Hilarius von Rezzori d’Arezzo, -adından da anlaşılacağı üzere- aristokrat bir ailenin çocuğu olarak 1914’te Bukovina/Çernivtsi’de doğdu. Ailesi Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun Birinci Dünya Savaşı’nı kaybetmesinin ardından Romanya vatandaşlığına geçmişti. Gregor von Rezzori üniversite eğitimi için Romanya’da madencilik, Viyana’da mimarlık ve tıp bölümlerinde okumayı denedi ancak sanat ve edebiyatta karar kıldı. 1930’un ortalarında Bükreş’e döndü ve Rumen ordusunda askerlik yaptı. Romanya’da başladığı sanatçılık yaşamını 1938’de yerleştiği Berlin’de de sürdürdü. Radyo ve sinema sektöründe çalıştı, gazetelerde muhabirlik yaptı ve ilk romanını yayımladı (Flamme, Die Sich Verzehrt, 1939). İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra gazetecilik ve radyo senaristi olarak çalıştı ve edebi üretimini sürdürdü. 1954’te sinema filmlerinde oynamaya da başladı. Hayatının uzun bir bölümünü hiçbir ülkenin vatandaşı olmadan geçiren, çok yönlü sanatsal kişiliği ve çok dilliliğiyle tanınan Rezzori, 1998’de hayata veda etti.
DEĞİŞMEK KOLAY DEĞİL
Gregor von Rezzori, yukarıda kısaca özetlediğim hayat hikâyesini yazarlık kariyeri boyunca farklı veçheleriyle sıklıkla işlemişti. Yazdığı 20’den fazla kitabın en iyilerinin, hayatından ve özellikle çocukluğundan çizgiler barındıranlar olduğu söylenir. Başyapıtı sayılan ‘Bukovina Üçlemesi’ni oluşturan ‘The Snows of Yesteryear’, ‘An Ermine in Czernopol’ ve ‘Memoirs of an Anti-Semite’ (Bir Anti-Semit’in Anıları), kurgu ve otobiyografi arasındaki sınırı bulanıklıklaştıran romanlardır. ‘Sadakat’ de Gregor von Rezzori’nin hayatına dair bir anlatı kitabı. Önce 1969 yılında bağımsız bir kitap -ya da uzun hikâye- olarak yayımlanmış, 10 yıl sonra ‘Bir Anti-Semitin Anıları’ adlı beş bölümlük otobiyografik romanına bir kısım olarak dahil edilmiş.
Birinci tekil şahıs ağzından anlatılıyor hikâye. 1930’ların başındayız. Anlatıcı 19 yaşında genç bir adam; Viyana’da, anneanesinin evinde yaşıyor ve Viyana Üniveritesi’nde -dedesinin izinden giderek- mimarlık eğitimi görüyor. Ne var ki mutsuz ve yalnız.
“Fertleri 1125’ten bu yana kont, 1363’ten bu yana imparatorluk prensi olan ve 1415’ten bu yana elektör prens olmaya hak kazanmış bir aile” içinde yetişmiş, aile arması ile birlikte Yahudi düşmanlığını da miras almış:
“Babam da Yahudilerden nefret ederdi, hem de istisnasız hepsinden, hatta zavallı ihtiyarlardan bile. Bu çok eskilerden gelen, iliklerine işlemiş, herhangi bir neden ileri sürmesine gerek olmayan bir nefretti; her sebep, hatta en saçması bile onu haklı kılardı.”
Nefretten ziyade küçümseme, tiksinti, günah keçisine dönüştürme hali diyelim buna. Aslında sadece Yahudileri değil kendilerine benzemeyen herkese yönelik ‘doğal’ bir refleks bu:
Yirminci yüzyıl Avrupa fikir hayatının en büyük temsilcilerinden İspanyol şair ve yazar Miguel de Unamuno, 1864’te Bilbao’da doğdu, 1880-1884 yıllarında Madrid’de felsefe ve edebiyat öğrenimi gördü, 1891’de Salamanca Üniversitesi’ne Yunan-Latin edebiyatı profesörü oldu, 1901-1914 yıllarında aynı üniversitenin rektörü olarak görev yaptı. Diktatör Primo de Rivera’nın hükümet darbesi sırasında (1923) siyasi mücadeleye atılarak diktatöre karşı çıktığı için profesörlükten atılıp tutuklandı, 1924’te 60 yaşındaydı, Kuzeybatı Afrika kıyılarına yakın Kanarya Takımadaları’ndan Fuerteventura’ya sürüldü. Özgürlüğüne kavuşunca Fransa’ya, İspanya sınırındaki Hendaye’ye yerleşerek diktatörün düşmesini bekledi; 1930’da beklediği gerçekleşince İspanya’ya döndü. 1931-1934 yıllarında Salamanca Üniversitesi’nde İspanyol dili tarihi profesörlüğü ve 1936’ya kadar da rektörlük yaptı. 31 Aralık 1936’da 72 yaşında Salamanca’da öldü; “ardında dev bir eserler yığını bırakmıştı. Bu yığın, büyüklüğü ve yoğunluğundan başka zenginliğiyle de dikkat çekiyordu... İşlediği konular ve türlerden öte özgünlüğü de çarpıcıydı...”
DAHA AZ DİN, DAHA FAZLA AHLAK
Don Manuel’in ya da Ermiş Manuel’in Katolik Kilisesi tarafından aziz ilan edilmesi beklenirken başlıyor anlatmaya Angela Carballino. Şimdi 50’li yaşlarını geçmiş, hatıralarıyla baş başa kalmış bir rahibe. Çok uzak bir zamanı, sisli anıları canlandırmaya çalışacak: “Ve ben neyin gerçek neyin yalan olduğunu bilmiyorum. Neyi gerçekten gördüğümü neyin yalnız hayalini kurduğumu, neyi bildiğimi, neye inandığımı bilmiyorum. (...) Burada anlattığım şey gerçekten oldu mu ve gerçekten de anlattığım gibi mi oldu? Aslında böyle şeyler olmaz mı? Peki ya bütün bunlar başka bir düş içinde düşlenmiş bir düşten daha fazlasıysa?”
Angela’nın anıları ya da düşledikleri 10 yaşında küçük bir kızken, Don Manuel ile ilk karşılaştıkları günlerde başlıyor: “Sevgili Azizimiz o zamanlar 37 yaşlarında olmalıydı. (...) Din adamı olmak istiyordu. Din eğitiminde zekâsı ve yeteneğiyle dikkat çekmiş olsa da din adamlığında yükselme tekliflerini geri çevirmişti. (...) Tüm yaşamını bitmiş evliliklere arabuluculuk yapmaya, evlatları babalarına, babaları evlatlarına kavuşturmaya, acı içinde olanları teselli etmeye ve insanların bu dünyadan huzur içinde ayrılmalarına adamıştı. (...) “Önemli olan şey” derdi hep, “insanların mutlu olması, herkesin yaşadığı için mutlu olması. Yaşamdan zevk almak her şeyin önünde gelir. Tanrı istemeden hiç kimse ölmeyi istememelidir.”
Angelo büyüyüp köyün manastırında Aziz Manuel’in yardımcısı olma onuruna eriştiğinde, Amerika’dan dönüp gelen abisi Lazaro sayesinde bu iyiliksever adamın sırrına vâkıf olacaktır.
Lazaro, Yeni Dünya’dan hatırı sayılır bir servet ve din/düzen karşıtı ilerici fikirler biriktirerek dönmüştür. Kiliseye gitmez, Manuel’e inanmaz, feodal düzen artığı her şeye karşı olduğunu ilan ederek dolaşır köylerinde. Ahali Don Manuel ile Lazaro arasındaki kaçınılmaz bir ‘düello’yu beklemektedir. Ne var ki bu iki adamın karşılaşması büyük bir dostluğun temellerini atacaktır. Zira Don Manuel içini açmış, onu yakan sırrını paylaşmış, Lazaro’ya izlemesi gereken yolu göstermiştir: “Daha az din bilgisi, daha fazla ahlak bilgisi, tamam mı? İnanç, ahlak, vicdan.”
ÖLÜMLE BAŞ ETMEK İÇİN...
Malatya doğumlu Ebru Ojen, 2010 yılında Dokuz Eylül Devlet konservatuvarı Opera Ana Sanat Dalı Bölümünden mezun oldu. 2014’te yayımlanan ilk romanı 'Aşı' ile iyi bir çıkış yakalayan Ojen, geleceğin umut vaad eden 10 yazarı arasında gösterildi. Edebiyat yaşamını 2017’de 'Et Yiyenler Birbirini Öldürsün' ve 2020’de 'Lojman' adlı romanlarıyla sürdürdü.
‘Et Yiyenler Birbirini Öldürsün’ün ilk baskısını okuduğumda hikâyesini -özellikle- takıntılı karakteri nedeniyle sevmiş ama bazı yerlerde ‘sarkmalar’ olduğunu düşünmüştüm. Ojen de aynı fikirde olmalı ki aradan dört yıl geçtikten sonra romanını -kendi kendisinin editörlüğünü yaparak- yeniden düzenlemiş, sayfa sayısını azaltmış, cümle yapılarına müdahalelerde bulunmuş. Sonuç başarılı; meselesine daha iyi odaklanmış, yoğunluğu artmış bir roman çıkmış ortaya.
Hikâyenin ilk bölümünde -ismini ilerleyen sayfalarda öğreneceğimiz- Enver Uçma ile tanışıyoruz. Uykusuzluk ve baş ağrısından mustarip, 60’lı yaşlarında, huysuz bir adam. Tuvalet ihtiyacını gidermek dışında pek fazla terk etmediği evinde, yalnız, kafası karışık ve her şeye öfke kusar bir halde yaşayıp giden Enver Uçma’nın hayat hikâyesi, dağınık ve kötücül düşüncelerle dolu zihninden geçenler eşliğinde yavaş yavaş şekilleniyor.
Alevi kökenli bir ailenin çocuğu. İlkokulu bitirene kadar İstanbul’da yaşamış. Sonra memleketleri Maraş’a taşınmışlar. Üniversite eğitimi için İzmir’e gelmiş ama mühendislik eğitimini tamamlayamamış. Hiçbir işte dikiş de tutturamayınca İstanbul’a, babasından miras kalan -çok sevdiği- bu eve çocukluğunu bulmaya gelmiş. Ailesini, ölen kardeşini, küfrederek andığı babasını sıklıkla hatırlamakla birlikte zihnine düşen imgeler netlik kazanmıyor, kazananlar ise şiddetle yüklü:
“Yoksa halam mı gitti onu almaya? Hay Allah, ben gitmedim mi? Nasıl olur? Ben gitmediysem kim gitti? Halam gittiyse hangi halam gitti babamı almaya? Ölen halam mı? Karnına kurşun sıkılan halam olamaz. O da anamla aynı gün öldü. Anamı sopalarla öldürdüler, halamı silahla. Keşke anamı de silahla öldürselerdi. Çok acı çekmezdi o zaman. Uzun sürdü ölmesi. Çok canı yandı kadının. Kapımızı işaretledikleri günün ertesi günü olanlar oldu. Allah adına öldürdüler hepimizi. Bir türkünün sonu gibi bitti hayatımız. Acıyla... Kahrolarak!”
Enver Uçma’nın anılarını perdeleyen, Maraş katliamının travmasıdır. Öyle bir travma ki zihninde kara bir delik yaratmış, pek çok şeyi hafızasından silmiş, hayata katılmasını imkânsız kılmıştır. Saçmadır Uçma’nın hayatı; ürkek, tedirgin, yaralı ve yalnızdır. Ne var ki sığınabildiği son yerden, evinden atılmak istendiğinde kolay kolay teslim olmayacaktır.
İkinci bölümde Enver Uçma’nın komşusu Özlem’e gelecek anlatma sırası. O da arızalı, yaralı bir ruh. O da seslerden, kalabalıklardan, hayatın gidişatından şikâyetçi. Ne yazık ki kader onları karşı karşıya getirecek, Özlem’in daralmış yaşamından biriktirdiği öfke Enver Uçma’ya yöneldiğinde kötülük yeryüzüne inecektir...
ÖFKENİN İZİNİ SÜRÜYOR
Günümüzde adı Danimarka edebiyat kanonu içerisinde anılan Tove Ditlevsen, 1917’de Kopenhag’da, işçi sınıfından bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmişti. ‘Çocukluk’ta da anlattığı üzere, hayat koşulları çok zorluydu ve küçük yaşta içine kapanarak kendini şiirlerle ifade etmeye çalıştı. Lise eğitimi bile alamamasına rağmen kendini geliştirmesini bildi ve ilk şiir kitabını 20’li yaşlarının başında, 1939’da yayımladı. 1941’de ilk romanı ‘Bir Çocuk Zedelendi’yi tamamladı. 1947’de ‘Blinkende Lygter’ isimli şiir kitabı onu ülke çapında üne kavuşturdu. Ne var ki hayat hiç kolay değildi Ditlevsen için. Uzun yıllar alkol ve madde bağımlılığıyla mücadele etti. Yayımladığı 29 kitabın pek çoğuna bu umutsuz mücadele damgasını vurmuştu. Ve nihayet 1976 yılında, 58 yaşındayken, uyku hapı içerek hayatına son verdi.
Yaşadığı yıllarda çok sayıda itibarlı ödüle değer görülmüştü. Ölümünden 23 yıl sonra -1993’te- ‘Çocukluk Sokağı’ romanı 20. Yüzyılın En Değerli Danimarka Kitapları listesine seçilmiş, bazı romanları sinemaya uyarlanmış, şiirleri bestelenmişti. Ancak ülkesi dışında pek tanınmıyordu. Anılarının tek ciltte toplanıp ‘Kopenhag Üçlemesi’ adı altında Penguen Klasikler dizisi içerisinde yayımlanması ve övgüyle karşılanmasıyla bu eksiklik gecikmeli de olsa giderildi.
BİR ZAMANLAR KOPENHAG’DA
Beş yaşındayken başlıyor anlatmaya Ditlevsen. 1920’lerin Kopenhag’ı. Babası sosyalist bir işçi, annesi hırslı bir ev kadını, abisi ustalık okuluna giden bir yeniyetme. Yoksulluğu ve mutsuzluğu içselleştirerek ama elinden geldiğince gerçeklikten kaçarak büyüyor küçük Tove. Sıkıntılı durumlarda “içindeki uzun, garip kelimeler koruyucu bir zar gibi gönlünün üstünü kaplamaya başlıyor” ve “parlak kelime dalgaları içinden aktıkça” dış dünyadan zarar görmüyor.
Yıllar ilerleyip okula başladığında da işler yolunda gitmeyecek, kendisini daima uyumsuz hissedecektir. Artık okuma yazmayı öğrendiğinden güçlüklerle baş etmenin yolunu bulmuş, parlak kelime dalgalarını şiire dökmeye başlamıştır. Ancak o yılların Kopenhag’ında -ona kitap okumayı aşılayan sosyalist babası için bile- kadınların şair olması alay konusudur. Tove pes etmez: “Bir gün, içimden geçen bütün kelimeleri kâğıda dökeceğim. Bir gün, başkaları onları bir kitapta okuyacak ve bir kızın, her şeye rağmen şair olabileceğine şaşacaklar.”
Aile maddi nedenlerden bir dizi talihsizlikle daha da yoksullaşırken, Tove’nin bütün hayali bir an önce çocukluğundan kurtulmaktır. Ona dar gelen çocukluğunu çarpıcı imgelerle dile getiriyor Ditlevsen: “Çocukluk tabut gibi uzun ve dar, kendi kendine içinden çıkmak mümkün değil. Hep ortada, herkesin gözü önünde, tıpkı Güzel Ludvig’in tavşandudağı gibi”, “Çocukluğun içinden çıkmak mümkün değil, üstüne koku gibi siner. Her çocukluğun kendine has bir kokusu vardır. Diğer çocuklarınkini algılarsın. Kendi kokunu bilemediğinden, diğerlerinden daha kötü olmasından korkarsın bazen.”
İşte böyle bir ortamda ve böyle bir ruh hali içinde büyüyor Tove. Arkadaşlar ediniyor, sokakları arşınlıyor, öğretmeni sayesinde kitapların dünyasına açılıyor ve yavaş yavaş “çocukluğunun soğuk ve rüzgârlı son baharına” yaklaşıyor...
OTOBİYOGRAFİ Mİ ROMAN MI?
Japon bir ailenin çocuğu olarak 1954’te Nagazaki’de doğan Kazuo Ishiguro, günümüz İngiliz edebiyatının en önemli isimleri arasında sayılıyor. Pek çok dile çevrilen romanlarının yanı sıra kısa hikâyeleri, senaryoları, romanlarından uyarlanan sinema filmleriyle dünya çapında tanınan bir yazar. Türkiye’de de karşılığını bulmuş, romanlarının tamamı edebiyatseverlerle buluşmuş.
İlk romanı ‘Uzak Tepeler’ (1982) yayımlandığında henüz 27 yaşındaydı Ishiguro. Hikâyesini İngiltere’de yaşayan ve kızının intiharıyla yüzleşmeye çalışan Japon bir kadının geçmişi anımsaması etrafında kurgulamıştı. Winifred Holtby Ödülü’nü kazanan roman, özellikle İngiltere’deki hayatı ‘Japonların gözünden’ değerlendirmedeki başarısıyla övüldü. Ve ertesi yıl Ishuguro, henüz İngiliz vatandaşlığına kabul edilmemişken, aralarında Martin Amis, Ian McEwan, Salman Rüştü, Julian Barnes, Graham Swift, Rose Tremain ve Pat Barker gibi isimlerin yer aldığı seçici kurul tarafından en iyi genç İngiliz yazarlar listesine dahil edildi.
Yolu açılmıştı. İkinci romanı ‘Değişen Dünyada Bir Sanatçı’da (1986) roman kahramanları yine Japonlardı. II. Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında geçen romanda öncesi ve sonrasıyla savaşın yarattığı yıkım, suçluluk duyguları, yakıcı bir hesaplaşma ve hayata tutunma mücadelesi sergileniyordu.
Artık İngiltere’ye ve İngilizlere bakmanın zamanı gelmişti. Bana kalırsa Ishiguro’nun başyapıtı olan ve prestijli Man Booker ödülüne değer görülen ‘Günden Kalanlar’da (1989) karakterlerin milliyetini değiştirdi ama tarihsel arka plan aynıydı. II. Dünya Savaşı sırasında Nazi Almanya’sına sempati duyan bir aristokratın kâhyası olan Stevens’ın sesiyle anlatılan hikâye dönemin ve İngiliz kimliğinin ruhunu yakalamıştı. Roman, Ishiguro’nun ‘geçmişe takılıp kalmış bellek’ temasının da en karakteristik temsiliydi. Biraz açıklık getireyim; Ishiguro romanlarının anlatıcıları durmadan hatırlarlar ve anlatırlar ama anlattıklarına güvenemeyiz. Çünkü hatıraları çarpıtılmış ya da bellekleri ihtiyaçlarına göre yeniden düzenlenmiştir.
Bir sonraki romanı ‘Avunamayanlar’da (1995) farklı bir hikâye ve anlatım tarzı deneyecekti; ‘Avunamayanlar’, konser vermek üzere bilinmeyen bir Orta Avrupa ülkesine giden bir piyanistin bilincinden aktarılan hikâyesiyle pek çok eleştirmen tarafından ‘Kafkaesk’ olarak değerlendirildi.
Türsel ve biçimsel denemelerini sonraki üç romanında da sürdürdü; ‘Öksüzler’ (2000), 1930’ların Çin’inde geçen arka planıyla tarihi roman türüne, dedektif kahramanı ve barındırdığı muammalarla polisiyelere göz kırpıyordu. Ne var ki beklenen düzeyi tutturamamıştı. Hayal kırıklığını ‘Beni Asla Bırakma’yla (2005) ile giderdi. İnsanlara organ nakli sağlamak için yetiştirilen genç androidlerin dramını işleyen, yakın geleceği hedef alan bu distopik romanın ardından ‘Gömülü Dev’ (2015) ile karanlık çağlara uzandı; Kral Arthur dönemine.
2000’li yıllarda ‘Beni Asla Bırakma’ dışında ‘büyük’ roman yazmadı ama itibarı da zedelenmedi Ishiguro’nun. 2017 Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanması elbette kimseyi şaşırtmayacaktı. Nobel Komitesi, ödül gerekçesini açıklarken “Büyük duygusal güce sahip romanlarında, dünya ile hayali algı arasındaki uçurumu ortaya çıkarması” ifadesini kullanmıştı. Romanlarının değerlendirmesini yaparken sözünü etmiştim, Ishiguro’nun 40 yıllık kariyerinde en fazla öne çıkan temalar hafıza, hatırlama, unutma ve bu sürecin getirdiği yükler olmuştur; ‘Klara ile Güneş’te de öyle.
Ishiguro, sekizinci romanı ‘Klara ile Güneş’te hikâyeyi bir robotun, Klara’nın bakış açısından anlatıyor. Enerjisini güneş ışıklarından alan, yapay zekâ ile donatılmış, öğrenen, bilgi ve becerilerini, hatta duygularını geliştiren YA tipi bir robot. YA, yani yapay arkadaş. Klara ve benzerleri, çocukların yalnızlığını gidermek için imal edilmiş teknoloji harikaları. Üstelik Klara diğerlerinden biraz daha farklı özelliklere sahip; dış dünya gözlemleri keskin, ayrıntıları iyi yakalıyor ve merceğine yansıyanları şaşırtıcı bir doğrulukla yorumluyor. Josie’nin annesinin Klara’yı tercih etmesindeki en önemli nedenin tam da bu özellikleri olduğunu ilerleyen sayfalarda anlayacağız. Josie, sevimli bir kız, ‘yükseltilmiş’ bir çocuk. Gençlerin yüksek eğitim alabilmesi için ‘DNA’larında ufak tefek oynamalar yapılarak ‘yükseltildiği’, yükseltilmeyenlerin ancak yüzde 2’sini okuma şansı bulduğu, orta sınıfların pozisyonlarını kolaylıkla yitirdiği, sosyal sınıfların iyice ayrıştığı, yoksul mahallelerini sokak çetelerinin kontrol ettiği yakın bir gelecekteyiz. Elit kesim -ölümcül hastalıklara yakalanma ihtimalini göze alarak- çocuklarını yükselttirmeyi tercih ediyor. Ne yazık ki Josie de hastalananlar arasında...
1959’da Amman’da doğan Rabih Alameddine, 17 yaşındayken ülkesinden ayrıldı ve ABD’ye yerleşti. Los Angeles Kaliforniya Üniversitesi’nden (UCLA) mühendislik okudu, sonra işletme yüksek lisansını tamamladı ve hayata mühendis olarak atıldı. Ancak asıl ilgisini sanat ve edebiyat çekiyordu. Nitekim önce resme, sonra yazmaya başladı. İlk romanı ‘Koolaids: The Art of War’ 1998’de yayımlandı. ‘I, the Divine: A Novel in First Chapters’ (2001) ve ‘The Hakawati’nin (2008) ardından ‘Lüzumsuz Kadın’la 2014 (Amerikan) Ulusal Kitap Ödülü’nde finale kaldı, ‘The Angel Of History’ ile 2017 Arap-Amerikan Kitap Ödülü’nü kazandı.
YAZARLARLA YAŞAYANLAR
2000’li yılların Beyrut’unda kış mevsimi yaklaşırken başlıyor hikâyemiz. Anlatıcı Aaliya Saleh; 72 yaşındaki tanrısız, babasız, çocuksuz, aşksız, arkadaşsız, kısacası tamamiyle yalnız bir kadın. Yıllardır aynı köhnemiş apartmanda komşuluk yaptığı üç kadın -‘üç cadı’- dışında kimseyle merhabası bile yok. Ama çok özel bir merakı var Aaliya’nın. 22 yaşından beri her ocak ayının birinci günü yeni bir çeviriye başlamış. Son 50 sene içinde 40’a yakın kitap çevirmiş.
Dış dünyaya, insanlara, olup bitenlere kendisini kapatan bu kadın sevdiği yazarlarla, filozof ve sanatçılarla kafa tutuyor yalnızlığa. En yakını -yabancılaşma ve münzevilik konusunda ‘uzman’ olarak görüğü- Fernando Pessoa, ama daha pek çok tanınmış isim var ona arkadaşlık eden; Sebald, Dostoyevski, Patrick White, Marguerite Youcenar, Coetzee, António Lobo Antunes, Hemingway, Camus, Spinoza ve daha niceleri...
Şöyle ifade ediyor tutkusunu: “Uzun zaman önce tüm benliğimi, kelimelere duyduğum kör bir tutkuya adadım. Edebiyat benim kum havuzum. İçinde oyunlar oynuyor, kaleler, duvarlar inşa ediyor, şahane zaman geçiriyorum. Beni asıl zorlayan oyun bahçesinin dışındaki dünya. (...) Edebiyat bana hayat veriyor, hayat beni öldürüyor. Eh, hayat herkesi öldürüyor.”
Ne güzel, ne derin bir tutku, diye düşünebilirsiniz ama Aaliya’nın bu tutkusu karşılıksız bir aşka dönüşmüş. Zira bütün zamanını harcadığı, titizlendiği çevirilerini bırakın yayımlatmayı okutmuyor bile. Yaşlı kadının zihni geçmişin anıları ve okuduğu metinler arasında dolaşmaya başladığında bu tercihin nedenini ve Aaliya’nın başından geçenleri yavaş yavaş anlamaya başlayacağız. Bütün yollar bizi iç savaştan tarumar olmuş bir şehre götürecek; Aaliya’nın sevgili Beyrut’una... “Beyrut şehirlerin Elizabeth Taylor’ı; deli, güzel, dağınık, altüst olmuş, yaşlanmakta ve daima dramların pençesinde.”
BEYRUT, EY BEYRUT
1950’de Kumla’da (İsveç) doğan Hakan Nesser, bir süre Uppsala’da ortaokul öğretmeni olarak çalıştı. Yazmaya geç başladı; 1988’de ilk roman ‘Koreografen’ (Koreograf) yayımlandığında ‘yolun yarısı’nı geçmişti. Nesser, başarıyı ilk macerası -’Kurtların Saati’- 1993’te yayımlanan ‘Dedektif Van Veeteren’ serisiyle yakaladı. 1993-2003 yılları arasında yazdığı Van Veeteren serisini 2006-2012 yılları arasında yazdığı ‘Dedektif Gunnar Barbarotti’ serisi izledi. Bu iki popüler serinin dışında farklı türlerde ürünler de veren Nesser, üç kez En İyi İsveç Suç Romanı ödülünü kazanan ilk, Danimarka Rosenkrantz Ödülü’nü iki kez kazanan tek yazar oldu.
‘Intrigo’ serisi -’Tom’, ‘Bir Yazarın Ölümü’, ‘Sevgili Agnes’, ‘Yılan Çiçeği’- Nesser’in hikâyelerini topladığı bir koleksiyon. İlk dört hikâye novella boyutlarında. ‘Yılan Çiçeği’nin sonuna eklenen ‘Sofia’nın Ödevi’ ise kısa hikâye formatında. Bu hikâyelerden üçü ‘Intrigo’ üstbaşlığıyla sinemaya da uyarlanmıştı.
Bu kitaplardan ‘Tom’a daha önce değinmiştim. Geçmişin sırlarının yavaş yavaş ortaya çıktığı ve beklenmedik cinayetlere yol açtığı dramatik bir hikâyesi vardı. Aslında bu serideki bütün hikâyelerde geçmişteki yaşanmışlıklar büyük rol oynuyor. Mesela ‘Bir Yazarın Ölümü’nde hiçbir sebep yokken sırra kadem basan ünlü bir yazarın romanını tercüme etmeyi üstlenen David, öldürdüğünü düşündüğü karısının hayaletinden mustarip. Bu gerilim dolu serüven, bir süre sonra ‘geçmişin günahlarını diriltecektir’...
‘Sevgili Agnes’te çocukluk arkadaşı iki kadının hikâyesine tanık oluyoruz. Uzun süredir birbirlerini görmeyen Agnes ve Henny, Agnes’in kocası Erich’in cenazesinde buluşurlar. Arkadaşlıkları mektuplarla yeniden canlanır; Henny kendisini aldatan kocasından kurtulmak için Agnes’in yardımını talep ettiğinde ikili arasındaki ilişkinin karakteristiğini yavaş yavaş anlamaya, daha doğrusu sezmeye başlarız. Agnes’in ağzından aktarılan hikâye çocukluk, ilkgençlik yıllarına uzandığında küçük çekişmelerin, kıskançlık ve rekabetin yol açtığı kalıcı bir kötülük damgasını vuracaktır hikâyeye. Pandora’nın kutusu açılmıştır...
‘Yılan Çiçeği’ de gerilimli ama bir o kadar da hüzünlü bir hikâye. 49 yaşında, karısı tarafından terk edilmiş, hayattan beklentisi kalmamış bir adamın liseyi bitirdiği küçük kasabaya dönüşünde Vera Kull’dan aldığı bir notla başlıyor gerilim. Vera kasabanın en güzel kızı ve kahramanımızın hem sınıf arkadaşı hem de büyük aşkı. Ne var ki mezuniyet balosunun düzenlendiği gecenin sabahında sırra kadem basmış, 30 yıl boyunca kendisinden haber alınmamış, öldürüldüğü düşünülmüş bir kadın. Ve şimdi, Vera’ya ne olduğunu ortaya çıkarmak için hafızayı geriye sarmak, 30 yıl önceki o geceye gitmek, yaşananları yeniden düzenlemek gerekiyor.
Son ‘Intrigo’ macerası ‘Sofia’nın Ödevi’nde macera falan yok aslında; okuduğumuz bir araba kazasında ölen bir kızın son derece dokunaklı hikâyesi. Ailesinin, köpeğinin, son yaptığı ödevi değerlendiren öğretmeninin dramlarına odaklanan kısa ve keskin bir anlatı.
SUÇLULUK, İNTİKAM VE KEFARET
1938 yılında Kenya'da doğan Ngũgĩ wa Thiong'o, Uganda'da Mekerere Üniversitesi'ni bitirdi. İlk oyunu 'The Black Hermit'i (1962) öğrencilik yıllarında tamamladı. 1964 yılında ilk romanı 'Weep Not Child', bir yıl sonra ikinci romanı 'Aramızdaki Nehir' yayımlandı. Üçüncü romanı 'Bir Buğday Tanesi' (1967) yazarın kariyerinde ve hayatında önemli bir dönüm noktasıydı. Bundan sonraki yapıtlarında Marksizmin ve Fanon'un etkileri görülecekti. Artık Kenya'da sevilen ve sözü geçen bir yazar olmasının yanı sıra. Nairobi Üniversitesi Edebiyat Bölümü’nün başına da getirilmişti. Ancak dikataörlüğün tahammülü sınırlıydı; 1977 yılında köylüler ve işçiler tarafından bir tiyatro oyunu nedeniyle tutuklandı ve bir yılı aşkın bir süre cezaevinde kaldı. Cezaevindeyken Gikuyu dilinde yazdığı ilk çağdaş romanı tamamladı. 1982 yılında siyasi baskılar nedeniyle Kenya'dan ayrıldı ve Amerika'da birçok üniversitede dersler verdi. 1992 yılında New York Üniversitesi'nde karşılaştırmalı edebiyat ve performans çalışmaları dalında profesörlüğe yükseldi. Bugün halen California Irvine Üniversitesi’nde edebiyat profesörü olarak görev yapan Ngũgĩ wa Thiong'o romanları pek çok dünya diline çevrilmesinin yanı sıra pek çok akademik araştırmanın konusu oldu.
Hikâye başladığında Aburriya Cumhuriyeti’nin ‘Hükümdar’ diye adlandırılan başkanının doğum günü kutlamaları arifesindeyiz. Gündem, Hükümdar’ın gözüne girmek için yarışan bakanlardan birinin ortaya attığı ‘Cennete Yürüyüş’ projesiyle çalkalanıyor. Projeye göre -Babil Kulesi benzeri- uzaya uzanacak bir bina inşa edilecek ve ülke gelişmiş ülkelerle birlikte uzay yarışına katılmış olacak. Projeyi gerçekleştirmek için ise elbette aynı gelişmiş ülkelerden gelecek krediye ihtiyaç var. Hükümdar’ın doğum günü kutlamalarının görkemi ile kredi verecek kuruluşun ikna edileceği hesaplanıyor.
Aynı sıralarda sonradan ‘Kargalar Büyücüsü’ unvanını alacak Kamiti ve Nyawira ile tanışıyoruz. Kamiti, yoksul bir köylü ailesinin çocuğu. Aile oğullarının eğitimine destek olabilmek için sahip oldukları arsayı bile satmış, Kamiti de bu sayede bir Hindistan üniversitesinde iktisat okumuş, işletme dalında yüksek lisans yapmış ama ülkesine döndüğünde “Siyah Aburiryalılara potansiyel hırsız gözüyle bakma eğiliminde olan Afrikalı, Asyalı ve Avrupalı şirket patronları” tarafından hor görülmüş ve işsiz kalmış.
Kamiti, yine kapı dışarı edildiği bir iş başvurusu sırasında şirketin sekreteri Nyawira ile tanışır. Nyawira, varlıklı bir ailenin çocuğu. Eldares Üniversitesi’ne gitmiş, İngilizce, tarih ve sahne sanatları okumuş, ama sekreterlik işini diploması sayesinde değil, bilgisayar kursu sayesinde bulmuş, akıllı, güzel ve özgür bir kadın.
Bu ikilinin yolu bir akşam saatinde, polis kovalamacasından kaçarken kesişecektir. Kamiti, dilencilik yaptığı için kaçmaktadır, Nyawira ise bir grup muhalifle birlikte dilenci kılığında eylem düzenlemekten... Polislerden kurtulabilmek maksadıyla gizlendikleri evin kapısına astıkları bir duyuru hem bu ikilinin hem ülkenin kaderini değiştirecektir; “Bu eve ilişenin vay haline! İmza: Kargalar Büyücüsü”...
İnsan ruhunu tanıma konusundaki mahareti ile kapısına gelenleri ‘iyi’ eden büyücünün ünü hızla yayılırken Hükümdar’ın doğum günü kutlamaları da yaklaşmaktadır. Nyawira, o gün düzenleyecekleri eyleme katılmaya davet eder Kamiti’yi. Hümanizme inanan Kamiti ise siyasete, özellikle de kitle hareketlerine karşı soğuktur. Yolları ayrılır; ta ki “Güçlünün hakkına haklının gücüyle karşı çıkıyoruz” diyen kadınların eylemine kadar...
ABURRİYA NERESİ?
C. D. Rose, 1960’ta Manchester’da doğdu. O zamandan beri, yarım düzine farklı ülkede yaşadı ve çalıştı. Edebiyat kariyerine de Paris, Napoli, St. Petersburg, Lizbon, Manchester ve Birmingham’da geçen hikâyelerle başladı. Dergi ve antolojilerde yer alan bu hikâyelerden biri Granta’da yayımlanmıştı. Ancak ironik olarak görece başarıyı 2014’te yazdığı başarısızlıkla ilgili inceleme kitabıyla kazandı: ‘The Biographical Dictionary of Literary Failure’ (Olamayanlar: Edebiyat Tarihinden Büyük Başarısızlık Öyküleri).
TEKİNSİZ ŞEHİR, TUHAF KARAKTERLER
Tarihin en başarısız yazarlarına kusursuz bir saygı duruşu niteliğindeki ‘Olamayanlar’, unutulmuş 50’den fazla yazarın biyografisini konferans dizisi biçiminde inceleyen değişik, sevimli bir kitaptı. Postmodern bir oyuna kalkışmamış, adını hiç duymadığımız bu yazarları kafadan uydurmamıştı Rose. İş kurmacaya gelince farklı bir yol izlemiş; ‘Herkes Başka Biriyken Kim Kimdir?’i var olmayan yazarların var olmayan romanları etrafında kurgulamış.
Hikâye kendi çalışmasına atıfta bulunarak başlıyor: “Birkaç yıl önce, yayına hazırladığım bir kitabın (Olmayanlar) kazandığı mütevazı başarı sayesinde, Orta Avrupa’nın uzak sayılabilecek bir köşesindeki adını vermeyeceğim küçük bir şehrin üniversitesinden bir dizi konferans vermek üzere davet aldım. (...) Kayıp, unutulmuş ya da hiç hak etmediği halde göz ardı edilmiş kitaplar üstüne 10 konferans teklifine dönüştü davet...”
Bu durumda anlatıcının C.D. Rose olduğunu düşünebiliriz. Ne var ki hikâye gerçeklikle öylesine eşitlenemez ki anlatıcının kimliği hiç de önemli değil. Akademik unvanıyla ‘Doktor’ olarak anılan bu adamın özeline dair edindiğimiz yegâne bilgiyi baştaki ve sondaki iki paragraftan çıkarıyoruz:
“Böylece yolun sonuna varmış oldum, bu havada fazla gelmiş paltosunun cezasını çeken, şapkası paralanmış, iki elinde birer hantal bavul taşıyan bir adam olarak. Ülkesindeki kargaşadan ufak ufak sıvışan o ebedi göçmen de olabilirdim pekâlâ; yıllarca bir anlam ve amaç peşinde o şehir senin bu şehir benim yer değiştiren o yurtsuz adam hani. (...) Genç olsaydım, ucuz bir müzikalin başındaki o hevesli yeniyetme de olabilirdim; hani bavullarını kaldırıma bırakıp dikelerek sırtını esneten, sonra ıslık çalıp, ‘Hey gidi koca şehir, bakalım neler çıkacak bahtıma’ diye iç geçiren o küçük adam. Aslında bu saydıklarımın hiçbiri değildim ama kendimde hepsinden ufak tefek parçalar görebiliyordum.”
Geldiği şehir Avrupa’nın doğusunda, dili ve kültürüyle anlatıcıya daha baştan yabancılık ve tekinsizlik duygusu veren bir yer. Niyeti hem konferanslar vermek hem de Guyavitch isimli gizemli bir yazarın izini sürmektir. Ne var ki bu sürekli hareket eden, sanki kaybolmak için inşa edilmiş şehirde, ona eşlik eden tuhaf insanlar arasında niyetini gerçekleştirmek hiç kolay değildir. Üstelik konferans dizisi başladığında istediği etkiyi de yaratamamış, haftalar geçtikçe olaylar, mekânlar ve insanlar daha da gizemli bir hal almıştır. Kahramanımız kurmaca ile gerçeklik arasında bir yere sıkışmış gibi hissecektir kendisini: “Okuduğu kitaplardan yola çıkarak kendini oluşturmuş insanlardık -belki okuduklarımızdan hareketle birbirimizi de uydurmuştuk. Gerçeklikle başa çıkmanın başka yolu var mı, var olmanın başka yolu var mı?”
EDEBİYAT TUTKUSU
1941 Norveç doğumlu Dag Solstad edebiyat dünyasına 1965’te öyküleriyle adım atmış, ilk romanı ‘Irr! Grønt!’ı 1969’da yayımlamıştı. 1980’in ilk yarısına dek yazdığı romanları siyasete yaptığı vurgu nedeniyle tartışmalara neden olmuş ve eleştirilmişti. Ancak sonrasında Dag Solstad, ülkesi Norveç’in ve Kuzey Avrupa’nın en önemli yazarlarından biri olarak kabul edilmekle kalmadı, siyasi solun önemli bir figürü de oldu. Öyle ki, Dag Solstad’ın İskandinav edebiyatına etkisi Philip Roth’un Amerikan edebiyatı ya da Günter Grass’ın Alman edebiyatı üzerindeki etkileri kadar derindir. Türkiye’de ‘Mahcubiyet ve Haysiyet’ ve ‘Lise Öğretmeni Pedersen’in Ülkemize Musallat Olan Büyük Siyasi Uyanışa Dair Anlatısı’ romanlarıyla tanınan Solstad, ülkesinin en prestijli edebiyat ödüllerinden Norveçli Eleştirmenler Ödülü’nü üç kere kazanmanın yanı sıra Kuzey Avrupa Edebiyat Ödülü’nün de sahibi.
HEDEFSİZ, BEKLENTİSİZ, YALNIZ
‘T. Singer’ romanında hikâye Singer’ın çocukluğundan önemsiz bir olayı hatırlamasıyla başlıyor: “Yapmacık bir kahkaha atarken suçüstü yakalanmıştı. Bir çocuk. Yakalanmıştı, kendisini ele vermişti.”
Singer, bu utancı hayatı boyunca farklı şekillerde tekrar tekrar yaşamış, yaşadıkça kabuğuna daha çok çekilmiş, giderek silikleşmiş. Bir ara yazar olmaya karar vermiş ama giriş cümlesinin çeşitli varyasyonlarını yazmaktan öteye gidememiş. Okumaya da hevesi yoktur Singer’in. Hedefsiz eğitiminin giderlerini karşılamak için çeşitli işlerde çalışmış, edebiyat eğitimini bırakıp kütüphanecilikte karar kılmış, 34 yaşında Notodden Kütüphanesi’nde çalışmaya başlamış:
“Üç yıl sonra kütüphaneci eğitimini tamamladı. Şurada burada pek çok işe başvurdu ve ona teklif edilenlerden aklına ilk yatanı kabul etti. Bu Notodden Kütüphanesi’ndeydi. Böylece 1983 Temmuz’unun son günü, Güney Treni’yle Hjuksebø’ye gitmek, oradan Notodden’e giden trene binmek için Vestbane Istasyonu’nda bekliyordu. Otuz dört yaşındaydı, yeni bir yaşama başlayacaktı. Hiçbir üzüntüsü ya da hayal kırıklığı yoktu çünkü neyse oydu; ama öte yandan böyle olduğu için, yeni bir yaşama başlayacağı için özel bir sevinç de duymuyordu.”
Arzuladığı gibi, kimselerin gözüne çarpmadan yaşar küçük Notodden şehirde. Ta ki seramik sanatçısı Merete Ssthre’ye rastlayana kadar. Kendisinden umulmayacak bir şekilde aşka düşen Singer, kısa sürede evlenir ve kadının -küçük kızı Isabella ile oturduğu- evine yerleşir. Her şey yolunda giderken, birkaç yıl sonra -elle tutulur bir sebep olmadığı halde- evliliğin sonu gelecektir. Tam bu sırada Singer’in kaderini değişirecek bir olay vuku bulur; Merete bir araba kazasında hayatını kaybeder.
Singer -o sırada altı yaşındaki- üvey kızı Isabella ile baş başa kalmıştır. Aslında herkes kızın büyükbabası ve büyükannesi ile yaşaması gerektiğini düşünürken Singer kararlı bir şekilde Isabella’yı bırakmayacağını ilan eder. Ne var ki küçük bir kızla birlikte yaşamak Singer gibi hayat acemisi bir adam için hiç kolay değildir. Yıllar birbirini kovalar, sona gelindiğinde artık genç bir kız olan Isabella’nın oda kapısının önünde attığı yapmacık kahkaha nedeniyle bir kez daha çocukluğundaki utancı duyacaktır...
HAYAT VE KURMACA
SEYYAHLIKTAN YAZARLIĞA
1969 yılında Limerick’te doğan Barry, gençliğinin büyük bölümünü seyahat ederek geçirdi. Cork, Santa Barbara, Barcelona ve Liverpool’da çeşitli şekillerde yaşadı ve sonunda Cork’a yerleşerek serbest gazeteci olarak çalıştı. Ancak asıl amacı yazar olmaktı. Bir karavana kapandı ve altı ay boyunca ‘korkunç bir roman’ diye nitelediği ilk dosyasını tamamladı. O dosya yayımlanmadı ama 2007’de yazdığı ilk öykü kitabı ‘There are Little Kingdoms’ ile Rooney Prize for Irish Literature’ı kazandı. Yakaladığı bu çıkışı 2011 yılında yayımlanan ve Uluslararası Dublin Edebiyat Ödülü’ne değer bulunan ilk romanı ‘City of Bohane’ ile sürdürdü. İkinci romanı ‘Beatlebone’ ise ona 2015 Goldsmiths Ödülü’nü getirecekti. 2019 yılında yayımlanan ‘Tanca’ya Gece Feribotu’, kazandığı pek çok ödülün yanı sıra Booker Ödülü uzun listesine de kalmıştı. Barry, romancılığının yanı sıra sanat ve kültür yıllığı olan Winter Papers’ın editörlüğünü de sürdürüyor.
2018 Ekim ayının son günlerinde, Algeciras Limanı’ndaki feribot terminalinin bekleme salonunda, Maurice Hearne’in sorduğu soruyla başlıyor hikâye: “Sence bu bekleyişin sonu gelecek mi, Charlie?”
Gerçekten de bitimsiz bir bekleyişin içinde kahramanlarımız. Aslında iki antikahramandan söz ediyorum:
“Maurice Hearne ile Charlie Redmond (...) Ellilerinin başında görünüyorlar. Yıllar artık gelgit suları gibi çekiliyor. Görmüş geçirmiş oldukları yüzlerinden, sert hatlı çenelerinden, kaotik ağızlarından anlaşılıyor. Fakat üstlerinde hafif -henüz tamamen yitirilmemiş- bir hovardalık havası da var. (...) Maurice Hearne’ün kaygısız, çarpık gülümsemesi sık sık belirecek. Sol gözü bulanık ve ölü, diğer gözü durumu dengelemek ister gibi aşırı canlı, tuhaf bir biçimde büyülenmiş gibi. Üzerinde pejmürde bir takım elbise, yakası açık siyah bir gömlek, ayaklarında beyaz spor ayakkabılar ve başında arkaya itilmiş bir melon şapka var. Bir zamanlar şık ve havalı olduğu belli ama artık geçmiş o günler. (...) Charlie Redmond mı? Yüzünde kadim zamanların havası var, bir saray müzisyenini andıran, ortaçağdan kalma bir yüz, lavtasının tellerini tıngırdatmaya başlayıverecek sanki. Çayırçiçeklerinden bir yatakta. Bakışları ateşli, çapkın ve üzerinde yine pespaye bir takım, fakat paslı turuncu tonundaki, randevu evlerini anımsatan kalın kauçuk tabanlı süet ayakkabıları şık, fitilli kadifeden yeşil kravatı da öyle. Ayrıca midesi rahatsız, göz altlarında mezar gibi torbalar var ve ruhu da huzursuz.”
Akılları sevgi, üzüntü, acı, duygusallık, hırs, şehvet, ölme isteği ile karışan bu iki adam, geçmişte uyuşturucu kaçakçılığından kazanmışlar hayatlarını. ‘Mesleğe’ ilk atıldıkları gençlik yıllarından beridir beraberler. Hızlı ve tehlikeli bir hayat sürmüşler, kimi zaman çok kazanmış, kimi zaman sürünmüşler. Sonunda uyuşturucu trafiği tıkanmış, yıllar akıp giderken Maurice’le Charlie’yi de geride bırakmış. Artık onlar yaslı, kederli, kemikleri bile ağırlaşmış iki tuhaf adam. Aynı zamanda çulsuz ve acılılar. Zamandışı görünümlerine, Charlie’nin aksayan ayağına ve Maurice’in hasarlı gözüne rağmen ya da belki de bundan dolayı hâlâ korsan gülümsemelerin parıltılarıyla tehditkâr bir hava yayıyorlar ne zamandır mesken tuttukları terminale.
Bekleyişlerinin nedeni, Maurice’in üç yıldır görmediği kızı Dilly’nin Fas’a gitmek üzere bu limana uğrayacağı bilgisini almaları. Şimdi Algeciras Terminali’nde ellerindeki ilanları dağıtıyor, kızını tanıyabileceğini tahmin ettikleri ‘hippi’ görünümlü gençleri sorguluyorlar. Bir yandan da geçmişteki günleri yâd ediyorlar.
Vigdis Hjorth, 1959’da doğdu, Oslo’da büyüdü. Felsefe, edebiyat ve siyaset bilimi öğrenimi gördü. Edebiyat hayatı 1983’te yazdığı çocuk kitabı ‘Pelle-Ragnar ı den gule gården’ ile başladı. Bu kitabıyla Norsk Kulturråd ödülünü kazandı. Yetişkinler için yazdığı ilk roman ‘Drama med Hilde’ (1987) oldu. O zamandan bu yana 13 roman daha yazan Hjorth’un en önemli eseri olarak kabul edilen ‘Om bare’ (2001) Norveç’te hem büyük heyecan yaratmış hem de önemli satış rakamına ulaşmıştı.
ÇOCUKLUK TRAVMALARI
Anlatıcının babasının ölümüyle ilgili düşüncelerini yansıtan bir paragrafla başlıyor ‘Miras’: “Babam beş ay önce öldü, zamanlama ya çok iyiydi ya da çok kötü, nereden baktığınıza göre değişir. Böyle aniden gitmeye pek itirazı olmayacağını düşünüyorum, bu yüzden olayı ilk duyduğumda, henüz ayrıntıları öğrenmemişken kendini bilerek atmış olmalı diye geçirdim içimden. Ölümü bir kazadan çok romanlardaki sürpriz sonları andırıyordu.”
Herhangi bir duygu ifadesi taşımayan, hatta kötücül düşüncelerin sahibi, hikâyenin kahramanı ve anlatıcısı Bergljot. 50’li yaşlarında, üç çocuk ve bir torun sahibi, sevgilisiyle yaşayan, tiyatro eleştirileri yazan bir kadın. 23 yıldır ebeveyninden, abisinden ve iki küçük kız kardeşinden neredeyse tamamen uzak kalmayı tercih etmiş: “Canım yanıyordu ama başka şansım yoktu, hayatta kalmak, batmamak, boğulmamak için onlardan uzak durmalıydım.”
Şimdi aile mirasını paylaşmakta çıkan anlaşmazlıklar nedeniyle onlarla bir araya gelmek zorunda. Ne var ki bu durum Bergljot için hiç kolay olmayacak, geçmişin travmatik, bastırılmış anılarıyla yüzleşmesini gerektirecektir. Bilincin kıvrımlarında sıkıntılı bir yolculuk başlar. Hangi yoldan giderse gitsin, çıkmaz sokaklarla ve üzücü anılarla karşılanır. Bastırılmış anılar sessizdir ama asla zararsız değildir. Bergljot, onları çok zaman önce psikanaliz yoluyla keşfetmiş ama sonra derinlere gömmüş, hayatına ancak böylelikle devam edebilmiştir. Babanın ölümü ve miras kavgaları derinlerdeki sırları yeniden su üzerine çıkardığında bu kez yüzleşme ve hesaplaşma bütün aile fertlerini kapsayacaktır. Zira hiçbiri mağduru dinlememiş, başta anne olmak üzere hepsi de güçlü olanla ‘uzlaşma’yı seçerek mağduru bir kez daha kurban etmişlerdir. Uzlaşmayı kabul etmeyen Bergljot’un bütün hayatını altüst eden, pek çok yanlış karar vermesine, pek çok kereler depresyona girmesine yol açan kişilik bozukluğu tam da buradan kaynaklanmaktadır:
“Sağlıklı biri olmak, sakatlanmamış biri olmak nasıl bir şeydir bilmiyordum, kendi deneyimlerimden başka bir şey yoktu elimde (...) Bağışlama yetisine sahip değildim. Ama unutuşun denizine atmak? Havaya kaldırıp ışıkta incelemek, onaylamak, kabul etmek ve sonra unutuşun denizine atmak? Bunu da beceremedim. Çünkü bu, tek tek olaylardan ibaret değildi. Bitmiş bir hikâye değil, ardı arkası gelmeyen bir incelemeydi, çıkmazlarla ve sinir bozucu geri dönüşlerle dopdolu, elzem bir kazı çalışması. Ve kayıp çocukluğum, bu kaybın durmaksızın geri gelmesi olduğum kişi olmamı sağlamıştı, varlığımın bir parçasıydı bu, içimdeki en ufacık duyguya bile nüfuz etmişti.”
AİLENİN, MÜLKİYETİN VE DEVLETİN KÖKENİ
‘Veba Geceleri’nde üstkurmaca tekniğini kullanmış Orhan Pamuk. Romanın anlatıcısı -sonda kendi hikâyesiyle bir roman kişisine dönüşecek- tarihçi Mîna Mingerli. Bu tarihi roman ya da romanlaştırılmış tarih kitabını neden kaleme aldığını ‘Giriş’te ‘bütün samimiyetiyle’ şöyle ifade ediyor: “Doğu Akdeniz’in incisi Minger Adası’nın yaşamındaki en yoğun ve en sarsıcı altı ayı anlatırken, çok sevdiğim bu ülkenin tarihini de hikâyeme kattım. 1901 yılındaki veba salgını sırasında adada olup bitenleri araştırırken, bu kısa ve dramatik sürede kahramanların öznel kararlarını anlamaya tarih biliminin yetmeyeceğini, bunların roman sanatının yardımıyla daha iyi anlaşılabileceğini hissettim ve bu ikisini birleştirmeye çalıştım.”
VEBA ANARŞİSİ
Roman boyunca sıklıkla araya girecek, olaylar hakkında yorumlar yapacak, kanıtlar gösterecek, açıklamalarda bulunacak olan Mîna Hanım’ın -Padişah V. Murat’ın üçüncü kızı Pakize Sultan’ın ablası Hatice Sultan’a yazdığı mektuplara dayalı- tarihi romanı 1901 baharında, İstanbul’dan Çin’e doğru yol alan Aziziye gemisinde başlıyor. Padişah II. Abdülhamit’in emriyle İstanbul’dan çok özel bir görevle Çin’e seçkin bir Osmanlı heyeti götüren geminin iki önemli yolcusu daha var; Abdülhamit’in yeni ‘evlendirdiği’ yeğeni Pakize Sultan ile kocası damat doktor Nuri Bey. Kısa bir süre sonra ‘tarih sahnesi’ne çıkacak Kolağası Kamil ise Pakize Sultan’ı korumakla görevli.
İzmir’e uğradığında iki esrarengiz yolcu biner gemiye; Osmanlı İmparatorluğu’nun sağlık başmüfettişi, namlı kimyager ve eczacı Bonkowski Paşa ile yardımcısı Rum doktor İlias. Özellikle salgın hastalıklar konusundaki üstün başarılarıyla tanınan Bonkowski Paşa ve yardımcısını Minger’e indiren gemi yoluna devam eder...
Osmanlı’nın 29. vilayeti Minger, Girit ve Rodos adalarının arasında konuşlanmış küçük bir ada. Yarısı Müslüman, yarısı gayrimüslim 80 bin kişinin yaşadığı adanın başkenti Arkaz ise 25 bin nüfusa sahip, küçük ama çok güzel bir şehir.
Bonkowski Paşa’nın Minger’e gönderilme nedeni, duyulmasını önlemek için büyük çaba gösterilen veba hastalığının ortaya çıkması. Vali Sami Paşa, hastalık haberinin ve alınacak sıkı tedbirlerin adada karışıklık yaratacağından, ayrılıkçı bir isyanı başlatacağından endişeli.
Karantina ilanı gerek adalıların belleğinde bıraktığı kötü anılar gerekse de ticari endişeler nedeniyle her kesimi rahatsız ediyor. Bu nedenle Bonkowski Paşa’nın gelişinden başta Vali olmak üzere hiç kimse memnun değil. Ne var ki Minger’de salgın gerçekten başını alıp gitmiş durumda. Bonkowski Paşa işe koyulur ama çok geçmeden bir cinayetin kurbanı olacaktır. Onun yerine, o sırada İskenderiye’de bulunan Doktor Nuri atanır Minger sağlık müfettişliğine. Aynı zamanda Bonkowski Paşa cinayetini çözmesi de beklenmektedir kendisinden; “Haşmetmeap tıpkı Sherlock Holmes hikâyelerinde olduğu gibi Bonkowski Paşa’nın gerçek katilinin cinayetin ayrıntılarına bakarak, delillere dayandırılarak bulunmasını” istemektedir.
Francisco Casavella ya da gerçek ismiyle Francisco Garcia Hortelano, 1963 yılında Barselona’da doğdu. Barcelona Üniversitesi’ndeki felsefe ve edebiyat eğitimini yarıda bırakıp bir süre bankada çalıştı ancak felsefe eğitimi sırasında edebiyata merak sarmıştı. 1980’li yıllarda çeşitli dergilere, daha sonra da El País ve El Mundo gazetelerine edebiyat, sinema ve müzik eleştirileri yazdı. 27 yaşında tamamladığı ilk romanı ‘El triunfo’ (1990) ile Tigre Juan Ödülü’nü aldı. Devamında gelen üç romandan sonra İspanya’daki Franco diktatörlüğünün ardından yaşanan geçiş dönemini anlattığı üçlemesi ‘El dia del Watusi’yi yayımlandı. Son romanı ‘Lo que sé de los vampiros’ ile 2008 Nadal Ödülü’nü kazanan Casavella, aynı yıl -54 yaşındayken- kalp krizi nedeniyle hayatını kaybetti.
‘Eğlencelerin Sırrı’nın kahramanı ve anlatıcı Daniel Basanta Vâzquez, şahsına dair en ayırt edici özelliğini takdim ederek başlıyor söze: “Acayibim ben. Acayiplikte iddialıyım. Niçini, nedeni, neredesi belli olmayanım. Siniri patlak, kafadan çatlağım.”
Kendisini acayip hissetmesinin nedeni acayip bir çocukluk geçirmesinden: Barselona’da doğmuş, annesini doğum sırasında kaybetmiş, altı yaşına kadar müzik öğretmeni babasıyla yaşamış. Ders verdiği akademi kapanınca her gece başka yerde çalan bir orkestraya girmek zorunda kalan babası, oğlunu halalarıyla dedesinin yanına -Galiçya’ya- göndermiş. Daniel, ‘bir yaz mevsimi’ için razı olmuş ama yaz bittiğinde hâlâ oradaymış, epey de kalmış; sekiz-dokuz yıl...
Bu yılları tuhaf, komik ve sevecen dedesinin hayat hikâyesini dinleyerek geçiren Daniel, ‘Hahadamlar’ı, ‘Kurtadamlar’ı, Kongo dansının coşkusunu, hepsinden önemlisi de ‘Eğlencelerin Sırrı’nı öğrenmiş dedesinden. Aslında öğrenmekten ziyade ezberlemek diyelim, zira dedesinin yedi maddede sıraladığı gizli bilgilerin en sonuncusu, sırrın asla bitmeyeceği, yani bilinemeyeceği...
Daniel evden kaçtığı ilk günde, bir barda karşısına çıkan tilt makinesindi sırların ilk işaretini bulduğunu düşünecektir. Ne var ki halaları tarafından yakalanır ve babasına teslim edilir. 1979’da 15 yaşındaki Daniel, aslında pek tanımadığı babasıyla birlikte Barselona’ya dönmektedir.
70’lerden kalma hippi bozması bir adamdır babası ama oğlunu kilise idaresindeki erkeklerden ibaret bir okula yazdırmıştır. Daniel, kaderine ve babasına küfürler yağdırarak başladığı okulda ve keşfetmeye çalıştığı şehirde dedesinin ‘Kurtadam’ dediği türden insanlarla çevrildiğini anlayacaktır. Yine de hem ‘Eğlencelerin Sırrı’nı hem de hayatının ‘Hahkız’ını inatla bulmaya çalışır. Ve nihayet bir tilt makinesinin önünde Chenta ile karşılaşır...
Daniel Bassante’nin, dedesinin deyişiyle eğlencenin sırlarını, babasına göre âlemlerin muammalarını keşfetme yolundaki yürüyüşü türlü engele rağmen sürüp giderken kişiliği de gelişiyor elbette. Kısacası ‘Eğlencelerin Sırrı’nın ‘bildungs roman’ (oluşum romanı) kalıplarına uygun bir kurgusu var. Ama önemli bir farklılık da var: Alman ‘bildungs roman’ akımında kurgu bir çocuğun olumlu anlamda oluşumu -eğitimi, dünya görüşü, kederleri, sevinçleri, aşkları- etrafında gelişirdi. Oysa Daniel, Barselona gecelerine ‘akıyor’, gizlice sızdığı barlarda, diskolarda sokak kültürünü geliştiriyor. Evet, Daniel’in de aradığı bir hazine var; ama kendisini nirvanaya erdirecek ‘Kutsal Kâse’yi aramıyor, Daniel eğlencelerin sırrının peşinde. Onun için doğru olan da bu aile geleneği; hayatı gönlünce, neşeyle ve coşkuyla yaşamak. Dededen torununa miras kalan ‘Kurtadamlar’ ile ‘Hahadamlar’ kavramları, antikçağlara dek uzanan bir çatışmadan, Apollonian ve Dionysian arasındaki ikilemden başka bir şey değil.
İSPANYA’NIN KİRLİ GERÇEKLİĞİ
İskandinav polisiyelerinin miladı sayılan Martin Beck serisinin yaratıcıları Per Wahlöö (1926-1975) ve Maj Sjöwall (1935-2020) mesleki ve ideolojik yakınlıkları sayesinde bir araya gelmişler. İkisi de gazeteci. 1961 yılında evlenmişler. Per Wahlöö’nün edebiyata yönelmesi evliliğinden sonradır. Per Wahlöö imzasıyla yazdığı üç romanı ve iki bilimkurgusal polisiyesi olumlu eleştiriler almakla birlikte yeterli ilgiyi görmemiş. Bunun üzerine yeni bir tarz denemeye karar vermişler. Şöyle özetliyor Maj Sjövall: “Toplumu sol bakış açımızdan tanımlamak istiyorduk. Per daha önce de politik kitaplar yazmıştı, fakat bunlar en fazla 300 adet satmıştı. İnsanların polisiye okumayı sevdiğini, İsveç’in refah devleti imajının altında yatan yoksulluk, suça eğilim ve vahşet kavramlarını polisiye romanlar yoluyla aktarabileceğimizi, insanları bunlar üzerine düşündürebileceğimizi fark ettik. İsveç’in, zenginlerin daha da zenginleşirken yoksulların daha da yoksullaştığı, soğuk ve insanlık dışı bir kapitalizme doğru gittiğini göstermek istedik...”
İskandinav polisiye yazımı kadar siyasi polisiye türünün de en başarılı örnekleri arasında yer alan Martin Beck serisi işte böyle başlamış ve kısa zamanda büyük yankı uyandırmıştı. Daha ilk kitabıyla ‘En İyi 100 Polisiye’ listelerine giren, sinemaya ve TV dizilerine uyarlanan, saygın edebiyat ödüllerine değer bulunan Martin Beck serisi, Per Wahlöö’nün ölümüyle noktalandı. “Biz zaten 10 kitaplık bir dizi tasarlamıştık” diyen Maj Sjöwall, kocasının ölümünden sonra yeni bir Martin Beck polisiyesi kaleme almadı. Hayatını çeviriler, makaleler ve farklı polisiye romanlar yazarak sürdürdü.
BİREYSEL SUÇLARDAN ÖRGÜTLÜ SUÇLARA
Türkçeye ilk kez çevrilen ‘Teröristler’ ilk bölümlerde üç ayrı hikâye üzerinden ilerliyor. İlkinde genç bir kadının hiç de planlamadığı bir banka soygununun mahkemesi var. İkinci hikâye metresinin evinde öldürülen bir porno film yönetmeniyle ilgili. Ve giderek romanın merkezini oluşturacak son hikâye Amerikalı bir senatörün İsveç ziyareti etrafında kurgulanmış.
Siyasi eğilimi, savaş yanlısı olması nedeniyle gittiği her yerde protestolarla karşılanan Amerikalı senatöre karşı ULAG tarafından bir suikast gerçekleştirileceği ihbarı alan İsveç polis teşkilatı hazırlıklara başlıyor. ULAG, terör eylemlerini paraya ve güce tahvil etmeyi amaçlayan, genellikle de antidemokratik amaçlar güden oluşumlar tarafından desteklenen uluslararası bir terör örgütü. Hikâye bir yandan ULAG tetikçilerinin, diğer yandan Martin Beck’in yönetimindeki kriz masasının hazırlıkları etrafında gelişiyor.
Stockholm’e ayak basan iki Japon, bir Fransız ve bir Güney Afrika uyruklu terörist kortejin geçeceği güzergâha bomba yerleştirmekle, böyle bir planı tahmin eden Beck ve ekibi ise bombanın yerleştirileceği noktayı kestirmekle meşgul. Ne var ki tören başladığında büyük bir sürpriz yaşanacak, ortaya çıkan beklenmedik bir suikastçı antika tabancasını İsveç Başbakanı’na çevirecektir...
‘Teröristler’, serinin en hızlı maceralarından biri. Özellikle suikast sahnesinin dakika dakika ilerlediği sahnelerde heyecan ve gerilim iyice tırmanıyor. Buna karşılık toplumsal ve siyasi eleştiri de kuşkusuz en çok bu romanda öne çıkıyor. Per Wahlöö’nün ölümüne denk gelen yazım sürecinde romanın sonlarının melankonik bir rol alması, çıkıştaki ideallerine yeniden sarılarak devlete, polise, ulusal istihbarat teşkilatına, kapitalizmin açgözlülüğüne, bireylerin teslimiyetine öfkeli bir savaş açması şaşırtıcı değil. Zira serinin diğer maceralarında da bu eleştiriler hep olmuştur ki E. Mandel’e göre Sjöwall ve Wahlöö, ‘polis işlemlerine ağırlık veren’ polisiye roman yazarları içinde en eleştirel kafaya sahip olanlardır; polise olduğu kadar burjuva toplumuna karşı da eleştireldirler. Suçlunun/katilin araştırılması giderek polisin, toplumun, bürokrasinin, polisin suçunun araştırılmasına evrilir. Martin Beck’in hem polis teşkilatının bir parçası olması hem de politikadan bilhassa uzak durması yazarların eleştirisine daha keskin ve inandırıcı bir boyut katar.
YANLIŞ ZAMANDA, YANLIŞ YERDE, YANLIŞ SİSTEMDE
Trajik sonunu daha baştan ilan eden bir cümleyle adım atıyoruz ‘Işıklar Ülkesi’ne: “San Cristobal’da hayatını yitiren otuz iki çocuğu sorduklarında, verdiğim yanıt konuştuğum kişinin yaşına göre değişiyor.”
Anlatıcı, 22 yıl önce gerçekleşmiş, kendisinin de önemli bir rol oynadığı bu uğursuz olayı nakledecek. Evet, 22 yıl önce -13 Nisan 1993’te- gelmiş San Cristobal’a. O sıralar göreve yeni atanmış, çiçeği burnunda bir sosyal hizmetler bakanlığı memuru; hukuk fakültesini bitirmiş, müzik öğretmeni bir kadınla evlenmiş, kadının kızını da kendi çocuğu gibi benimsemiş mutlu bir adam.
San Cristobal ise Güney Amerika’da, bir nehir kıyısında, tropikal ormanlarla çevrili, 200 bin nüfuslu, azgelişmiş ülkelere özgü bütün karakteristikleri barındıran bir taşra kenti.
‘Güneşin batıdan doğması’nın, kentin düzeninin bir anda kaosa dönüşmesinin nedeni sokak çocuklarının ortaya çıkması; yaşları 9 ile 13 arasında değişen 32 çocuk... “Yıllar sonra bile hâlâ önemini koruyan bir soru” diyecektir anlatıcı: “Bu çocuklar nereden çıktı? Nereden?”
Nereden geldikleri belli olmayan bu küçük kız ve erkek çocukları sanki başka bir dünyaya ait. Ortada bir lider yok, otorite namına bir şey yok, herhangi bir şey organize eden yok, ne bir komplo hazırlığı içindeler, ne bir strateji üzerinde anlaşıyorlar ne de bir saldırı planlıyorlar. Aksine, hareketlerindeki karmaşa daha çok bir oyunu andırıyor. Kendi aralarında yetişkinlerin anlamadığı bir dille konuşuyorlar. Konuyu araştıran bir biliminsanına göre çocuklar yeni bir dünya ve yeni bir hayat bağlamında yeni bir dile ihtiyaç duydukları için, henüz adlandırılmamış olanı adlandırmak için yeni kelimeler icat etmişler.
Şimdi geriye dönüp baktığında “O çocuklarda ‘normal’ çocukların asla ulaşamayacağı bir mutluluk ve özgürlük olduğunu, çocukluğun onların oyunlarında bizim çocuklarımızın kurallı ve yasaklarla dolu oyunlarına kıyasla çok daha iyi ifadesini bulduğunu” düşünecektir anlatıcı. Aslında bu onun pişmanlığının ifadesidir. Zira birkaç çocuk bir markette şiddet içeren bir soyguna girişip sonra hep birlikte ormana kaçtıklarında, olayı çözme işini bizzat anlatıcımız üstlenmiştir.
‘32’ler ortadan kaybolduğunda şehrin kendi çocuklarının onların çekimine kapıldığı anlaşılır. Hatta bazı çocuklar onlara katılmak için evlerinden kaçarlar. Kayıp çocukları bulamayan, artan tepkileri göğüsleyemeyen yerel yetkililer için -anlatıcının önerisiyle- ormana bir harekât düzenleme zamanı gelmiştir...
ANARŞİST ÜTOPYA