Vahşi Doğu’dan Vahşi Batı’ya

Güncelleme Tarihi:

Vahşi Doğu’dan Vahşi Batı’ya
OluÅŸturulma Tarihi: Haziran 09, 2022 23:05

Yugoslavya İç Savaşı’nın akıldışılığını ve vahşetini sergileyen ilk romanı ‘Kaplanın Karısı’yla büyük çıkış yapan Téa Obreht, dokuz yıl aradan sonra kaleme aldığı ikinci romanı ‘Bozkır’da bu kez Amerika’nın Vahşi Batı’sında geçen, şiddet dolu, etkileyici bir hikâye anlatıyor.

Haberin Devamı

Téa Obreht (Bajrakteravic), 1985 yılında eski Yugoslavya’nın Belgrad şehrinde dünyaya geldi. Slovenyalı büyükbabası ve Bosnalı büyükannesiyle büyüyen Obreht, savaşın gölgesindeki Yugoslavya’yı 1992 yılında terk ederek ailesiyle önce Kıbrıs’a, ardından Mısır’a gitti. 1997’de ABD’ye yerleşen Obreht, 2010’da yayımlanan ‘Kaplanın Karısı’ adlı ilk romanıyla Orange Ödülü’nü alan en genç yazar oldu. Öykü ve makaleleri Zoetrope, The New Yorker, Harper’s ve The Guardian gibi dergi ve gazetelerde yayımlandı. New Yorker dergisinin 2010 yılında duyurduğu, gelecek vaat eden ‘40 yaşın altındaki 20 yazar’ seçkisinde yer alan en genç isim olan Obreht, zamanımızın en yetenekli edebiyatçıları arasında sayılıyor.

ZAMANLAR VE MEKÂNLAR BİRBİRİNE KAVUŞTUĞUNDA
‘Bozkır’, ABD sınırları içinde farklı mekânlarda ve farklı zamanlarda ilerleyen iki hikâye biçiminde kurgulanmış. 1853’te başlayan ilk hikâyenin anlatıcısı Lurie Mattie, Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkan topraklarından gelen göçmen bir ailenin çocuğu. Küçük yaşta iki arkadaşıyla birlikte çete kurmuş, soygundan adam öldürmeye kanunsuz işlere karışmış ve ismi arananlar listesinin başlarına yazılmış. Arkadaşları öldükten sonra kirli işlerden uzaklaşsa bile peşine düşen inatçı Şerif Berger’den kaçmak zorunda. Tesadüfler karşısına ABD’nin yeni kurulmuş Deve Taburu’nu -ve yavru deve Burke’u- çıkardığında bambaşka bir hayat açılıyor önünde. Develeri süren Hacı Ali ve ekibinin de Balkanlar’dan gelmiş olması sayesinde -etrafındaki hayaletlerin dışında- yeni arkadaşlar edinen Luire, Teksas’tan başlayıp Arizona’da sonlanan uzun ve macera dolu bir yolculuğa çıkıyor.
Lurie’nin hikâyesi uzun yıllara ve binlerce millik bir alana yayılırken, onu kesen ikinci hikâye 1893 yılının tek bir gününde, Arizona’nın küçük bir kasabasında -Amargo’da- geçiyor. Üçüncü tekil şahıs anlatısıyla aktarılan bu hikâyenin kahramanı Nora, 40’ına yaklaşan, üç erkek çocuğunu, verimsiz arazilerini ve hayvanlarını çekip çevirmesini beceren dirayetli bir kadın. Kocası Emmet ise yerel bir gazetenin sahibi ve editörü. Onunla tanıştığımız gün Nora toprakları ve hayvanları kıran susuzlukla baş etmeye çalışıyor. Onu endişelendiren başka dertler de var. Mesela gittiği kentten iki gün önce dönmesi gereken kocasından henüz bir haber çıkmaması. Delikanlılık çağındaki iki oğullarının hâlâ eve dönmemeleri. En küçük oğlu Tobby ve kocasının yeğeni Josie’nin söz ettiği canavar... Amargo’nun kasaba olma özelliğini yitireceği, böylelikle toprakların zengin sığır sahiplerinin otlağına dönüşeceği düşüncesi de dolanıyor zihninde. Nora’yı rahatlatan yegâne şey, yıllar önce ölen kızı Evelyn ile sürdürdüğü diyaloglar...
Lurie’nin yıllarla, Nora’nın saatlerle ilerleyen zaman sayacı aynı anı gösterdiğinde, ruhların musallat olduğu bu iki karakterin kaderleri kesişecek. Ve roman kahramanlarının hayatları artık tek bir hikâye içinde baş döndürücü, sürpriz bir finale doğru sürüklenecek...

BÜYÜLÜ GERÇEKÇİLİK
‘Kaplanın Karısı’ yayımlandığında sadece 25 yaşındaydı Téa Obreht ve üstelik anadilinden başka bir dilde yazmıştı. Gördüğü büyük ilgide bunların katkısı mutlaka vardır ama romanın kendisi gerçekten çok başarılıydı. ABD’de romanın fantastik yanlarının öne çıkarıldığını söyleyebilirim. Oysa Obreht’in asıl başarısı, ülkesinin sözlü anlatı geleneğini -mizahla korku öğesinin iç içe geçtiği masallarını- modern anlatıya yedirmesindeydi. Balkanlar’daki hayatın karmaşıklığını, şiddetini, pusuya yatmış düşmanlıkları barındıran söylenceler ve masallar Yugoslavya İç Savaşı’nın nedenlerinin anlaşılmasına katkıda bulunuyordu. Obreht’in asıl niyeti savaşı anlatmaktan ziyade savaşın bireylerde yaptığı etkiler ya da bireylerde ortaya çıkardığı duygu, düşünce ve davranış biçimleriydi. Güncel tarihte, masallarda ve söylencelerde en çok öne çıkan tema ise kaybetme duygusuydu; sevdiğini, yurdunu, işini, geleceğini kaybetmek...
Büyük ilgi gören genç bir yazarın bu durumu bir avantaja çevirmesi ve art arda romanlar üretmesi şaşırtıcı olmazdı. Ne var ki Téa Obreht ikinci romanı için yaklaşık dokuz yıl bekledi. 2019 yılında okuyucularla buluşan ikinci romanı ‘Bozkır’ı okuduğumuzda bu uzun aranın nedenini anlayabiliyoruz. Romanın tarihi art alanını sağlam tutmak adına ciddi bir araştırma yapmış Obreht. 19. yüzyıl ABD’sini -insanları, olayları, efsaneleriyle- titizlikle incelemiş. Özellikle romanı sürükleyen önemli unsurlardan biri olan Deve Taburu’na kısaca değinmekte yarar var: ‘Bozkır’da pek çok fantastik ve egzotik motif görebiliyoruz ama ABD ordusunun ‘Deve Taburu’ onlardan biri değil. Amerika’nın uçsuz bucaksız -ve kurak- topraklarında askeri malzemeyi taşıyacak ulaşım zorluğunu aşmak için hayata geçirilmiş gerçek bir proje. 1855’te Kongre, Savaş Bakanlığı’nın askerlik hizmeti için yaklaşık üç düzine deve ithal etmesi için gerçekten 30 bin dolar ayırmış. Gemilerle ABD’ye ulaşan develer Edward Fitzgerald Beale adlı ünlü bir komutanın himayesinde Kaliforniya’ya bir sefer gerçekleştirmiş. Develerle birlikte ABD’ye giden Hacı Ali de tarihsel bir kişilik.
Buna karşılık -tıpkı ‘Kaplanın Karısı’nda yaptığı gibi, ‘Bozkır’da da- tarihsel bir hikâye anlatmaya niyetlenmemiş Téa Obreht. Günlüklere, mektuplara, resmi raporlara, tarihçilerin çalışmalarına dayanan sağlam tarihsel art alanın önünde hayal gücüne dayanan etkileyici bir hikâye var; ‘Vahşi Batı’nın hikâyesi. Yani bir western romanı ama yiğit silahşorlarla değil, sıradan insanlarla kurgulanmış, kendi kurallarını getiren bir roman. 20. yüzyıl Yugoslavya’sındaki vahşi iç savaşı merkezine alan ‘Kaplanın Karısı’ndaki temaları işlemek ve çoğaltmak için 19. yüzyılın ‘Vahşi Batı’sı çok verimli bir mekân. Téa Obreht, ‘Bozkır’da Amerikan rüyasının cilasının altında gizlenen vahşeti ve karanlığı araştırıyor. ‘Kaplanın Karısı’ndaki gibi bu romanda da iktidar mücadelesinin yol açtığı yıkımlar var; yok olmuş çocuklar, yerinden edilmiş kadınlar ve bölgeyi mül edinmek için girdikleri savaşlarda hayatını kaybeden erkekler...
‘Bozkır’ın başta paralel akan, sonlara doğru kesişen her iki hikâyesinde de yine yakıcı bir hayatta kalma mücadelesini, kaybetmişlik duygusunu ve bir ev, bir yurt özlemini hissediyoruz. Téa Obreht, Batı efsanesini tersyüz ederek filmlerde izlediğimizden çok daha gerçekçi bir ‘Vahşi Batı’ tablosu çiziyor ve roman kahramanlarına musallat olmuş hayaletlere de gerçeklik kazandırıyor. Loire ve Nora’nın geçmişten gelen hayaletlerle kurdukları iletişim yalnızlıklarından, yitirdiklerine duydukları özlemden, en çok da taşıdıkları kefaret duygusundan.
ABD’li bir eleştirmen ‘Bozkır’ın gerçek ve fantezi arasındaki rahatsız edici pusunun sadece Obreht’in muhteşem düzyazısının edebi etkisinden değil; bu vahşi hayatın belirsiz doğasından kaynaklandığını söylemiş. Aynı cümleyi ‘Kaplanın Karısı’ için de kullanabilirdik. Hayatın vahşileştiği yerlerde insanların fantastik dünyaya yaklaşması hiç de şaşırtıcı değildir; masalların ardındaki fanteziler de böyle bir ihtiyacın sonucudur.
Roman hakkında daha pek çok şey yazmak mümkün. Lakin yerimiz dar. Özetleyerek bitirelim; fanteziyle gerçekliği, söylenceyle olguları edebi bir dille harmanlayan ‘Bozkır’; mizahı, hakkı verilmiş şahıslar kadrosu, kurgusu ve sürükleyici hikâyesiyle keyif veren bir roman.

BOZKIRÂ

Vahşi Doğu’dan Vahşi Batı’ya

Téa Obreht
Çeviren: Roza Hakmen
Siren Yayınları, 2022
383 sayfa.

BAKMADAN GEÇME!