◊ Ali Kocatepe haklı:
“Uzun yıllardır emrivaki yaparak bitmiş işlerle karşıma çıkıyor. Şarkılarımla ilgili projelerini önceden paylaşması gerektiğini anlattım. Ama uyarılarımı dikkate almadı.”
Ama Nükhet Hanım, izin almadan da kimsenin şarkısı-bestesi kullanılmaz ki...
Siz belli ki projenin heyecanına kaptırmışsınız kendinizi, gerisini sonra dostlukla, tatlılıkla, işve-cilveyle hallederim diye düşünmüşsünüz.
Evet, hepsinde çok kuvvetlisiniz ama demek papaz her zaman pilav yemiyor.
◊ Demet Akalın haklı:
“Nükhet Duru’nun belgeselini seyrediyorum şu an. Böyle sesler olmasa şarkıları büyük kitleler nasıl duyar bilemedim...”
Evet, şarkıda yorumcu çok önemli, Aynı parçayı bir kişiden çok sevip, bir başkasından itici bulabiliyoruz.
İyi bir dizi izleyicisi sayılmam ama zapladıkça dikkatimi çekiyor, dizi senaryolarında ne maske var, ne salgın.
Sanki hayatımıza pandemi diye bir şey hiç uğramamış gibi.
Şimdi diyeceksiniz ki “Zaten hayatımız pandemi, bir de dizide bizi rahat bırak...”
Haklısınız. Ama ille de sıkıcı, üzücü olmak zorunda değil ki.
Şaka maka bir senede epeyce bir “pandemi külliyatı” birikti. Ben Gülse Birsel’den ümitliyim mesela.
Şimdi diyeceksiniz ki “İki güzel insanın kaşına gözüne, ağzına burnuna bakmak için seyrediyoruz, onu da maskeyle kapatma...”
Yahu bütün sahneler maskeli olsun demiyorum ki.
Biliyorsunuz, Serenay Sarıkaya bir süredir Maldivler’de.
Masmavi plajlarda atmak ne kelime, fink sektiriyor. Bunları da sosyalden paylaşıyor.
Bence gayet güzel kareler. Zaten Maldivler’le Serenay bir araya gelir de ne kadar kötü olabilir ki?
Ama Demet Akalın fotoğrafların ışık, filtre, pürüzsüzlük/selülit ayarlarını beğenmemiş olacak ki buradan Maldivler’e ulaştırdı mesajını: “Telefonunu değiştir baby”...
“Kıtalararası teasing” mi dersiniz, “Demek benden daha çok kıskandı” mı dersiniz?
Ama “Karışmadığı bir o kalmıştı” diyeceksiniz, o kesin.
Haklısınız.
Ama kendi açısından Demet Akalın da haklı değil mi?
◊ Hangisinden daha komik hatıralar var: Hacettepe Tiyatro mu Mimar Sinan mı?
- Hacettepe konservatuvar dönemlerimin bende yeri hep ayrıdır. 90’lar, Ankara, hayat bambaşka akıyordu şimdi dönüp bakınca o günleri gerçekten çok özlüyorum. Bugünlerle kıyaslayınca “Uzayda yaşıyormuşuz, haberimiz yokmuş” diyorum.
◊ Hayatınız bir film olsa kim yönetirdi: Ferhan Özpetek mi Wachowski kardeşler mi?
- Ferzan Özpetek beraber çalışma fırsatı yakaladığım çok sevdiğim ve değer verdiğim bir yönetmen. Onun bakış açısından kendi hayatımı izlemek çok zevkli olurdu. COVID-19 sonrası da Wachowski kardeşlerin ilgisini çekebilir. İkisine de hayır demem (gülüyor)...
◊ İmkânınız olsa hangisiyle kahve içmek isterdiniz? Muhsin Ertuğrul mu Afife Jale mi?
- Afife Jale.
◊ İlkinde 48 bin, ikincisinde 266 bin takipçiniz var. Twitter mı Instagram mı?
“Birçok kişi yorum ve DM’lerim kapalı olduğu için eleştiride bulunuyor. Çünkü artık kötü sözün de, onu söyleyen kişinin de vahşi bir şekilde bana dokunmasını istemiyorum. Daha doğrusu o kişinin bana dokunduğunu sanmasına izin vermiyorum.”
Aslında Korel’in yaptığı tespit çok önemli:
Çünkü evinizin kapısı kilitli olsa bile kendinizi koruyamıyorsunuz. Saldırı size mülkiyet hakkını bile çiğneyerek ekranınızdan geliyor. Sanki dışarıda bağırıyor ama internette erişmek isteyen herkes görüyor sarf edilen o sözleri.
“Artık sadece içimden geleni, gözümün gördüğünü korkmadan, otosansür uygulamadan paylaşmak istiyorum. Söylenen her şeyi ciddiye alıp o insanı kazanmaya çalışmayı da bıraktım.”
Sosyal medya okuryazarlığı çok önemli. Ama işin diğer ucunda hassasiyetin de sonu yok. Kılık kıyafete kadar...
Söylenen her şeye çok ehemmiyet verdiğinizde olay ister istemez otosansür hali almaya başlıyor.
“İkinci yavruma hamileyken DM kutuma düşen bir mesaj: ‘Pi.in ve senin gebermen için her gün dua ediyorum.’ Başaracak gücüm yok artık. Bir yerlerde sanal zorbalığa uğrayan özellikle yaşı küçük kardeşlerim bu yazdıklarımı okuyorsa; bunun bir suç olduğunu bilin ve ailenizle paylaşın. Sessiz kalmayın!”
Radisson Blu otelinin önündeki ışıklarda iniyorum araçtan. Ortaköy-Kuruçeşme istikametinde sürekli trafik yaratan ışıklarda yığılma yok, hatta boş.
Pandemi yetmezmiş gibi şehir son yılların en yoğun kar yağışını almış...
Bundan 30 sene önce, 90’ların başında bu ışıklara çok yakın bir yerde Flatline adlı gece kulübü vardı. Ağırlıkla kolej çocukları giderdi eğlenmeye, İstanbul’un en marjinal mekânlarından biriydi. Mad Madame gibi gruplar çıkardı. Kaan Tangöze ve arkadaşları gecelikle falan sahne alırdı. Şimdi ya şu dürümcü ya da parfümeri olan yerdeydi diye hatırlıyorum.
Hemen sağa sapınca bu kez Sis Bar’ın uğultusu karşılardı sizi. Özlem Tekin’li, Şebnem Ferah’lı Volvox grubu sahneye çıkardı. Müzik tarzları ve kitleleri birbirine bu kadar yakın olmasına rağmen neden iki mekânın müşterileri arasında o kadar sık kavga çıkardı, anlamak mümkün değil.
Hesaplamaya çalışıyorum, Hikmet Aksesuvar’ın yerinde falandı herhalde. Belki de şimdiki Oasis Bar’ın... ‘Şimdiki’ dediğime bakmayın, Oasis de bir yıldır kapalı.
Oasis’in yanında Arapça bir tabela... Neyse ki tam altında Türkçesi de yazıyor: Lazerle yazı yazıp resim yapabiliyorlarmış.
Karşısındaki PTT’nin sokağı, yani Sağlık Sokak’tan girerseniz solda Ortaköy Oteli’nin yakışıklı kafe, bar ve restoranı var. Çaprazı Laika Tiki Bar ve onun karşısı bir zamanların meşhur Ceneviz Kahvesi. Şehrin üçüncü nesil kahve macerası bu ince-uzun daracık kahvede başladı desek yalan olmaz.
Deniz Çakır yeni projesinin setinde kendine ayrılan karavanı küçük bulunca diğer iki rol arkadaşı Serkay Tütüncü ve İlayda Alişan’ın karavanına geçmiş/yerleşmiş/çökmüş.
Yapım ekibi de çıkaramıyormuş. Diğer iki oyuncu daha küçük olan karavana sığmaya çalışıyormuş.
Çünkü pandemi nedeniyle karavan kıtlığı yaşanıyormuş.
Bu çok lezzetli set kulisini Sinem Vural’dan okuduk dün.
Bu sorun nasıl çözülür diye düşündüm.
E belli ki yine camia içinden.
Şevval Sam
Bayılırım dansöze, hele güzel dans edene.
Allah biliyor da vermiyor: İmkânım olsa salonun bir köşesini pist yaparım, uyuyayım, uyanayım, 7x24 oynasınlar orada.
8+8+8 vardiyalı. Hepsi sigortalı...
Oryantal yaparken videosunu paylaşıp işinden olan spor spikeri Hande Sarıoğlu için çok üzüldüm bu yüzden. Sanatına saygımdan değil.
Videosunu izlediniz mi? Bence kötü dans ediyor. Tam yapacakken işi hafife alır bir havası var, Ahmet Hakan’ın dediği gibi, danstan ziyade “şebermeye” giriyor.
Üzüntüm hayat tarzına saygımdan.
Ne olacak yani: Kimi Gangnam dansı yapar, kimi oryantal, kimi rap...
İsteyen de koyar paylaşır, oyuncu Fırat Çelik’in yeğeniyle yaptığı disko şovlar karantinanın en karanlık günlerinde hepimizi mest etmedi mi?
Nişantaşı’nda kameralara yakalanan Aleyna Tilki, “Sevgililer Günü’nü nasıl geçireceksiniz?” sorusuna “Ben ve ben olacağız” diye cevap verdi. N’apsın kızcağız? Sevgili bu, sorulunca cebinden çıkarıp gösteremezsin ki. Yoksa yok işte...
Bir Sevgililer Günü’nü daha atlattık, kurtulduk. İlişkisi olanlar, birini bulmuş olmanın verdiği “haklı bencillik”le sevgilisini ve mutluluğunu sergiledi, biz de elimizde telefon, kaydır kaydır seyrettik.
Yetmiyormuş gibi ideal çift seçmeleri yapıldı, Burak Özçivit-Fahriye Evcen’cilerle Kaan Yıldırım-Hadise’ciler ikiye bölünüp birbirine girdi. Elimde istatistik yok ama bu tür şeylerle uğraşanların çoğu da sevgilisi olmayanlardı bence.
Aynı gün Hürriyet Pazar’da Melis Çalapkulu’nun çok ilginç bir araştırması yer aldı.
Çalapkulu, çiftler ve uzmanlarla konuşarak “Pandemi ilişkilerimizi nasıl etkiledi?” sorusunun peşine düşmüş.
Kimse çaktırmıyor ama en zor 14 Şubat’lardan birini yaşamışız.
Karantinayı ilişkisi için avantaja çevirenler de var elbette ama çoğunluk ya ayrı düşmekten ya da çok dip dibe olmaktan şikâyetçi.
◊ Sahne almak mı senaryo yazmak mı?
- Dönem dönem değişiyor... Ne yazdığıma veya ne sahnelediğime bağlı. Ama genel olarak sahne almak.
◊ Canlı seyirci mi canlı yayın mı?
- Kesinlikle canlı seyirci! Direkt performans testi...
◊ Evdeki haliniz: YouTube-Instagram-telefon mu, pijama-terlik-televizyon mu?
- Pijama-terlik-bilgisayar. Çünkü evde durduğum bütün vaktim senaryo yazarak geçiyor neredeyse.
◊ İstanbul’un... Anadolu yakası mı Avrupa yakası mı?
10 yıllık evliliklerini iki yıl önce bitirmiş ama “dostça” ayrılmışlardı.
Bu ayrılık sonucunda Jahovic’e ülkesi Sırbistan’da bir ev alınmış, kendisine ve oğullarına da 25 bin lira nafaka bağlanmıştı.
“Düzgün boşanabilen” nadir çiftlerdendiler.
Jahovic eski eşi için “Ben evliliğimde kötü bir tecrübe yaşamadım, sadece ayrıldım” diyordu.
Üstelik işleri de iyi gidiyordu. Daha yeni, “Yaemina Beauty” adında bir kozmetik markası çıkarmıştı Sırp şarkıcı.
Ama Mustafa Sandal cephesinde her şey o kadar parlak yürümüyordu.
Müziğe uzun süre uzak kalmıştı. Tam Zeynep Bastık’la yaptığı “Mod” düeti falan derken işler açılacaktı...
Herkes gibi onun da omzuna pandemi çöktü. Konserler iptal, mekânlar kapalı derken müzisyenler en olumsuz etkilenen gruplardan biri.
Arabadan Şişhane’deki The Marmara Oteli’nin önünde iniyorum. Günün ve gecenin her saati bir tıkanıklık olan bu küçük meydan bomboş. Eskiden sağ tarafta Pera Taksi’nin sıra sıra arabaları dizilmiş olurdu. Şimdi altı-yedi araç ya var ya yok.
Fakat taksi parkının hemen yanındaki Pera Palas her zamanki gibi ışıl ışıl. Zaten işgal günlerinde bile sönmemişti ışıkları...
Niyetim, Oteller Sokak’tan Asmalımescit Caddesi’ne bağlanmak. Solda, Balyoz Sokak’ın bir köşesinde Art On İstanbul sanat galerisi var. O da Pera Palas gibi ışıl ışıl ama meydan gibi bomboş. Karşısı The Junction Pub. Otel içinde olduğu için açık. Masalarda tek tük turistler...
Oteller Sokak’taki börekçi-tostçu-pideci faal. Eksik olan, sokağın bitimindeki Ece Bar ve hemen karşısındaki Koridor kulüpten gelen neşeli uğultu. Koridor’un kaldırımındaki smirting’çilerin kahkahaları, karşısındaki Ece’nin masalarından yükselen müdavim kahkahalarına karışırdı. Şimdi sanki hiç açılmamışlar, hiç var olmamışlar, o sohbetler, o geceler hiç yaşanmamış gibi. Zurna-darbuka çalıp para isteyen Romanlardan da eser yok.
Kıyamet filmi gibi
Koridor’un kapısında bir afiş... Bir ucu kopmuş, rüzgârda sallanıyor. Aslında bir bilgilendirme broşürü: ‘Virüs Riskine Karşı 14 Kural’. Kıyamet filmlerinde eski bir gazete uçuşur, manşeti ‘Zombi İstilası’ falan olur ya... Onun gibi.
Mahkeme “bazlama” benzetmesini hakaret olarak kabul etti.
Hande Erçel’in bu işin böyle hukuki olarak peşine düşmesinin en başından beri yanlış olduğunu düşünüyorum.
Çünkü “bazlama” lafından bu kadar rahatsızsa bile davalarla konuyu gündemde tutuyor, her seferinde tekrar yazılıp çizilmesine neden oluyor.
Baksanıza ben bile şu son yazıda üç kere “bazlama” demişim.
İkincisi ve daha önemlisi, biraz nasıl desem... Dışarıdan özgüven eksikliği gibi görünüyor.
Sen ekranların tescilli güzelisin. Adın, Türkiye’nin en yakışıklı jönlerinden biriyle anılıyor. Markaların yüzü oluyorsun...
Böyle bir şeye bu kadar takılıp kalmak yerine gülüp geçebilir, hatta yüzyılımızın iletişim kurallarına daha uygun şekilde, durumla dalga bile geçebilirdin.
Ben olsam #bazlama1, #bazlama2 diye en güzel fotoğraflarımı koyduğum bir seri bile yapabilirdim.
Zülal Kalkandelen Cumhuriyet’teki köşesinde geçen hafta yazdığım vegan kasap yazıma değinmiş; “Vegan kasap, vegan döner, vegan sucuk demeye ne gerek var, veganlar neden etobur terminolojisini yeniden üretiyor?” diye sorduğum bazı soruları “kafa karışıklığı” olarak nitelendirmiş.
Olabilir, bu konuda kafamız çok karışık, kimse kusura bakmasın ama bir süre de öyle olmaya devam edecek.
Çünkü veganlık biz etoburların önüne baş etmemiz gereken ciddi hayat duruşu sorgulaması getiriyor.
Hele de doğaya saygılı ve hayvansever bireylersek...
Hem kuzuyu seveceksin hem pirzolasını...
Olacak iş mi?
Hem Yulin’de köpek yeme festivali düzenliyorlar diye Çinlilere kızacaksın hem kendin her hafta sonu mangal yapacaksın... İnsanın kendine izah etmesi zor.
Hem “
"Kim Milyoner Olmak İster” yarışmasında programa joker olarak bağlanan bir doktorun omurilik soğanıyla ilgili basit soruyu bilememesi üzerine başlayan tartışma devam ediyor.
Neden tartışma?
Çünkü mesela Ahmet dün, Atatürk’ün “Beni Türk hekimlerine emanet ediniz” sözüne gönderme yaparak, “Gel de kendini emanet et” diye yazdı.
Buna mukabil karşı blokta doktora yüklenilmemesi gerektiğini, bu tür “halk terimlerinin” tıp eğitiminde yeri olmadığını savunan meslektaşları var.
Konu bu kadar dallanıp budaklanınca genel halk sağlığı açısından bazı “ilmi” verileri açıklamak, kitleleri “aydınlatmak” tıbbi bir zorunluluk oldu.
Arkadaşlar kafamızın içinde hem soğan hem de sarımsak var.
İkisi de mevcut.
Soğan, duygularımızdan sorumlu.
◊ Bir astrolog için en merak ettiğim sorudan başlayayım: Zaman makinesi icat ettiniz nereye giderdiniz: Geçmişe mi, geleceğe mi?
- Vallahi yaptığım iş icabı sürekli geçmişle gelecek arasında mekik dokuyorum zaten. Geçmişte meydana gelmiş olaylardan istatistiki veri yaratıp gelecekte ne olacağını tahmin etmeye çalıştığım için enteresan bir soru oldu. Ama bu soruya gelecek cevabını veririm zira uzaya yolculuğu çok merak ediyorum.
◊ Hayatınız bir film olsa: “Nostradamus” mu olurdu “Geleceğe Dönüş” mü?
- Nostradamus’u “Geleceğe Dönüş”te oynatsak olmaz mı?
◊ Müzede görevlisiniz, yangında ilk hangisini kurtarırsınız: Mısır astrolojisi mi Fransız edebiyatı rafını mı?
CİHANGİR MEKANLARI
Herkes orada görüntüleniyor, “birkaç saat sonra mekandan ayrıldı” bilgisiyle veriliyor. Herkese yasak varken müşteri ağırlayabilen bu yerler nereleri? İsim zikredip hedef göstermek yanlış. Ama kabaca sistem şöyle işliyor: Paket servis serbest. Mekana güya sipariş vermek için gidiyorsunuz, paketiniz hazırlanana kadar “bekliyor” görünüyorsunuz. Hani eski normalde kebabınız hazırlanırken size çay-kahve ikram edilirdi. Yahut beklerken önünüze küçük ikramlar koyarlardı... O kontenjandan görünüyorsunuz. Soran olursa: “Oturmalı müşteri değilim, paket yaptırmaya geldim, o sırada önüme ikramlar koydular...”Biz de çok sıkıldık salgın önlemlerinden ama böyle şey olmaz. Madem eşitlik var, o zaman pandemide de eşitlik, önlemde de eşitlik!
NEGATİF TESTLER
“Testlerimiz negatif çıkınca gönül rahatlığıyla buluştuk” diyor ya Burcu Biricik.. Afiyetinin yerinde olmasına çok sevindim ama bir şeyi yanlış anlamış: Bizim derdimiz onun ve arkadaşlarının sağlığı değil ki. Zaten Şeyma Subaşı’nın, Şevval Şahin’in yalı partilerinde de kendileri için korkmamıştık. Bize ne? İsteyen kendini korur, isteyen korona olur. Sadece kurallara uyulmaması yüzünden biz uyanların da karantina süresi uzuyor, önlemler sertleşiyor.
AŞI OLANLAR İPLERİ KOPARACAK MI?
Testi negatif çıkan Burcu Biricik gibi, aşı olup kendini sağlama alanlar da kuralları çiğnemeye böyle kalkmaz inşallah. Çünkü kendileri için risk oluşturmasa bile taşıyıcılıklarının devam edip etmediği hâlâ belli değil. Mesela ben: Nedense en başından beri koronayı ayakta atlatanlardan olacağıma inanıyorum. Cahil cesareti işte... Ama yine de aylarca evlerine kapatılan 65 üstü yaşlıları düşününce çok utanıyorum, önlemleri harfiyen yerine getiriyorum. Çünkü o yaşlılardan bizim evde de iki tane var.
NE FARK EDER Kİ?
“Sadakatsiz”de evli bir erkekle aşk yaşayan “Derin” karakterini canlandıran Melis Sezen, “Aldatılan kadın asla kendini suçlamamalı” dedi. Her zaman ilgi çekecek, aldatılan/aldatılmayan, aldatıldığından şüphelenen, kadın/erkek herkesin pürdikkat kesildiği bir konu. Sadece Türkiye’de değil, dünyada da böyle.
Hatta aldatma/aldatılma hikayelerinin anlatıldığı bir program bile var, ara sıra denk geldiğim.
Yurtdışından hikayeler ama konu evrensel olduğu için orada birinin başından geçen bir detayı (mesela telefonda bir erkek ismi kayıtlı. Ama arayınca karşınıza bir kadın çıkıyor) kendi hayatınıza uyarlıyorsunuz.
İnsanı bütün aşk geçmişinden şüpheye düşürebilecek kadar paranoid.
Kuyumcu titizliğiyle ele alınması gereken, çok boyutlu bir konu aldatma meselesi.
Bir kere daha en baştan şöyle bir matematiksel abukluk var...
Türkiye’deki erkeklere sorsanız yüzde 99.99’u çapkın.
Biliyorsunuz Cem Yılmaz gazetecilerle bomba espriler patlatmayı, ayaküstü sohbet etmeyi, televizyon kanallarında bütün hafta döndüre döndüre yayınlanacak demeçler vermeyi, bomba espriler patlatmayı çok severdi eskiden.
Rahatsız olabileceği bir şey olsa bile topu gayet güzel çevirip gazetecilerin sahasına geri zekice gönderirdi.
Bunu yaparken kendisi neşelenir, toplumun geri kalanını da gülmekten kırıp geçirirdi.
Son birkaç yıldır nedense daha asık suratlı, daha giderli böyle iklimlerde.
Belki “maraba televole” yaşları geçtiğinden, belki de şu son dönemde tadımızdan, tuzumuzdan çok kaybettiğimiz için.
Fakat bu değişiyor olabilir mi?
En son Etiler’de bir klinikten çıkarken görüntülendi. Fizik tedavi için geldiğini söyledi.
Fakat
Clubhouse’un tehlikeli/heyecanlı yanı
Siz tam çözebildiniz mi, bilmiyorum. Ben hâlâ anlamaya çalışıyorum yeni sosyal medya mecrası Clubhouse’u.
Ama şurası kesin bilgi: Televizyondan, gazeteden tanıdığımız, bildiğimiz kim varsa orada. Açılan odalarda/gruplarda gece sabahlara kadar car car konuşuyorlar.
İşin tehlikeli mi dersiniz, heyecanlı mı dersiniz kısmı da o zaten.
Çünkü Instagram’a fotoğraf koymak ya da Twitter’da parlak bir cümle paylaşmakla serbest konuşmak arasında fark var.
Her babayiğidin tökezlemeden götürebileceği iş değil yani. Nitekim ilk kaza geçen gece yaşandı.
Clubhouse’daki “Kulis ve Ötesi” grubunda Fırat Çelik’in Enis Arıkan’a takılıp yaptığı bir şaka, ifşa mıdır değil midir diye tartışılıyor başka platformlarda.
Tarkan TikTok’çu mu oldu?
Bence Nilgün Bodur doğru söylüyor
Başkasına ait sözleri kendisininmiş gibi kullandığı için eleştiriliyordu. Yaptığı açıklama insanları hepten çıldırttı. Çünkü o bölümü anonim sandığını iddia etti.
“Bilmiyordum” diye yaptığı savunmaya gönülden inanıyorum.
Çünkü 20 yıl kadar dünya markalarının kurumsal iletişimini yapmış bir isim Bodur.
Sen tutup Burberry, Lacoste, Calvin Klein gibi markaların imajını yöneteceksin, yıllarca sahte/çakma ürünlerle, çalıntı ve kopyayla mücadele edeceksin, sonra tutup kendi kitabında intihal yapacaksın.
Olacak iş değil.
¡¡¡
Bodur, uzmanlığı gereği bunun ne demek olduğunu, insani ve hukuki sonuçlarını hesap edebilecek kapasitede.
Çünkü altına imza atıp “sattığı” şey, Dadaloğlu’na mı yoksa Karacaoğlan’a mı ait olduğu tartışılan bir türkü sözü değil.
İlk baskısı 150 bin yapılmış, tiyatrolara uyarlanmış, Broadway’de sergilenmiş...
Hepsini geç...
Dünyada 60 dile çevrilmiş Anne Frank’in günlüğü.
¡¡¡
Şu anda olup biten bence hırsızlıktan ziyade cehalet, kültürsüzlük, tembellik...
En hafif ifadesiyle okura, kendisine ve kitabına özensizlik.
Nokta.
Çünkü “Bilmiyordum” derken gerçekten samimiyse, o sözün bile tam doğrusuna bakmamış, içinde bir kelime yanlış.
Asıl merak ettiğim, her yerde “çok iyi eğitim almış” diye sunulan Bodur’un, benzer özensizlikleri bitirme tezinde de yapıp yapmamış olduğu.
Cemal Süreya’ya zorla intihal yaptırdılar
YENİ EDEBİYAT BOMBASI
Nilgün Bodur’la ilgili tenkitlerden, esprilerden gına mı geldi?
O zaman edebi ağızların yeni sakızı da benden gelsin...
Cemal Süreya’ya zorla intihal yaptırdılar!
Hem de ölümünden neredeyse 30 yıl sonra.
¡ ¡ ¡
Yaptıranlar kim?
Gazeteci Yılmaz Özdil mesela. Sözcü’deki 31 Temmuz 2015 tarihli yazısı.
Başka?
Oyuncu Ceyhun Yılmaz. YouTube’da “Kadınlar Susarak Gider” başlığıyla yaptığı, 4.5 milyon izlenen meşhur seslendirme.
Başka, başka?
Google’a “Kadınlar Susarak Gider” yaz da gör...
Elele dergisinin kapağı, kitap siteleri, alıntı platformları, Ekşi Sözlük, aklınıza neresi gelirse.
¡ ¡ ¡
En baştan gidelim: Baylar bayanlar bir kere “Kadınlar Susarak Gider” bir şiir değil, düz yazı.
Cemal Süreya’ya ait olduğunu nereden uyduruyorsunuz bilmiyorum ama yazarı da Candan Ünal.
Tıpkı Nilgün Bodur gibi bir aşk, kadın ve ilişkiler yazarı.
Ama bu kez durum tam tersi: Onun yazısı alınıp Cemal Süreya’nın hanesine yazıldı.
Kabul, “Cemal Süreya” kalibresinde bir yazı ama...
Aynı isimle bir kitabı bile var Ünal’ın.
Çok matrak değil mi?
¡ ¡ ¡
Kadını buldum.
“Araştırdım, Cemal Süreya Derneği’ne bile ulaştım. Yakınından geçen tek bir kelimesi yok Cemal Süreya’nın. Ben uğraşmaktan bıktım, artık onlar ispat etsinler yazının Cemal Süreya’ya ait olduğunu” diyor.
Pazartesi yeni kitabı çıkıyor yazarın: Mükemmel Kadın Olma.
Alınız, okuyunuz, istediğiniz kısmı kesip ister Mevlana’ya ister Nazım Hikmet’e atfedip internette paylaşınız.
Ve hin hin kikirdeyiniz...