M. Berk Karaoğlu

Depremin çocuk psikolojisi üzerine etkisi-2

12 Kasım 2020
Deprem anını yaşayan her insanda farklı düzeylerde kaygı ve korku yaşandığı gözlemlenebilmektedir. Çocuklar da bu grubun içerisindedir.

Yaş grubuna bağlı olarak farklı şekillerde yaşadıkları kaygıları gözlemleyebiliyoruz. Örneğin; uykusuzluk, uyurken anne veya babaya tutunma ihtiyacı, altını ıslatma, parmak emme gibi davranışlar sık rastlanılan davranış örüntüleri arasındadır. Bunlara ek olarak, okul başarısında düşüş, okula gitme isteğinde azalma, huzursuzluk gibi durumlar da gözlemlenebilir ve hatta yaşanılan depremden 1-2 ay sonra da ortaya çıkabilir. Bu tarz travmatik durumlarda, ailelerin tutumları daha önemli ve dikkat edilmesi gereken bir durum haline geliyor. Her zaman söylediğimiz gibi, çocuklar neyi görürlerse onu öğrenir ve uygularlar. Deprem gibi travmatik durumlarda, aile bireylerinin yaptığı açıklamalar da haliyle büyük önem arz ediyor.

Özellikle 6 yaşa kadar çocuklardaki kaygı durumunu çok daha fazla önemsemek ve durumun ciddiyetini ve tehlikesini anlamasına yardımcı olmak gerekiyor. Acısını ve üzüntüsünü anladığınızı ve bu duyguları paylaştığınızı ifade etmek önceliğiniz olması gerekirken, bu üzüntü ve korkunun belli bir süre sonra hafifleyeceğini de belirtmek gerekiyor. Çocuklar için ebeveynlerin mizacı çok önemlidir. Ne kadar dikkat edilse de bu tarz yaşanan olumsuz durumlarda ebeveynler duygularını belli edebilirler. Bu noktada öncelik olarak kendilerinin destek alması daha anlamlı olacaktır. Çocuklar için ise oyun terapilerinin olumlu etkisi olduğu gözlemlenebilmektedir. Çocukların, oyun oynamasına, resim çizmelerine ve çeşitli günlük aktivitelerine devam etmelerine izin vermek de yaşamın normale döndüğü hissini yaratacak ve onlara iyi gelecektir.

Depremin doğal bir afet olduğunu, biz insanlar olarak sadece tedbirler alabileceğimizi çocuklarımıza anlatmak da önemli bir noktadır. “Allah bizi cezalandırıyor.” tarzındaki 'aşırı dışsallaştırma’ çocuklarda gelişmekte olan 'yaadalet ve haklılık kavramlarına’ zarar verdiği düşünülmektedir. Ölüm gibi soyut kavramları anlatmak ne kadar güç olsa da yanlış anlaşılabilecek cümleler kurmamaya özen gösterilmelidir. Kaybedilen kişi için “O bulutlarda seni izlemeye devam edecek” tarzındaki cümlelerden kaçınmak anlamlı olacaktır. Ayrıca, deprem öncesinde ve anında yapılabilecek ve alınabilecek çeşitli tedbirler hakkında konuşmak durumun ciddiyetini kavramada etkili olacaktır.

Peki, çocukların psikolojisi için bu kadar dikkat ederken yetişkinler kendi kaygıları ve korkularıyla nasıl başa çıkabilir? Deprem, yaşanılan andan itibaren sonrasında da psikolojik olarak birçok hasar yaratabilmektedir. Görmezden gelmek ve yaşanmamış saymak ruh sağlığı için çok da sağlıklı bir başa çıkma yöntemi değildir. Çünkü sonrasında daha farklı ve belki de daha ağır sonuçlar seyredebilir. Bu anı yaşayan ailenizle, komşularınızla ve arkadaşlarınızla duygularınızı, acınızı, üzüntünüzü paylaşmak iyi gelecektir. Sizle beraber birçok kişinin aynı anı yaşadığını ve benzer veya aynı duyguları hissettiğini bilmek zihindeki yükü biraz hafifletecektir. Yaşanılan durumun zor olduğunu kabul etmek ve toparlanabilmek için bedeninize ve zihninize zaman vermek gerekiyor. Her insanda farklı sonuçlar yaşandığını tekrar belirterek kaygıların ve korkuların devam etmesi ve günlük aktivitelerinize devam edememe durumunda profesyonel psikolojik destek almak anlamlı olacaktır.

Yazının Devamını Oku

İzmir depreminin yetişkin ve çocuklara olası psikolojik etkileri

7 Kasım 2020
Bir dakika öncesi ile bir dakika sonrası arasındaki fark, nasıl da yaşam mücadelesine dönüyor bazen. Evin içinde veya dışında günlük planlardan herhangi birini gerçekleştirirken, yerden gelen bir sarsıntı ile olduğu yerden kaçmaya çalışanlar ve bir de kaçacak kadar şanslı olamayanlar…

Hepimizin de bildiği gibi, yüzyıllardır yaşanmayan bir İzmir depremi yaşadık geçtiğimiz günlerde. Yaşanılan sarsıntı fiziksel olarak sarsmakla kalmadı, psikolojimiz de çok etkilendi. Deprem sonrasını seyreden günlerde yoğun korku, panik, çaresizlik, her an deprem oluyormuş hissi ve yaşanılan olayı kabullenememe gibi tepkilerin yaklaşık bir ay kadar devam etmesi akut stres bozukluğu olarak değerlendirilmektedir. Bu semptomların uzun süre devam etmesi ve kişinin yaşam kalitesini etkilemesi ise bu bozukluğun travma sonrası stres bozukluğuna dönüşmesi olarak değerlendirilmektedir. Elimizde olmayan ama bizi etkileyen ve örseleyen durumlara travma diyoruz. Travmaların oluşmasındaki asıl etken kontrolümüz dışında gerçekleşen kayıplardır. Kayıplar, sadece birisinin ölümü değil aynı zamanda iş, ev, uzuv, vb. kayıplardır. Tabii ki, her kayıpta aynı fiziksel ve psikolojik etkiler yaşanmaz ancak birbirlerine benzer semptomlar yaşandığını söyleyebiliriz. Kayıplar karşısında yaşayabileceğimiz en doğal süreç yas sürecidir. Bu tepkiye belli bir süre mümkün olduğunca müdahale edilmemelidir.

Yas süreci, psikolojik olarak 5 evrede gerçekleşmektedir. İnkâr, kızgınlık/öfke, pazarlık, depresyon ve kabullenme olarak değerlendirilmektedir. Yas sürecinin bir yılı geçmesi dikkat edilmesi gereken bir unsur olarak belirtilmektedir. Kesin süre vermemekle beraber, kişi ölümden birkaç hafta sonra işine, okuluna geri dönebiliyor, öz bakımını gerçekleştirebiliyor ve 6 aydan 1 yıla kadar olan süreçte insanlarla sağlıklı ve anlamlı ilişkiler kurabiliyorsa yas sürecinin normal seyrettiğini söyleyebiliriz. Ancak, kişi eğer hayatına devam etmekte zorlanıyor, gerçekleştirdiği eylemlerden keyif almıyor ve depresif ruh halinden çıkamıyorsa bu süreçte profesyonel destek almak anlamlı olacaktır.

Kayıp yaşayan, yaşamasa da travmalara maruz kalan insanlar için önemli olan duygu paylaşımıdır. Duyguların ifade edilmesi, görmezden gelmeyerek belki belli bir süre tekrar tekrar anlatılması, kişiye iyi gelecektir. Yaşanılan travma ve kayıp süreçlerinde de psikoterapinin anlamlı olmasının sebebi buradan gelmektedir. Duygu sağaltımı, psikoterapi sürecine pozitif yansımaktadır. Bunlara ek olarak, kaygılarımızı besleyecek, endişelerimizi ve korkularımızı arttıracak sosyal medya haberlerinden ve sohbetlerden biraz uzak kalmak yaşadığımız olası travmatik etkilerin azaltılması noktasında olumlu bir davranış olduğunu düşünmekteyim.

Peki, enkaz altından çıkarılan çocukların psikolojik durumu nasıl etkilenir?

Malum, hepimiz haberleri sosyal medya aracılığıyla alıyoruz. Ne mutlu ki enkaz altından sağ kurtarılan bebekler ve çocuklar var. Bildiğiniz ve takip ettiğiniz gibi bu çocukların enkaz altından çıkarılırken çekilen fotoğrafları ve videoları çoğu sosyal medya kullanıcısı tarafından tekrar tekrar paylaşıldı. Şu an mutlu ve huzurlu bir şekilde hastanede tedavi olduklarını görüyoruz. Ancak, bu çocuklarda ilerleyen süreçlerde psikolojik olarak ağır travmatik sonuçlar seyredebilir. İleride, travma sonrası stres bozukluğu, kaygı bozukluğu, depresyon veya güvenli bağ kurmaya yönelik sıkıntılar yaşayabilirler. Çocukların günlük yaşamına geri dönmede zorluk çekmesinin fark edildiği noktada profesyonel psikolojik destek alınması anlamlı olacaktır. Ayrıca, sosyal medyada dramatize ve romantize edilebilen bu durum ailelerde ve çocuklarda türlü psikolojik sıkıntılara sebebiyet verebilir.

Yazının Devamını Oku

Gebelikte cinsel yaşam

29 Ekim 2020
Hamilelik dönemlerinde kadınlar fizyolojik olarak etkilendiği kadar psikolojik olarak da etkilenmektedir.

Hamilelikle birlikte dikkat edilmesi gereken birçok şey var fakat bunların arasında birçok “mit” de bulunmaktadır. Örneğin, en yaygın olan mitlere “Hamile kadın kutsaldır, dokunulmaz”, “Cinsel ilişki bebeğe zarar verir.” cümlelerini örnek verebiliriz. Eğer kişisel uzman doktorunuz hamilelik sürecini ve bebeği olumsuz etkileyecek bir durum belirtmiyorsa, cinsel hayatınıza ara vermenizi gerektirecek bir durum da söz konusu olmayacaktır. Bu konuda yayınlanan makaleler referans olarak alındığında, gebelikte son 4-6 haftaya kadar cinsel ilişki yaşanmasında bir problem olmadığı yetkili uzman doktorlar tarafından açıklanmıştır.

Gebelikte cinsel ilişkiden uzak durulması çiftleri psikolojik olarak nasıl etkiler?

Hamilelikte kadının yaşadığı fizyolojik değişiklikler (kilo alımı, çatlak oluşumu vs.) dolayısıyla psikolojisini de olumsuz etkileyebilmektedir. Bu dönemde, partnerinin de ondan uzaklaşması, kişinin kendisini beğenilmiyor ve arzulanmıyor olarak düşünmesine neden olabilmektedir. Hamilelikte cinsel ilişkinin kadında ağrı yapabileceği yine doğru bilinen yanlışlar arasında yer almaktadır. Öncelik tabii ki kişinin uzman doktorunun önerileri olmakla birlikte sağlıklı ilerleyen gebelik sürecinde yaşanılan cinsel ilişkinin ağrıya ve acıya sebebiyet vermeyeceği açıklanmıştır. Ancak, burada dikkat edilmesi gereken asıl nokta pozisyonlardır. Karnın büyümesinden kaynaklı olarak pozisyonlarda kısıtlanmaya gidilebilir. Fakat, cinsel ilişki sadece cinsel organların birleşmesinden ibaret olmadığı gibi, çiftler öpüşme, ön sevişme, erotik masaj gibi çeşitli alternatiflere yönlenerek cinsel doyumlarını sağlayabilirler. Özetle, hamilelik sürecinin öncelikle kadını psikolojik olarak etkilediği bu süreçte partnerinin desteği ve ilgisi önem arz etmekte olduğu gözlemlenmektedir.

Yazının Devamını Oku

Obsesif Kompulsif Bozukluk

15 Ekim 2020
Obsesif Kompulsif Bozukluk (OKB), sosyal çevremizde “takıntı hastalığı” olarak geçen bir bozukluktur.

Obsesif Kompulsif Bozukluk’ta, obsesyon kavramı bireyin günlük yaşamında rahatsız edici düzeyde olsa da düşünmekten kendini alıkoyamadığı yineleyici düşünceler olarak tanımlanır. Kompulsiyon kavramı ise, bireyin yineleyici düşünceleri durdurmak amacıyla gerçekleştirdiği davranışlardır. Obsesif Kompulsif Bozukluğu olan kişinin farkındalığını yitirmemiş olması önemli bir noktadır.

Obsesif Kompulsif Bozukluk, çok sık rastladığımız bir bozukluk türüdür. Erkeklerde daha erken yaşlarda görülürken kadınlarda daha sık karşılaştığımız bir durumdur. OKB’nin nedenleri ise birçok faktöre bağlıdır. Bunlar; aile yetiştirmesi, kişilik gelişimi, travmatik durumlar (kayıp, değişkenlikler, vb.), stres kaynakları, çevresel faktörler vb gibi örneklendirilebilir.

Obsesif Kompulsif Bozukluk çeşitli türlere sahiptir, bunlar; Bulaşma, temizlik, kuşku, kontrol, simetri ve düzen, sayma ve tekrar, dini, cinsel, biriktirme ve saklama obsesyonudur.

OKB, kişiye oldukça rahatsızlık veren bir bozukluktur. Bu durum kişinin işlevselliğini engellemektedir. Bu takıntıların ürettiği davranış örüntüleri, kişinin hayatında önemli ölçüde kayıplara yol açmaktadır. Örneğin, sürekli bir şeyi kontrol etmekten dolayı dışarıya çıkamama, sürekli ellerini yıkamaktan dolayı bir şey yapamama gibi. Bu nedenle, OKB’ye yönelik bir destek arayışına girilmesi ısrarla önerilmektedir. Ancak bu destek profesyonel alanda olmalıdır. Çünkü, bu bozukluk yüzeysel anlamda iyileştirilebilecek bir bozukluk değildir. Hem psikiyatrik hem psikoterapi yöntemleri ile çalışılması önerilmektedir. OKB’nin psikoterapi yöntemleri arasında; bilişsel davranışçı terapi, EMDR terapisi ve bazı zamanlarda bütüncül olarak tüm aile sistemleri ile birlikte çalışmak da fayda sağlamaktadır.

Son olarak OKB çok sık görülen, neden oluştuğu hakkında çok merak edilen bir bozukluk olduğu için çeşitli dizilere, filmlere konu olabilmektedir. Ancak, şu bilinmelidir ki herkesin geçtiği yollar farklıdır, hastalığındaki dereceler bambaşkadır. Dolayısıyla herkesin çözümü de değişkenlik gösterecektir. Özetle; sadece çevremizden duyduğumuz, dizilerden gördüğümüz modellemelerden etkilenmeden profesyonel destek alınması gerekmektedir.

Yazının Devamını Oku

İlişkilerde ara vermek sorunları çözer mi?

9 Ekim 2020
İlişkiyi sürdürmek bazen ilişki kurmaktan daha zor olabilir. İlişki, güvenli bağ kurabilmek demektir. Bireylerin birbirlerinin sınırlarını mümkün olabildiğince ihlal etmemeye yani bireyselliği engellemeden ilişkiyi devam ettirmeye gösterdikleri özen bir süre sonra bozulabiliyor.

Güven kavramı belki de ilişkinin en önemli noktasıdır. Güven duyulan bir ilişkide, problemlerin minimum seviyede olduğu gözlemlenebilmektedir. Problem olmaz demiyorum dikkat ederseniz. Problemsiz bir ilişki yoktur. Hatta tartışmaların olması bir ilişki için iyi bile olabilir. Çünkü bir ilişkide karşı tarafla aynı fikirde olmak zorunda değiliz. Kendi düşüncelerimizi belirtmek ve belki bu yüzden bir tartışma ortamı yaratılması verimli olabilir. Yani iletişim sadece anlaşmak değil, birbirini anlamaktır. Kişilerin birbirlerinin fikirlerini öğrenmesi ve buna saygı duyması ilişkinin seviyesini pozitif etkileyebilir. Tabii tartışmanın boyutu da burada altı çizilmesi gereken bir noktadır. Bu bahsettiğim, bazı kişilere ütopik gelebilir. Kendi ilişkilerinde tartışmanın boyutunu kontrol edemeyip kavgaya döndüğüne tanık olabilirler. Peki, bu tarz sıkıntılarla karşılaşıldığında ara verilmesi bir başa çıkma stratejisi olarak değerlendirilebilir mi?

Bu sorunun cevabını değerlendirebilmemiz için “ara vermeyi” nasıl tanımladığımıza bakmak gerekir. Ara verip asla iletişimde kalmamak ve bir taraf özlediğinde ilişkiye devam etmekten mi, bahsediyoruz yoksa kısa süreli ve planlı bireysel yaşamdan mı? Uzun süreli ayrılıkların ilişkiye olumlu bir katkısı olduğunu gözlemlememekteyim. Aradaki bağın kopması zedelenmiş ilişkinin iyileştirilmesinde rol oynamayacaktır. Ancak kısa süreli, örneğin 3-5 gün veya 1 hafta içinde, görüşmek suretiyle verilen aralar kişinin bu ilişkiyi tartıp değerlendirmesi için yeterli olacaktır. Daha sonrasında ikisinin de birbirlerine verdikleri bu süre sonunda değerlendirmelerini birbirlerine sunması ve ortak bir karara varmaları birbirleri arasındaki sevgi bağını da zedelemeyecektir. Bu dönem içerisinde birbirlerine haber vermeyi kesmemeleri gerektiği kanaatinde olduğumu da belirtmek isterim. İletişim içerisinde kalmak, aralarındaki güven bağını pekiştirecektir.

Evli çiftlerde ara verme kavramı eğer çocuk varsa biraz daha komplike bir duruma dönüşebiliyor tabii ki. Kişiler bunun nasıl olacağına, çocuğun nasıl etkileneceğine dair tahminde bulunmakta güçlük çekebiliyorlar. Sevgililik döneminde ara verilmesi uygun görüldüğü gibi evlilikte de uygun görülebilir. Ancak yine, kısa süreli ve planlı bir ara vermekten bahsediyorum. Çocuk varsa eğer bu durumu gayet normal olduğunu belirterek olayı doğru bir şekilde anlatabilirler. Ayrılık döneminde çocuğun nasıl etkilenebileceğine yönelik yazılarım ilerleyen günlerde olacak.

Her birimiz farklıyız. Düşünce, yaşam biçimi, bakış açısı vs. olarak birbirimize ayak uydurmak zorunluluğunda değiliz. Beraber geçirilen vakit arttıkça birbirimizi daha çok tanıyacağımızdan ilişkinin başındaki hallerimizden farklı olabiliriz. Zaman geçerken bizim de fikirlerimiz, yaşam tarzımız yenilenebiliyor. Gelişen karakterinizle karşı tarafla uyum sağlayamadığınızda bunun bir felaket olmadığının ve sadece sizin başına gelmediğinin bilincinde olmak sizi daha iyi hissettirebilir. Kurtarılması istenen ilişkilerde profesyonel bir destek almak da bir çözüm yoludur. Aile danışmanlığı ve çift-evlilik terapisi bu tarz durumlarda başvurabileceğiniz destekler arasındadır.  Genel itibariyle sorunlar cinsel, duygusal, sosyal, ailesel, maddi ve diğerleri olarak ayrılmaktadır. Bunları ayrı olarak değerlendirmeniz daha sağlıklı olacaktır.

Yazının Devamını Oku

Aldatılınca neler yaşanır?

18 Eylül 2020
Aldatılmanın psikolojisi kişiden kişiye değişebileceği gibi danışanlarımdan duyduğum ve gözlemlerim üzerine şunu söyleyebilirim ki; oldukça örseleyici, çoğu zamanda travmatik etki yaratan bir olgudur.

Peki aldatılınca neler yaşarız?

Öncelikle her kayıp ve yas sürecinde olduğu gibi şok ve inkar süreçleri gelişebilir yani ilk başta inanmak istemeyebiliriz. Ani olarak öfke ve durumu açığa kavuşturma iç güdüsü karşımıza çıkabilir. Ancak biraz düşündükten sonra yüzleşmenin ve yüzleştirmenin yaratacağı olumsuz durumlar da aklımıza geliverir. İşte tam da o anda kafamızın içinde bir muhasebe başlayabilir ve mantık devreye girebilir. Normal zamanda kestirip atabileceğiniz, ilişkiyi bir kalemde bitirebileceğiniz davranış örüntüleri gerçekte yaşanabilecek bir hale döndüğünde düşünce çatışmaları başlayabilir. Durun korkmayın! Çünkü bu normal bir durum kendinize ihanet etmiyorsunuz sadece mantıksal yönlerini beyninizin düşünmeye ihtiyacı var. Ancak, tabii ki de hem duygusal, hem de mantıksal yönleri düşündükten sonra harekete geçmeye ve üstünü kapatmamaya ihtiyacımız var, sağlıklı olan da bu. Genellikle öfke, üzüntü, pişmanlık, keşkeler, mutsuzluk, çöküntü gibi bir çok duygu durumun aynı zaman diliminde yaşandığı fark edebilirsiniz. İşte tam da bu noktada bu duyguları oluşturan düşünceleri ele almak en anlamlısı olacaktır. Genellikle bu düşünceler şu cümlelere karşılık gelebilmektedir;

• Nasıl da fark edemedim (kendine öfke),

• Benim eksikliğimden oldu (suçluluk),

Yazının Devamını Oku

"Eşimin annesi olmak istemiyorum"

29 Ağustos 2020
Bu cümleyi evliliklerde kadın danışanlarımdan sıklıkla duyuyorum. Aslında bu cümle bir farkındalık.

Kadınların çoğu artık eşlerine karşı sürekli kendini feda eden, saçını süpürge eden “anne modeli”nde olmak istemiyorlar. Haklılar da... Çünkü aile demek; eş ve çocuklardan oluşan ve toplumu oluşturan en küçük yapı birimidir ve eşimizi, annemize benzetmeye çalışmak, ondan sürekli koşulsuz bir ilgi ve alaka beklemeye çalışmak ilişkide duygusal, cinsel ve sosyal boşluklar oluşturabilecektir.

Eşimiz çocuklarımızın annesi de olabilir. Ancak sadece bu modelde değil, aynı şekilde bizim için sevdiğimiz kadın, hayatı paylaşacağımız bir birey anlamı taşımalıdır ki önceki geniş ailemizden ve yarın, bir gün çocuklarımızın benliğinden ayrışmamızı ve daha sağlıklı bireyler olmasını sağlasın.

Özellikle toplumsal normlarımız dolayısıyla erkek çocuğa sınırsız ilgi veren, daha dominant ve baskıcı anne figürü olan kişilerin çocukları evliliklerinde de bu “anne modeli”ni eşlerinde devam ettirmek isteyebiliyorlar. Ancak eşimiz bizim gibi hayatı yaşamak isteyen, paylaşım isteyen, kusurlarının veya hatalarının doğal olarak olabileceği ve sorumluluklarının olduğu bir ilişkinin karşı tarafıdır.

Eş kavramını bireylerin mutlu olduğu, birbirine saygının olduğu, bireyselliklere önem verildiği, güvenin ve haz noktalarının olduğu bir ilişki noktasında yaşarsak, bu durum çocuklarımıza da daha sağlıklı modellemeler teşkil edecektir. Çocuklarımızın da sorumluluklarını bilen, benlik gelişimine önem veren ve bunu diğer kuşaklara da aktarabilecek geleceğin yetişkini olarak yetiştirmek mümkün.

Hayatımızda bize koşulsuz destek verecek olan model, ebeveyn modelidir. Anne babamızın yeri ayrıdır. Eşimizin yeri ise bambaşkadır. Eşlerde birbirine tabii ki de karşılıksız destek verebilecektir ama buradaki koşulluluk ilkesi, çift ilişkisinde bireylerin sorumluluklarını bilmesi ve bireysel benliklerine her koşulda saygılı olma zorunluluğudur. Kavramları karıştırmadığımız sürece anne babamızı ebeveyn gibi, eşimizi sevgilimiz, iyi ve kötü günde hayatı paylaşacağımız kişi, çocuklarımızı da neslimizin devamı olarak gördüğümüz sürece çoğu duygu ve davranışımız içten geldiği gibi yaşanacaktır.

 

Yazının Devamını Oku

Çocukların okula hazırlık psikolojisi

15 Ağustos 2020
Malum hemen hemen hepimiz zor dönemlerden geçiyoruz. Önce okulların kapanması, online eğitim, karantina süreçleri, şimdi ise “kontrollü sosyal hayat” ve okulların tekrar açılma süreci...

Evet tüm bu değişkenler ve pandemiden dolayı halen yaşanabilecek olası belirsizlikler zaten hali hazırda okula gitme konusunda korku ve endişe yaşayabilen çocuklar ve ebeveynleri nezdinde daha da fazla kaygıya yol açabilmektedir.

Peki ya çocuklar ve aileler okula başlarken psikolojik olarak nelere dikkat etmeliler?

Öncelikle okula gitmenin çocuğun seçiminde olan bir durum olmadığı, nasıl ki anne ve baba işe gidiyor ise çocuğun sorumluluğunun da okula gitmek olması gerektiğini belirtmek; çocuğun aklında çelişki ve tutarsızlık yaratmaması anlamında çok önemlidir. Ancak okulun zorlayıcı, disipline edici yönlerinden çok arkadaşlarının olabileceğinden, oyunlar oynayabileceğinden veya yeni bilgiler öğrenip bunlarla mutlu olunabileceğinden bahsetmek daha faydalı olabilir. Tabii tüm bunları ifade ederken öncelikle ebeveynlerin de çocuğundan ayrılma kaygısı taşıyıp taşımadığına dikkat etmesi, varsa kaygısını sözel veya sözel olmayan tepkilerle (mizaç, mimik vs.) çocuğa yansıtmamaya çalışması gerekmektedir.

Özellikle evde kardeşi olan çocuklar okula gitmek istemeyebilirler veya okula gittiklerinde bir daha ne zaman anne veya babalarını göreceği noktasında kaygı yaşayabilirler. İşte tam da bu noktada çocuğa daha somut örneklerle "Akşam saat şuraya gelince veya hava kararınca ben tam burada olacağım" gibi somut ifadeler kullanmak yararlı olabilir. Yine de ayrılma kaygısı yaşayan çocuklara karşı ebeveynlerin sistematik bir şekilde çocuğa da açıklayarak ilk önce okulun bahçesinde olacağını, sonra hemen çıkışta kendisini görebileceğini vs. belirterek gün gün daha da ayrışmayı sağlayarak bu geçişi kolaylaştırabilirler.

Özellikle ayrılma anlarında oradaki süreyi çok uzun tutmadan öğretmenine emanet ederek kararlılık göstermeleri sonraki süreci öğretmene bırakmaları daha anlamlı olabilir. Çocuk ağlasa da kararlı olunduğunu göstermek adına çocuğun öğretmeniyle sınıfa geçişini sağlamak sonra öğretmenden ayrıca alınan bilgiye dayanarak yol almak daha mantıklı olacaktır. Ancak uzun bir süre geçmesine rağmen çocuğun bu noktada davranışlarında bir değişiklik gözlemlenmezse psikolojik bir destek almayı unutmamak gerekir.

Tabii ki bu süreçte pandemiye yönelik endişelerimiz olacaktır. Kendi evimizde “biricik” olarak üzerine titrediğimiz çocuklarımızın okulda ne şartlarda olacağı aklınıza takılabilir. Belirsizlikler kaygı yaratabileceği için ebeveynlerin kafasındaki tüm soruları idarecilere sorarak kaygılarını gidermeleri ve sonrasında çocuk ile neler yapabileceğini, ne noktada tedbirler alabileceğini konuşmak daha anlamlı olacaktır. Çocuklarımızla ilgili hemen hemen her psikolojik konuda olduğu gibi öncelikle ebeveynler veya bakıcılar olarak psikolojimizin daha sağlam olması çocuğun geçişlerdeki dayanıklılığını arttıracaktır. Hatta okula yönelik korkusu olan çocuklarınıza küçüklüğünüzde bu tarz olumsuz durumlarla ilgili kendinizin de yaşadığı benzer tedirginlikleri örnek verip çocuğun duygusunu anladığını hissettirip sonra da bu durumlarla baş edebildiğiniz örnekler vermek çocuğunuza iyi gelebilecektir.

 

Yazının Devamını Oku