11-21 yaşlar arasında gelişen, kişilik oluşurken ve bireyin hayata bakışı değişirken duygusal dalgalanmalara yol açan, bedensel ve ruhsal gelişimin hızlandığı süreç ‘ergenlik’ olarak tanımlanır. Bu dönemde ansızın oluşan bedensel değişiklikler ve düşünce yapısındaki değişmeler bireyi hazırlıksız yakalayabilir.
Fiziksel değişimin hızla arttığı bu dönemde ergenin ilgisi bedenine yönelebilir. Ergenlik dediğimizde akla gelen ilk şeylerden biri de sivilce problemleridir. Görünüşünü beğenmeyen bireyler kendini kötü hissedebilir, kendilerini güzel bulmayabilirler. Duygusal ilişkilerin ve arkadaşlık ilişkilerinin sıklıkla rol aldığı bu dönemde dış görünüşünü takıntı haline getiren bireyde içe kapanıklık ve kendini toplumdan soyutlama görülebilir. Bu durum yaşıtlarıyla olan ilişkisine yansıyabilir. Günümüzde bunu sürekli olarak evde zaman geçirip özellikle bilgisayar başında gereğinden fazla vakit harcayan gençlerde görüyoruz. Değişikliğe uyum sağlandıkça ergen üzerindeki gerilim ve takıntıda azalma olabilir.
Bunun yanı sıra dış görünüşünden hoşnut olmayan ergenlerde oluşan takıntılar sağlıksız beslenmeye yol açabilir. Kilo almamak için yapılan bilinçsiz diyetlerin hem bedensel hem de psikolojik sağlık üzerinde olumsuz etkileri olabilir. Ergenlikte sağlıklı beslenme alışkanlığını edinmek çok önemlidir çünkü bu dönemde kazanılan alışkanlıklar kişinin yaşamı boyunca devam edebilir.
Ergenlik döneminde bir diğer önemli süreç ise kimlik arayışına bağlı olarak ortaya çıkan davranış değişiklikleridir. Bu dönemde ergenlerde takıntı derecesinde kontrol etme dürtüsü olabilir. Özerklik ihtiyacı oluşan ergen kararlarını ailesinden bağımsız vermeye çalışır, yaşamı üzerinde sadece kendisi kontrol sahibi olmak ister. Kararlarına ve davranışlarına müdahale edildiğinde gergin davranışlar gösterebilirler. Bunun altında yatan neden ise kendini ispatlama gereksinimidir. Ergenler ve aileler arasındaki çatışmalar da bu noktada başlayabilir.
Ergenler arkadaşlarıyla veya gruplarıyla özdeşleşirken eş zamanlı olarak ailelerinden uzaklaşabilirler. Ergenlik dönemindeki birey yeni kimliğiyle sosyal çevresinde yer edinme ve ait olma çabasındadır. Öyle ki bir gruba kabul görme ihtiyacı takıntı haline geldiğinde kimlik bunalımı yaşamaları söz konusu olabilir. Bu dönem aileler için oldukça sıkıntı verici olabilir. Eve gelmeme ya da geç gelme davranışları, arkadaşlarıyla daha sık zaman geçirme veya dış görünüşünden dinlediği müziklere kadar çevresindeki insanlara göre şekillenme davranışları sıklıkla görülebilir. Aileden uzaklaşıp arkadaş çevresine yaklaşmasının sebebi de kim olduğu ve kim olmak istediğiyle ilgili çabası olabilir. Yine de tüm bu bağımsızlık arayışlarının yanında ailesinin sevgi ve desteğine ihtiyaç duyması duygusal birtakım çelişkilere yol açabilir.
Ergenlik döneminde olan bir birey kimsenin onu anlamadığını düşünebilir, yalnız hissedebilir. Sürekli anlaşılamadığına yönelik takıntılı düşünceleri artabilir. Ailedeki problemler sonucu gideremediği anlaşılma, kabul görme, kendini gösterme ve takdir ihtiyacını karşılamak için arkadaşlarına yönelebilir.
Ergenlik dönemi bireyin kendini dünyanın merkezi gibi hissettiği ve bu sebeple duygularını çok yoğun ve uç noktalarda yaşadığı bir dönem olabilmektedir. Bu dönemde yaşanan duygusal iniş çıkışlar normal ve insanidir. Ancak birey ruhsal ya da fiziksel olarak kendine zarar verebilecek davranışlar sergilerse bir uzmandan destek alınması gerekebilir.
Çoğu kişi için travmatik diyebileceğimiz olaylar arasında, yakınların kaybı, taciz, trafik kazası, deprem gibi doğal afetler, ölümcül hastalık vs. gibi durumları sayabiliriz. Elbette her durum, her kişi için travmatik olmayabilir, veya herhangi bir durum bir kişi için travma etkisi yaratmazken bir başka için travmatik bir etkiye sahip olabilir. Bu yüzden travmanın tanımı ve etkisi kişiden kişiye göre değişebilmektedir.
Travma sonrasında kişi, Depresyon ve/veya Travma Sonrası Stres bozukluğu denilen psikolojik rahatsızlıklardan muzdarip olabilmektedir. Depresyon, sürekli çöküntü ve isteksizlik hakli, moral bozukluğu, uyku bozukluğu, iştah bozukluğu gibi semptomlar ile ortaya çıkarken, Travma Sonrası Stres Bozukluğu ise, bir şekilde travma yaşayan bireyin, daha sonrasında bu travmanın izlerini taşıyarak, kaygı bozukluğu, üzüntü, stres, çöküntü, uykusuzluk, kabuslar, rahatsız edici anıların sık sık tekrarlanması, kolayca irkilme, çabuk öfkelenme, yabancılaşma gibi problemleri yaşamaya başladığı bir psikolojik rahatsızlıktır. Yaşanılan travma, kayıplar sonucunda depresyona girilmesi daha olağan bir durumken, travma sonrası stres bozukluğu çok daha farklı, çoğunlukla yenileyici anıların akla geldiği ve çok uzun süreler etkilerinin sürdüğü bir rahatsızlık türüdür.
Travma sonrası stres bozukluğu yaşayan yakınlarımız, bu süre boyunca;
• Travma anıları ile ilgili konuşmaktan kaçınma
• Sürekli ürkek, uyarılan bir hal ve durumda olma
• Travmatik anıları, istemeden yeniden hayalinde yaşama ve canlandırma, gibi problemler yaşayabilmektedirler.
Ülkemizde de son zamanlarda yaşanan şiddetli depremler sonucunda, travma sonrası stres bozukluğu sıkça karşılaştığımız bir durum haline gelmiştir. Maalesef bu üzücü depremler, depremi yaşayan, evlerini ve yakınlarını kaybeden, ve tüm bunlara şahit olan insanlarımızı, travmatik boyutta etkilemektedir.
Öncelikle travmanın kolay atlatılabilecek bir süreç olmadığını göz önünde bulundurmak gerekmektedir. Deprem, ev-aile kaybı gibi şiddetli travmatik durumlar sonrasında, güvenliğin ve sağlığın karşılandığı bir ortamda bulunmak öncelik olmalıdır. Güvenli ve sağlıklı ortam / yaşam alanı şartları sağlandığında, kişilerin normal hayata geri dönmeleri ve düzenin devam etmesi adına gündelik yaşantılar mümkün olduğunca aksatılmamalı, bireylerin günlük rutinlerinden kopmamaları sağlanmaya çalışılmalıdır.
Uzmanlar tarafından ise, çocukların mümkünse doğumlarından itibaren anne-baba ile aynı yatakta yatmaması önerilmektedir. Fakat elbette bazı anne-babalar 0-1 yaş arasındaki çocukları ile aynı yatağı paylaşmayı tercih etmektedir.
Aslında çocuklarımız için en sağlıklısı, 0-1 yaş arasında ayrı yatak (beşik) ve aynı odayı ebeveynleri ile paylaşmalarıdır. Kendi odalarına geçmeleri ise en geç 2-3 yaşında sağlanmalıdır. Bu durum her aile için farklı ilerliyor olabilir. Çocuklarından uzaklaşma ve ayrı kalma düşüncesi özellikle yeni anneleri oldukça rahatsız edebilmektedir. Fakat ayrı yatakta yatmak çocuklarımızın gelişimi açısından önem taşımaktadır.
Çocuklar her ne kadar küçük yaşlarda anne ve babalarına bağımlı yaşam sürseler de, aslında bir birey olarak dünyaya geldiklerini doğdukları andan itibaren
bilirler. Buna ek olarak, onlar büyüdükçe bireyselleşme ve ayrışma duyguları farklı anlamlar kazanmakta ve onların kişilik yapılarını etkilemektedir. Çocuklarımız en geç 2-3 yaşlarında, kendi odasında ve kendi yatağında yatmaya başlamalıdır ki, duygusal bağımsızlıklarını kazanmaya başlayabilsinler. Bu ayrışma ve bireyselleşme onların özgüven oluşturmalarında oldukça önemlidir.
Eğer bu ayrışma gerektiği gibi sağlanmazsa, çocukların yaşı ilerledikçe, bağımlı kişilik yapısı dediğimiz, anne ve babadan kopamama,çift ilişkilerinde problemler yaşayan, okula gitmek istememe (okul fobisi), gece görülen sık ağlamalar ve ağlama krizleri, öfke gibi özelliklerin görülebildiği yapıya sahip olabilirler. Bu noktada, odayı ve yatağı ayırmaya çalışmak hem daha zor hem daha yıpratıcı bir hal alacaktır.
Bu noktada ilk olarak, anne ve babanın da bunu istiyor olması önemlidir. Bazen anneler de çocuklarının kokusu ve varlığıyla uyumaktan hoşlanır, ve yatakları ayırmak istemeyebilirler. Bu noktada ebeveynlerin, yatakları ayırma durumunun çocukların psikolojik gelişimlerini oldukça etkilediğinin farkında olmaları gerekmektedir. Eğer bu durumu değiştirmeye yönelik karar verildi ise, bir diğer önemli nokta, ebeveynlerin kendi aralarında tutarlı olmasıdır. Çocukların yatak ayırma süreçlerinde anne, baba, bakıcı, anneanne ve babaanne gibi bakım veren diğer aile üyeleri birbirinden farklı ve tutarsız bir yol izlerse, bu girişim başarılı olamayacak, çocuklar için daha yıpratıcı bir hal alabilecektir. Bu nedenle izlenmesi gereken adımlar çocuğa bakım veren herkes tarafından net olmalıdır.
Bu noktada kararı birden uygulamaya çalışmak başarılı bir sonuç alınmasında zorluk yaratabilir. Bu nedenle yatak ayırma konusunda çeşitli adımlar izlenebilmektedir. Eğer çocuklarımız anlayabilecek yaşta iseler, onlara ayrı yataklarda yatmanın güzelliklerinden, rahatlığından ve özgürlüğünden bahsedilebilir. Odalarını sevmeleri, odalarının dizaynı ve eşyalar konusunda hoşlarına gidebilecek şekilde düzenlemeler yapılması ve odalarında daha çok vakit geçirmeleri de bu aşamaları kolaylaştıran noktalardandır. Daha sonra ise çocuklarımız yatmaya giderken onlara eşlik etmek, onlar uyuyana kadar onlarla oturmak, masal okumak, uykuya dalma şarkıları işe yarayabilmektedir.
Çocuğun uyku saatinden önce beraber geçirilen bu zamanlar ile onu rahatlatmak bu noktada daha yardımcı olacaktır. Çocuk huzursuzlandığında, ağlamaya başladığında onu tekrar ebeveyn yatak odasına almak tutarsızlık yaratabileceği için önerilmemektedir. Bunun yerine onu sakinleştirecek başka bir etkinlik ile dikkatin çekilmesi, tekrar kendi yatağına alışabilmesi için masal okuma, hikaye anlatma gibi öneriler uygulanabilir. Çocukların kaydettiği her aşamada, onlara geri dönüt verilmesi de olumlu bir etki yaratmaktadır. Örneğin, önceki akşam yatağına gitmekte direten çocuğumuz, sonraki gece masal dinleyerek kendi yatağında uzanmayı kabul ettiğinde “Aferin,kendi yatağında yatıyor olman ne güzel, bu gece kendi yatağında uzanıp masal dinlemeyi kabul etmen çok hoş.” şeklinde olumlu geri dönüşler verilebilir.
“Başarılı, başarısız” kavramları çok genel kavramlardır, hayatın neredeyse tamamına bir atıftır. Bu nedenle zayıf karne ile gelen çocuğumuza başarısız, tembel, yüksek notlarla gelen çocuklarımıza çok zeki, süper başarılı demek doğru değildir. Karne sadece akademik yaşantının bir aynası olarak çocuğun derslerde zorlanıp zorlanmadığını, bir eksiği olup olmadığını görmekte iyi bir araçtır, amaç haline getirilmemelidir. Yüksek notlar ile geldikleri zaman çocuklarımızı nasıl kutluyorsak, zayıf notlarla gelen çocuklarımıza karşı da destekleyici bir tutum sergilemeli, ne olursa olsun değer kaybetmediklerini ve kabul edildiklerini hissettirmeliyiz.
Anne babalar olarak karneye yüklenen aşırı anlam ve önem, çocuklarımız tarafından hissedilecek ve onlarda çeşitli baskı ve strese dönüşebilecektir. Örneğin başarıyı çok önemseyen anne babaya karşı çocuk “başarılı olmazsam anne babamı memnun edemeyeceğim, sevilmeyeceğim, başarı her zaman şart, asla başarısız olmamalıyım” şeklinde düşünceler geliştirebilirler. Ve ya zayıf notlara negatif tepki gösteren bir anne babanın çocuğu, “ben hayatta başarısız ve tembelim, bir işe yaramam” şeklinde olumsuz düşünce kalıpları oluşturabilir. Bu gibi tutumlar çocukları dersler ve okuldan daha da uzaklaştırabilmektedir. Bu nedenle anne babalar olarak öncelikle çocuğun başarı durumunu etkileyen faktörlerin ne olduğunu anlamaya çalışmalı, doğrudan çocuğu suçlayıcı, aşağılayıcı yollara başvurmadan, zayıf notların ve okuldaki sıkıntıların nedenlerini bulmaya odaklanmalıyız.
Okul ve dersler çocuklarımızın tamamlaması gereken sorumluluklarıdır. Zaten yerine getirmeleri gereken bu sorumluluk ve görevleri pahalı, maddiyatı yüksek hediyeler ile taçlandırmak, onların başarıyı ve öğrenmeyi sadece bu hediyeleri elde etmek için çalışmalarına sebep olur. Bu durum çocuklarımızda sorumluluk bilincinin gelişmesini engelleyebilmektedir. Benzer şekilde, zayıf ve düşük notlarla dolu bir karneye karşı ceza vermek, yukarıda da bahsedildiği üzere çocuklarımızın derslerden ve okuldan daha da uzaklaşmasına sebep olarak “yetersizlik” duygusunun ortaya çıkmasına neden olabilmektedir. Maddiyattan uzak, belki manevi değeri olabilecek kutlama veya tebrikler, ailecek yapılabilecek bir etkinlik (sinema, tiyatro, gezi) çocukların başarısını kutlamak için uygun olabilmektedir.
Zayıf notlara karşı ise, cezalandırma veya bağırma yerine, sakince konuşma, sorumlulukların kabul edici bir dille çocuğa tekrar aktarılması ve zayıf notların sebebini bulmaya çalışma daha faydalı olacaktır.
Karneler ve ders notları, ister iyi ister zayıf olsun, çocuklarımız ile kurduğumuz sağlıklı iletişim her yönden daha değerli olmakla beraber, onları başarılarında da başarısızlıklarında da desteklemek anne baba olarak onlar için yapabileceğimiz en güzel şeydir.
“Başarılı, başarısız” kavramları çok genel kavramlardır, hayatın neredeyse tamamına bir atıftır. Bu nedenle zayıf karne ile gelen çocuğumuza başarısız, tembel, yüksek notlarla gelen çocuklarımıza çok zeki, süper başarılı demek doğru değildir. Karne sadece akademik yaşantının bir aynası olarak çocuğun derslerde zorlanıp zorlanmadığını, bir eksiği olup olmadığını görmekte iyi bir araçtır, amaç haline getirilmemelidir. Yüksek notlar ile geldikleri zaman çocuklarımızı nasıl kutluyorsak, zayıf notlarla gelen çocuklarımıza karşı da destekleyici bir tutum sergilemeli, ne olursa olsun değer kaybetmediklerini ve kabul edildiklerini hissettirmeliyiz.
Anne babalar olarak karneye yüklenen aşırı anlam ve önem, çocuklarımız tarafından hissedilecek ve onlarda çeşitli baskı ve strese dönüşebilecektir. Örneğin başarıyı çok önemseyen anne babaya karşı çocuk “başarılı olmazsam anne babamı memnun edemeyeceğim, sevilmeyeceğim, başarı her zaman şart, asla başarısız olmamalıyım” şeklinde düşünceler geliştirebilirler. Ve ya zayıf notlara negatif tepki gösteren bir anne babanın çocuğu, “ben hayatta başarısız ve tembelim, bir işe yaramam” şeklinde olumsuz düşünce kalıpları oluşturabilir. Bu gibi tutumlar çocukları dersler ve okuldan daha da uzaklaştırabilmektedir. Bu nedenle anne babalar olarak öncelikle çocuğun başarı durumunu etkileyen faktörlerin ne olduğunu anlamaya çalışmalı, doğrudan çocuğu suçlayıcı, aşağılayıcı yollara başvurmadan, zayıf notların ve okuldaki sıkıntıların nedenlerini bulmaya odaklanmalıyız.
Okul ve dersler çocuklarımızın tamamlaması gereken sorumluluklarıdır. Zaten yerine getirmeleri gereken bu sorumluluk ve görevleri pahalı, maddiyatı yüksek hediyeler ile taçlandırmak, onların başarıyı ve öğrenmeyi sadece bu hediyeleri elde etmek için çalışmalarına sebep olur. Bu durum çocuklarımızda sorumluluk bilincinin gelişmesini engelleyebilmektedir. Benzer şekilde, zayıf ve düşük notlarla dolu bir karneye karşı ceza vermek, yukarıda da bahsedildiği üzere çocuklarımızın derslerden ve okuldan daha da uzaklaşmasına sebep olarak “yetersizlik” duygusunun ortaya çıkmasına neden olabilmektedir. Maddiyattan uzak, belki manevi değeri olabilecek kutlama veya tebrikler, ailecek yapılabilecek bir etkinlik (sinema, tiyatro, gezi) çocukların başarısını kutlamak için uygun olabilmektedir.
Zayıf notlara karşı ise, cezalandırma veya bağırma yerine, sakince konuşma, sorumlulukların kabul edici bir dille çocuğa tekrar aktarılması ve zayıf notların sebebini bulmaya çalışma daha faydalı olacaktır.
Karneler ve ders notları, ister iyi ister zayıf olsun, çocuklarımız ile kurduğumuz sağlıklı iletişim her yönden daha değerli olmakla beraber, onları başarılarında da başarısızlıklarında da desteklemek anne baba olarak onlar için yapabileceğimiz en güzel şeydir.
Kendimizi beğenmek hatta günlük tabir ile egolu olmak aslında çoğu zaman olması gereken olumlu bir olgudur ancak burada konuşacağımız özellikler artık kişinin ben merkezcillikten çıkıp bencillik halini almaya başladığı özelliklerdir. Bu iki kavram birbirinden farklıdır.
Sizin de eşiniz sizi aşağılıyor, küçük düşürüyor, sürekli kendisinin ne kadar mükemmel olduğundan bahsediyor ve sizin düşüncelerinizi kendininkilerden daha önemsiz mi buluyor?
Kişilik boyutunda narsizmi konuştuğumuz bireyleri genelde şu şekilde tanımlayabiliriz:
Bu kişilerle yaşam gerçekten çok zordur. Narsist kişiler genelde en yakınlarına, yani siz eşlerine, çokça kaygı, korku yükleyebilirler. Siz de ilişki içerisinde her zaman kendinizi ifade etmeye çalışırken, derdinizi anlatmaya çalışırken buluyor, anlaşılmadığınızı hissediyor olabilirsiniz. İşte bu noktada dikkat! Size zaman zaman kendinizi çok değersiz hissettiren ve bu sebeple öfkelendiğiniz bu kişiler aslında çocukluklarında çok eksik ve yetersiz his-setmiş olabilir ve o eksik kişi olmak istemedikleri için kendilerine daha üstün, daha başarılı ve tam da olmak isteyecekleri bir benlik yaratmış olabilirler.
Narsist kişiler bu anlamda terapi almaya da çok istekli olmayacaklardır. Çünkü, kendilerini yetersiz, problemli, çevresine sıkıntı veren biri olarak görmedikleri gibi herhangi bir danışmanı da kendilerini iyi yönlendirebilecek kadar veya eleştirecek kadar yeterli bulmayacaklardır. Yani bir anlamda kendiliklerine dair içgörüleri yoktur. Bu yüzden eğer eşiniz başka bir psikolojik sorundan dolayı sıkıntılar yaşıyorsa, örneğin depresyon, madde bağımlılığı gibi, bu konuda onu destek almaya yönlendirerek daha sonrasında kişilik özelliklerinin de incelenmesi için bir ruh salığı uzmanına başvurmanız daha kolay ve etkili bir yöntem olacaktır.
Eşinizde bu özelliklerin var olduğunu düşünüyorsanız, siz de bir uzmana başvurmalı ve eşinize psikoterapi sürecinde destek olmalısınız. Mutlu ve sağlıklı bir evliliğin keyfini çıkarmak sizin de hakkınız.
Bu dönem oldukça hassas bir dönem olduğu için anne adaylarına baba adayının ve sosyal çevrenin yeterli desteği ve şevkati göstermesi gerekmektedir.
Hamilelikte bedenimiz bir çok değişikliğe uğramaktadır. Bu durum anne adaylarında kaygı yaratabilir. Eski bedenlerine kavuşamayacaklarını ve eşlerinin onları eskisi kadar beğenmeyeceklerini düşünebilirler. Baba adayları bu noktada eşlerine destek olmalı ve birlikte keyifli vakit geçirmeye özen göstermelidirler.
Gebelikte cinsel yaşamda baba adayları rahatsızlık vermemek adına bu dönemde eşinden cinsel yönden uzaklaşabiliyorlar. Bu dönemde kadınlar kendilerini beğenilmemiş ve kötü hissedebiliyor. Erkek onu rahatsız etmemek için uzak durduğu için kadının daha çok negatif kognisyonları ve olumsuz düşünceleri pekişir. "Ben sevilmiyorum, istenmiyorum" şekilde düşünebilirler.
Yaklaşık yedi ve yedi buçuk aya kadar eğer kadın doğum uzmanı ekstra bir şey söylemiyor ise cinsel ilişki kurulabilir. Fakat bu noktada pozisyon çok önemlidir. Misyoner pozisyon önerilmemektedir. Çünkü kadının üstüne doğru gelindiğinde karına yönelik bir baskı olabilir. Uygun pozisyonu açıklayacak olursak, kadın ve erkeğin aynı yöne bakarak yan döndüğü ve erkeğin daha arkada olduğu pozisyondur. Bu pozisyon daha risksiz bir pozisyondur. Toparlayacak olursak gebelikte cinsel yaşamın sürdürülmesi herhangi bir zarara uğratmadığı gibi aksine hem hormonel hem de psikolojik açıdan faydaları bulunmaktadır.
Asperger Sendromu çocukluk döneminde başlayan gelişimsel bir bozukluktur. Otizm spektrum bozukluğu grubunda olan Asperger Sendromu bilişsel ve dil gelişimi açısından otizmden ayrılır. Asperger Sendromu tanılı çocuklar sosyal etkileşimde güçlük yaşasalar da belirli bir veya daha fazla alana yönelik aşırı bir ilgiye hatta yüksek IQ’ya sahip olabilirler. Aşırı içe kapanıklık Asperger Sendromunun başlıca özelliklerinden biridir diyebiliriz. Otizmden farklı olarak Asperger Sendromu tanılı çocuklar başkalarıyla iletişim kurmakta isteklidir ancak sohbeti başlatma ve bitirmede zorluk yaşarlar. Arkadaşlık, akademik başarı, sosyallik konularında istekli olmalarına rağmen bu konuda nasıl iletişim kurmaları gerektiklerini bilemeyebilir veya bu durumları algılayamayabilirler.
Özellikle soyut kavramlar konusunda gelişimleri diğer yaşıtlarına göre oldukça geç tamamlanır. Örneğin “Ayağını yorganına göre uzat” atasözünü gerçekten ayağını yorganın boyuna göre uzatmak gerekir şeklinde anlayabilirler. Sözel olmayan ve duygusal iletişimi anlamakta güçlük çekerler. Aşk, mutluluk, sevgi, öfke, yalnızlık gibi duyguları tanımlayamayabilir ya da bu duyguları ifade edemeyebilirler. Duruma uygun olmayan jest ve mimikler, kendini tekrar eden davranışlar ya da tekdüze, mekanik bir ses tonuyla konuşma da Asperger Sendromu belirtileri arasındadır.
3-4 yaşlarına kadar yaşıtları gibi davranan çocuklarda Asperger Sendromu bu yaşlardan sonra yavaş yavaş belli olmaya başlar. Kız çocuklarına oranla erkek çocuklarında daha sık görülür. Asperger Sendromu tanısı 4-11 yaşları arasında konulabilir. Bazen de daha ileri yaşlarda teşhis edilmesi söz konusu olabilir ancak yetişkinlere tanı koymak daha zordur. Çocuklar uzmanlar tarafından gözlenebilir ve bazı değerlendirme testlerine tabi tutulabilirler. Bu testlerin amacı çocuğun iletişim ve motor becerilerini, özel ilgi alanlarını, sosyal ve duygusal yeteneklerini ölçmeye yöneliktir.
Asperger Sendromunun literatürde net bir tedavisi görülmemekte olup ancak çocuğun bu sıkıntıdan dolayı yaşayabileceği sosyal, akademik uyumu noktasında psikiyatrik ve psikolojik destek alması oldukça faydalıdır. Erken teşhis ve çocuğun bireysel ihtiyaçlarının göz önüne alındığı bir yol izlendiğinde çocuğun çevre ile ilişkiler kurması, potansiyelini ortaya çıkarması hatta meslek sahibi olması mümkün olabilmektedir. Ailelerin bu konu hakkında bilinçlenmesi ve çocuğun sosyal ilişki becerilerini geliştirmeye yönelik uzmanlarla hatta çocuğun devam ettiği bir okul varsa öğretmenleriyle beraber hareket etmesi çok önemlidir. Okullarda çocukların uyum sağlaması, empati becerilerinin gelişmesi, özgüvenlerinin desteklenmesi gibi konularda öğretmenlerin rolü büyüktür. Ruh sağlığı uzmanları ise sosyal biliş farkındalığı eğitimi, konuşma ve dil terapisi, bilişsel davranışçı terapi gibi yöntemlerle müdahalede bulunabilirler.
Çevresindeki diğer bireylerden “farklı” olduğunu hisseden, uyum problemleri yaşayan çocuklar yoğun bir kaygı hissedebilirler. İçe kapanık olan ancak iletişim kurma isteği olan çocuklar nasıl ilişki kuracağını bilemez veya yaklaşımları sonucunda olumsuz geri dönüşlerle karşılaşabilir. Bu durum çocukta kaygı düzeyini arttırıp anksiyete sorunlarına yol açabilir. Yaşıtlarıyla iletişim sorunları yaşayan, yalnızlaşan çocuklar depresif duygu ve düşüncelere maruz kalabilirler. Bunların yanı sıra takıntılı düşünce ve davranışlar, dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu da görülebilir. Bu sorunlar fark edilip bunlara yönelik terapiler sağlanırsa Asperger Sendromu tanılı çocukların yaşamları kolaylaşabilir.Aslında arkadaşlık, akademik başarı, sosyallik konularında istekli olmalarına rağmen bu konuda nasıl iletişim kurmaları gerektiklerini bilemeyebilir veya bu durumları algılayamayabilirler. Özellikle soyut kavramlar konusunda gelişimleri diğer yaşıtlarına göre oldukça geç tamamlanır. Örneğin “Ayağını yorganına göre uzat” atasözünü gerçekten ayağını yoranın boyuna göre uzatmak gerekir şeklinde anlayabilirler. Aşk, mutluluk, sevgi, öfke, yalnızlık gibi duyguları tanımlayamayabilir ya da bu duyguları ifade edemeyebilirler.
Ailelerin hangi durumlarda nasıl davranacakları, sorun teşkil edebilecek durumlara yönelik farkındalıkları ve bu durumlarla nasıl başa çıkacakları konusunda bilgilendirilmeleri gerekmektedir. Öncelikle aileler Asperger Sendromu tanısı konulduktan sonra özellikle bu sendromu otizm spektrum bozukluğu grubunda gördüklerinde çok yoğun bir endişe duyabilmektedirler.
Zeka, algı veya dikkat düzeylerinin düşük çıkması durumunda aileler korkuya kapılmamalıdır, çünkü Asperger Sendromunun da dereceleri vardır. Asperger tanılı çocuklar bazı alanlara çok özel ilgi duyup hayatlarında o alanda başarı elde edebilirler. Ancak yine de sosyal anlamda uyum problemleri olabilir, bu noktada duyguları ayırt etme, nasıl iletişim kurması gerektiği konusunda aile ve yakın çevrenin rolü büyüktür. Anne babadan, çocuktan yaşça büyük aile bireylerinden ya da ailenin yakın çevresinden sosyal yardım gerekebilir. Örneğin çocuğun topluma karışıp sosyal aktivitelerde bulunması veya kendi başına işlerini halledebilmesi öz güven gelişimini olumlu yönde etkileyebilir. Aileler çocuklarının sosyal ortamlarda uyum sağlayabilmesi için bazı konuşma taktikleri öğretebilirler.
Çocuklarının diğer çocukları gözlemlemesini sağlayabilirler ve bu sayede geleneksel sosyal kuralları anlayamayan Asperger Sendromu tanılı çocuklar davranışları kopyalayarak ortama uygun davranışlar sergileyebilirler. Çocuklar uygun sosyal beceriler gerçekleştirdiğinde aileler olumlu cümlelerle bu davranışları pekiştirebilirler. Bunların yanı sıra her bir aile bireyinin çocuğa yaklaşımının, tavırlarının, davranış biçimlerinin olumsuz olmaması gerekmektedir. Eğer çocuğa diğer bireylerden farklı olarak bir engeli varmış gibi bir tutum sergilenir ve çocuk eksiklik, yetersizlik duygularını hissederse öfke davranışları gösterebilir.
Ebeveynler tutum ve tavırları konusunda birlikte hareket etmeli ve net olmalıdır. Aile içinde eğer başka çocuk varsa ebeveynlerin biraz daha hassas olması gerekebilir. Kardeşler arasında uyum sorunları, kıskançlık gibi durumlar olabilir ve Asperger Sendromu tanılı çocuk duygularını dışa vurmak konusunda güçlükler yaşadığı için öfke davranışları ortaya çıkabilir. Aileler çocuklarının empati kurmakta güçlük çektiğini de göz önünde bulundurarak duygularını, düşüncelerini ifade edebilir ve çocuklarını da bunu yapmaya teşvik edebilirler.
Asperger Sendromu çocukluk döneminde başlayan gelişimsel bir bozukluktur. Otizm spektrum bozukluğu grubunda olan Asperger Sendromu bilişsel ve dil gelişimi açısından otizmden ayrılır. Asperger Sendromu tanılı çocuklar sosyal etkileşimde güçlük yaşasalar da belirli bir veya daha fazla alana yönelik aşırı bir ilgiye hatta yüksek IQ’ya sahip olabilirler. Aşırı içe kapanıklık Asperger Sendromunun başlıca özelliklerinden biridir diyebiliriz. Otizmden farklı olarak Asperger Sendromu tanılı çocuklar başkalarıyla iletişim kurmakta isteklidir ancak sohbeti başlatma ve bitirmede zorluk yaşarlar. Arkadaşlık, akademik başarı, sosyallik konularında istekli olmalarına rağmen bu konuda nasıl iletişim kurmaları gerektiklerini bilemeyebilir veya bu durumları algılayamayabilirler.
Özellikle soyut kavramlar konusunda gelişimleri diğer yaşıtlarına göre oldukça geç tamamlanır. Örneğin “Ayağını yorganına göre uzat” atasözünü gerçekten ayağını yorganın boyuna göre uzatmak gerekir şeklinde anlayabilirler. Sözel olmayan ve duygusal iletişimi anlamakta güçlük çekerler. Aşk, mutluluk, sevgi, öfke, yalnızlık gibi duyguları tanımlayamayabilir ya da bu duyguları ifade edemeyebilirler. Duruma uygun olmayan jest ve mimikler, kendini tekrar eden davranışlar ya da tekdüze, mekanik bir ses tonuyla konuşma da Asperger Sendromu belirtileri arasındadır.
3-4 yaşlarına kadar yaşıtları gibi davranan çocuklarda Asperger Sendromu bu yaşlardan sonra yavaş yavaş belli olmaya başlar. Kız çocuklarına oranla erkek çocuklarında daha sık görülür. Asperger Sendromu tanısı 4-11 yaşları arasında konulabilir. Bazen de daha ileri yaşlarda teşhis edilmesi söz konusu olabilir ancak yetişkinlere tanı koymak daha zordur. Çocuklar uzmanlar tarafından gözlenebilir ve bazı değerlendirme testlerine tabi tutulabilirler. Bu testlerin amacı çocuğun iletişim ve motor becerilerini, özel ilgi alanlarını, sosyal ve duygusal yeteneklerini ölçmeye yöneliktir.
Asperger Sendromunun literatürde net bir tedavisi görülmemekte olup ancak çocuğun bu sıkıntıdan dolayı yaşayabileceği sosyal, akademik uyumu noktasında psikiyatrik ve psikolojik destek alması oldukça faydalıdır. Erken teşhis ve çocuğun bireysel ihtiyaçlarının göz önüne alındığı bir yol izlendiğinde çocuğun çevre ile ilişkiler kurması, potansiyelini ortaya çıkarması hatta meslek sahibi olması mümkün olabilmektedir. Ailelerin bu konu hakkında bilinçlenmesi ve çocuğun sosyal ilişki becerilerini geliştirmeye yönelik uzmanlarla hatta çocuğun devam ettiği bir okul varsa öğretmenleriyle beraber hareket etmesi çok önemlidir. Okullarda çocukların uyum sağlaması, empati becerilerinin gelişmesi, özgüvenlerinin desteklenmesi gibi konularda öğretmenlerin rolü büyüktür. Ruh sağlığı uzmanları ise sosyal biliş farkındalığı eğitimi, konuşma ve dil terapisi, bilişsel davranışçı terapi gibi yöntemlerle müdahalede bulunabilirler.
Çevresindeki diğer bireylerden “farklı” olduğunu hisseden, uyum problemleri yaşayan çocuklar yoğun bir kaygı hissedebilirler. İçe kapanık olan ancak iletişim kurma isteği olan çocuklar nasıl ilişki kuracağını bilemez veya yaklaşımları sonucunda olumsuz geri dönüşlerle karşılaşabilir. Bu durum çocukta kaygı düzeyini arttırıp anksiyete sorunlarına yol açabilir. Yaşıtlarıyla iletişim sorunları yaşayan, yalnızlaşan çocuklar depresif duygu ve düşüncelere maruz kalabilirler. Bunların yanı sıra takıntılı düşünce ve davranışlar, dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu da görülebilir. Bu sorunlar fark edilip bunlara yönelik terapiler sağlanırsa Asperger Sendromu tanılı çocukların yaşamları kolaylaşabilir.
Aslında arkadaşlık, akademik başarı, sosyallik konularında istekli olmalarına rağmen bu konuda nasıl iletişim kurmaları gerektiklerini bilemeyebilir veya bu durumları algılayamayabilirler. Özellikle soyut kavramlar konusunda gelişimleri diğer yaşıtlarına göre oldukça geç tamamlanır. Örneğin “Ayağını yorganına göre uzat” atasözünü gerçekten ayağını yoranın boyuna göre uzatmak gerekir şeklinde anlayabilirler. Aşk, mutluluk, sevgi, öfke, yalnızlık gibi duyguları tanımlayamayabilir ya da bu duyguları ifade edemeyebilirler.
Ailelerin hangi durumlarda nasıl davranacakları, sorun teşkil edebilecek durumlara yönelik farkındalıkları ve bu durumlarla nasıl başa çıkacakları konusunda bilgilendirilmeleri gerekmektedir. Öncelikle aileler Asperger Sendromu tanısı konulduktan sonra özellikle bu sendromu otizm spektrum bozukluğu grubunda gördüklerinde çok yoğun bir endişe duyabilmektedirler.
Hamilelik döneminde anneler olumlu duyguların yanı sıra kaygı ve baskı hissedebilirler. Bu kaygı durumu zaman zaman olması gerekenden çok daha fazladır, göz ardı edilse bile sonrasında bir dizi psikolojik sorunla yüzleşmek kaçınılmazdır.
Bir kaygı bozukluğu olarak Obsesif – kompulsif bozukluğun sıklığının kadınlarda, hamilelik dönemi ve doğum sonrasını takip eden 4-8 haftalık dönemde arttığı gözlemlenmiştir. Hamilelik döneminde geçmişte düşük veya tüp bebek denemesi yaşamış anneler bebeklerini kaybetme ya da bebeklerinin zarar görme endişesini daha fazla yaşarlar.
Doğum sonrası dönemde ise anne bebeğe bakım sağlama konusunda kendini yetersiz hissedebilir ve anne olmak için uygun olup olmadığını sorgulamaya başlayabilir. Hamilelik dönemi obsesyonları genellikle bulaşma, temizlik üzerine olabilir.
Doğum sonrasında ise bebeğe zarar verme obsesyonları sık görülebilir. Anne bebeğine zarar vereceğinden korkar ve bunun sonucunda yoğun bir suçluluk duygusuyla baş başa kalır. Yetersizlik hissine suçluluk duygusu da eklenirse annede içe kapanma görülebilir, bebeğinden uzaklaşabilir ve onunla yalnız kalmak istemeyebilir. Araya giren mesafe sonucunda anne – çocuk bağı zedelenebilir. Bu noktada önemli olan nokta eş desteğidir. Eşlerin hamilelik dönemi boyunca ve sonrasında birbirlerine destek olmaları çok önemlidir. Eşler birbirlerine hislerini ve düşüncelerini açıkça ifade edebilmelidir. Sadece takıntı üzerine olan sorunlar değil, diğer sorunlar da konuşulmalıdır. Eşlerin sorunları dinlemesi kadar bu sorunlara verdiği tepkiler, geçiştirmeden ve hassasiyet göstererek anlamaya çalışmaları anne üzerinde olumlu bir etki bırakabilir, kendini daha iyi ifade etmesini kolaylaştırabilir.
Annenin genel kaygılarını ve bebekle ilgili kaygılarını terk edilme anksiyetesi tetikliyor olabilir mi? Anne hamilelik döneminde üzerinde toplanan ilgiyi doğum sonrasında kaybedeceğini düşünebilir. Anneye olan ilginin dolaylı yoldan bebeğe yönelik olması da anneyi bu düşünceye itebilir, annenin kendini ikinci plana atılmış gibi hissetmesine yol açabilir. Bunun yanı sıra eşler arasında cinsellik değinilmesi gereken önemli bir konudur.
Hamilelik döneminde eşler arasında özellikle cinsel paylaşım çok fazla azalır ve bu kadınlar için olumsuz bir durumdur, çünkü cinsellik sadece birleşmeden ibaret değildir. Cinsel keyfin birleşme olmadan da yaşanabilir olması anlaşılması gereken en önemli noktalardan biridir. Çiftler sarılarak, dokunarak ve zevk alacakları diğer yollarla da doyuma ulaşabilirler. Hamilelikte alınan kilolar gibi annenin bedeni üzerindeki fiziksel değişimler bedenine yönelik algısını olumsuz yönde etkileyebilir, bu durumda kaygı düzeyinin artmaması için temasın korunması önerilir. Hamilelik döneminde tensel temas hem eşler hem de bebek için sağlıklı olabilir. Aynı zamanda eşlerin bu konu hakkında hekimlerine danışmaları ve sağlıklı bir şekilde yönlendirilmeleri çok önemlidir. Eşler arasındaki yakınlık annede duygusal açıdan olumlu etkiler yaratabilir ve bu da duyulan kaygıyı azaltabilir.
Hamilelikteki duygu dalgalanmalarıyla birlikte kişinin takıntıları işlevsellikte bozulmaya yol açacak veya düşünce örüntüsünü bozacak düzeye ulaşırsa bir ruh sağlığı uzmanından destek alınması gerekmektedir.