Hele ki evlilik, çocuk yani aile düzeni varsa işin içinde yani bir nevi toplumun en küçük birimini oluşturuyorsanız, sadece duygusal ayrılıktan değil ailelerin ayrılmasından, maddi ayrışmalardan hatta varsa çocuğun geleceği ile ilgili kafanızda birçok düşünce oluşacaktır. Bu da duygu durumunuzu haliyle olumsuz etkileyebilecektir.
Tabii gönül ister ki her ilişki, evlilik, aile düzeni istenilen şekilde devam etsin ancak artık paylaşımlar bitme noktasına geldiğinde, ayrılık düşünüldüğünde birey olarak kendinizi ve sorumluluğunuz dahilindeki kavramları düşünmeniz gerekir. İlişki nasıl çok kolay kurulmadıysa, o denli çok kolay bir şekilde sadece ani bir öfke veya mutsuzlukla bir karar alınmamalı. Hatta profesyonel bir ruh sağlığı çalışanından destek alınması en sağlıklısı olacaktır.
Peki ya ayrılmaya yine de net olarak karar verdiniz, çok rahat mı gelişir bu süreç?
Bu sorunun cevabı eğer arada kuvvetli bir bağ, paylaşılanlar varsa, hele ki birdenbire karar alındıysa olumlu olmayacaktır.
* ”Bir daha asla mutlu olamayacağım”
* ”Beni bir daha seven kimse olmayacak”
* ”Ayrıldım çünkü başarısızım”
* ”Hep ben suçluydum”
Günümüz dünyasında sürekli güçlü olmaya çalışmak, uyarıcıların etkisiyle (İş, eğlence anlayışı, sosyal medya vs.) kendimizi dinleyemeden, olması gereken yas veya çökkünlük dönemlerini bile yaşayamadan aslında içimiz kan ağlarken, hiçbir şey yapmak istemezken ayakta durmaya çalışmak bizi gizli depresyona iten sebepler olabilir. Öyle ki artık kişisel gelişim kitaplarında vurgulanan “Hayatı sev, değişim için hareket, başarı için 5 adım” gibi mottolar aslında yaşanması gereken duyguları bile yaşatamadan bizi davranışlara itebiliyor. Bunların sonucunda da mutsuz, huzursuz, bir şey yapmak istemeyen ama dışarıdan işine, gücüne, rutin işlerine hatta eğlence anlayışına bir şekilde devam eden insanlar görebiliyoruz.
Maskeli depresyon dediğimiz bu durumun daha çok erkeklerde görüldüğü bilinmektedir. Bunun da sebebi belki de kadınlar kadar duygularını daha kolay dışa vuramayan, sürekli maskülen olmak zorunda hisseden yapıda oldukları için olabilir. Maskeli depresyondaki insanların yüzlerinde gülümseme olsa da bu durum aldatıcı olabilir, bu davranış örüntüsünün altında ise zayıf olmak istememe algısı yatabilmektedir. Ancak maskeli depresyon, normal bir şekilde belirtileriyle seyreden majör depresyon durumundan daha tehlikeli olabilir. Çünkü alttaki olumsuz duyguların yaşanmasına ve yoğunluğunun değişmesine imkan vermemiştir.
Gizli depresyonda kişinin mizacında problem yokmuş gibi uyku, iştah problemleri, istek azlığı, cinsel problemler, enerji azlığı gibi durumlar görülebilmektedir. Bu durumun en olumsuz yanlarından biri, kişi iyi gibi gönürken kafasında intihar düşünceleri oluşabilir. Bu açıdan bu durumun önemini kavramalı, başlıca ilgili ruh sağlığı uzmanından destek alınmasının yanı sıra olumsuz duyguların da yaşanması gerektiğini bilerek aşırı telafi yani mutsuzluğu mutlulukla kapatma yoluna gitmeden kendimizi ruhsal olarak tamir etmeliyiz.
Eğer kişide maskeli - gizli depresif durumlar varsa bunu tetikleyen kişilik özellikleri de özellikle psikoterapi yöntemleri ile ele alınabilir. Olay, düşünce, duygu ve davranış örüntüsünü, bilişsel ve bilinçdışı terapi yöntemleri ile alanında yetkin bir psikoterapistten destek alarak çözüm yoluna gitmeniz anlamlı olacaktır.
Aslında kaygı, düzeyinde olduğu durumlarda olması gereken ve bizi harekete geçiren bir duygu olmasına rağmen sınav adına yaşadığımız, yaşayabileceğimiz yoğun kaygı ve korku durumları sınava girecekleri işlevsiz hale getirebilmektedir. Yani normalde yapabileceği bir soruyu yapamayacağını, sınavda takılır kalırsa ne olacağını, bir gün önce hiç uyuyamazsa nasıl bir halde olacağını düşünebilir kişi. İşte bu düşüncelerde kaygı ve korku duygusunu anlamsız bir şekilde yukarı çeker ve ellerde titreme, gözlerde kararma, bayılacakmış gibi olma durumları olumsuz fizyolojik belirtilere bile yol açabilir.
Sınav kaygısının dinamiğine baktığımızda aslında temelinde “performans kaygısı” yatmaktadır. Yani normalde yapabileceğim bir şeyi o anda yapamazsam düşüncesidir bu. İşte bu düşünce, duygu ve davranış örüntüsü ele alınmadığında ileride karşılaşılacak sınav, iş yaşamı, ilişkiler, sosyal hayat gibi birçok konuda zorluklar yaşanmasına sebep olabilecektir.
Tabii sınav kaygısı yaşayan özellikle öğrencilere baktığımızda aslında ailenin de kaygıları olduğu ve bu kaygıları genç arkadaşlarımıza sözel veya sözel olmayan hareketler ile yansıttıkları görülmektedir. Bu açıdan eğer çocuğunuzda sınav kaygısı varsa ebeveyn olarak öncelikle "Ben ne durumdayım?" ve "Ne hissediyorum?" diye kendimize sormak gerekebilir.
Yine de sınav kaygısı ile alakalı son dönemlerde ve bir gün önce uyku düzeni ile ilgili ne yapabiliriz diye düşündüğümüzde sizlere bazı yol gösterici noktaları maddelemek istedim;
• Sınav kaygısı son günlerde iyice artabileceği için yeni bilgi öğrenmek yerine bildiği ve yapabildiği soruların çözümü üzerinde durularak hem öz güven, hem de hız kavramı pekiştirilebilir.
• Ebeveynlerin sınava anlam yüklenebilecek her türlü vaat ve dilekten uzak durması gerekebilir. Örneğin “Sen yeter ki şu sınavı geç sana bunu alacağız” veya “ Sen şu okula yerleşirsen biz de aile olarak tüm planlarımızı buna göre yapacağız” gibi cümlelerden veya imalardan kaçınmak.
Özelllikle EvdeKal sürecinde olduğumuz bugünlerde karşılıklı duyguları paylaştığımız yegane dostlarımız onlar. Evet aynı duyguları onlar da hissediyor ve hatta göz veya göğüs temasıyla beraber bazen insanlardan daha fazla hissedebiliyorlar duygularımızı ve patileriyle sakinleştirebilirler bazen bizleri.
Öyle ki sadece birçok stres kaynağına maruz kalan biz yetişkinler için değil, çocukların psiko-sosyal gelişimi anlamında da çok önemli bir faktör hayvanlarla kurduğumuz bağ. Hatta ve hatta ebeveyn modellemesi anlamında bile bize örnek olabilmektedirler.
Kuşkusuz herkesin kendi halinde olduğu bu yaşam düzeninde hasret kaldığımız bazı duyguları bize veriyorlar. Temel ihtiyaçları doğrultusundaki istekleri dışında bize “karşılıksız ve koşulsuz sevgi”yi hissettirebiliyorlar. Bu hepimizin ruhsal gereksinimi için önemli bir durum. Bir nevi ruhumuzu tamir ediyorlar ve bizi temel psikolojik ihtiyaçlarımıza yönlendiriyorlar desek yanlış olmaz sanırım.
Tabii ki tüm bunları sadece evinde kedisi, köpeği olanlar için söylemiyorum, herkes bu imkana sahip olamayabilir. Her bireyin veya ailenin bakım için yeteri kadar vakti, maddi durumu olmayabilir veya bazı sağlık sorunları olabilir. Ancak bazen dışarıda bir kuş beslemek, bir köpeğin başını okşamak bile iyi gelebilir insana.
Evde kaldığımız şu dönemlerde özellikle kendi duygularımızın yansımasını görerek, alma verme bağını oluşturabilmek adına hayvan sahiplenmeyi bir kez daha düşünmek gerekebilir. Unutmayalım ki; insanoğlu sosyal bir varlıktır ve insanlarla kurduğu bağların dışında da iletişim kurma, duygusal aktarım hissetme ihtiyacı vardır.
Aslında bu sorunun cevabı kişiden kişiye göre değişebileceği için net bir söylemde bulunamasak da şunu biliyoruz ki kısıtlamalar, engellenmeler, korkular, belirsizlikler dolayısıyla yaşadığımız şu dönemde kaygı duygu durumunun ve dolayıyla panik bozukluk belirtilerinin artması şaşırtıcı olmaz. Ancak panik atakların ne zaman geleceğini beklemek de pek işlevsel olmaz yani gündelik hayatınıza kontrol edebildiğiniz noktalarda devam etmeye çalışmak çok önemlidir.
Bu dönemde en çok sorulan sorulardan biri de “Dışarı çıkamadığımız şu dönemde ataklarım gelirse ne yapmalıyım” sorusu oluyor?
Tabi ki panik bozukluk daha psikodinamik kökenli sorunların bir işareti de olabileceği için sadece birkaç davranışsal teknik ile bu sorun ile baş edemeyebilirsiniz ancak bu atakların o anda beynimizde oluşan olumsuz düşüncelerin neticesinde duygu ve davranışlara dönüştüğünü bilirsek biraz farkındalık kazanabiliriz.
Panik atak anında ne yapabilirim?
O zaman panik ataklar geldiğinde neler yapabilir, şöyle bir sıralayalım…
Tabii ki bu maddeler size farklı bir bakış açısı sağlayabilir ancak tanı ve tedavi için ilgili ruh sağlığı uzmanına gitmek gerekir. Unutulmamalı ki aslında ruhsal belirtiler birçok içe atılan duygunun yansıması olarak çıkar. Bu nedenle özellikle şu süreçte psikolojinizi ihmal etmemek, kontrol edebildiğiniz olumlu unsurları düşünmek ve ilişkilerimizi sağlam tutmaya gayret göstermek çok önemlidir.
Bu durumu biraz açacak olursak psikososyal gelişim döneminin ilk basamağı olan oral dönemden başlamak gerekebilir. Çok kısaca özetleyecek olursam güven ve aidiyet duygusunu ilk olarak anne sütünden alırız. Evet bunu nereye bağlayacağım tabii ki de bebeklikte tohumları atılan bazı duygular ile yoğun bir biçimde eşleşen ve yetişkinlikte de görülen ihtiyacımız olmadığı halde sürekli yeme isteğine.
Bilindiği üzere EvdeKal sürecindeyiz ancak bu EvdeKal süreci normal zamanlardaki evde geçirdiğimiz zamanlara benzemiyor. Belirsizlikler içeren, sürekli evde özellikle herhangi bir uyaran olmadan veya olduğunda da kaygı veren uyaranların oluşturduğu düşüncelerin sonucunda bir şey yapmam lazım düşüncesine bizi iten zamanlar… İşte o bir şey yapmam lazım düşüncesine en yakın gelen davranış da yeme davranışı olmaktadır. Dolabı açarız bir şey yeriz, yanımızda hazır paketler vardır onları hesap etmeden atarız ağzımıza, hele ki televizyon izlerken veya bir filme odaklanmışken yediklerimiz!
Evet, tüm bunlar hem hipnotize bir biçimde ağzımıza yiyecek götürmekten, hem de içimizdeki boşluğu doldurabilecek en anlamlı davranışın bir şeyler yemekten geçtiğini düşünmekten geliyor olabilir. Ancak bu davranışların sonunda düzensiz beslenme ve kilo problemi dolayısıyla da benlik saygımızda veya vücudumuza yönelik olumlu algılarımızda düşüşler baş gösterebilecektir.
Peki, psikolojik yeme davranışlarımızı azaltmak için neler yapabiliriz?
Bu süreç tabii ki de zorlu bir süreç ve içgüdülerimiz bize her ne kadar tehlike anında yemenin de içinde bulunduğu biriktirme ve depolama davranışlarına itse de bu davranışların kaynağını bularak bunları değiştirmek bizim elimizde.
Unutmayalım ki bu süreç bittiğinde önceliklerimiz değişebilecek tekrar sosyalleşip, kendinizi olumlu beden algısı noktasında hissetmek isteyeceksinizdir. Bu açıdan her durumda olduğu gibi yeme davranışlarını da kontrollü tutmak çok önemlidir.
Şu günlerde dünya insanları olarak olağanüstü dönemlerden geçiyoruz. Hemen hemen bütün ülkeler kendini karantina altına almakta. Ülkemizde ise bu zamana kadar alınan güçlü önlemler neticesinde henüz vaka sayısı artmasa da iş sıkı tutulmakta. Bu sıkı tutulan önlemler neticesinde ise bugünden itibaren okullar tatil edildi. Peki, okul öncesi ve okul çağındaki çocukların bu süreçte psikolojisi nasıl etkilenebilir ve ne yapmak gerekir?
Öncelikle her ne kadar çocukların bu yaşanan süreci çok fazla irdelemediği ve kendi yaşantılarına devam ettiği düşünülse de çocuklar yetişkin dünyasında yaşanan problemlere daha da yoğun anlamlar yükleyebilmektedir ve bunu size yansıtamayabilirler. Özellikle bu dönemde dünyanın bile çaresizlik içinde kaldığı düşünüldüğünde okulundan ayrışmış, eskisi gibi arkadaşlarıyla oynayamayan, sürekli TV’lerde “son dakika”ların geçtiği, ebeveynlerinin bu değişiklikler ile ilgili kaygı içinde oldukları düşünülürse ortaya çocuk için daha karmaşık bir problem çıkmaz mı? Hele ki ebeveynlerinde veya bakım veren kişide evhamlı, kaygılı bir yapı varsa tüm bunlar birleştiğinde çocukta şu an görülmese bile ileride psikolojik rahatsızlıklar baş gösterebilir.
Evet, bu süreçte hepimiz tedirginiz ve doğal olarak sürekli yapmamız gerekenler vurgulanmakta. Elleri sık yıkamak, insanlara çok fazla yaklaşmamak, temas kurmamak, elini ağzına götürmemek vs. gibi uygulamamız gereken tedbirler var. Tabii ki de bu süreçte tüm bunlara özen göstermeliyiz ancak bunları yaparken ve çocukları uyarırken takınılması gereken tutum çok önemlidir. Çünkü çocukların duyguları genellikle ebeveynlerinin jest ve mimiklerine göre oluşur, yani aslında biz yetişkinlerin duruşu, psikolojisi ve netliği bu konuda çok önemlidir.
Çocuğun ruhsal anlamda temel ihtiyaçları vardır ki bunların başında güven konusu gelir. Bu süreçte çocuğun güven duygusunu, bağlanma, aidiyet kavramlarını zedeleyecek cümlelerden uzak durmak lazım.
Bu noktada çocuğun yaşı çok önemli. Özellikle soyut işlem dönemine geçmeyen çocuklar (11 yaş altı) için daha dikkatli olmalıyız. Bu dönemdeki çocuklarımız için iletişim biçimimiz kısa, net ve somut olmalıdır. Bu dönemdeki çocuklara virüs ile ilgili ölüm, kayıp gibi kavramlar üzerinden açıklama yapmak bir anlam taşımayacağı gibi çocuğun kafasında yersiz kaygılar oluşturabilmektedir. Bu yaş grubundaki çocuklara yapması gerekenlerin örnekler ve benzer somut ifadeler ile anlatılması çok daha anlamlı olabilir. Çocukların özellikle yapmadığı şeyler ile ilgili suçluluk duygusu oluşturacak hareketlerden kaçınmak gerekmektedir.
Bir diğer önemli konu ise çocukların sizleri dolaylı olarak dinlemesi ve olayları çoğu zaman anlamlandıramadığı için size soru sormak istemesidir. Bu durumda özellikle çocukların yanında sürekli olumsuz bildirim veren haber kaynaklarının açık kalmaması, çocuğun yaş dönemine uygun bir materyal ile uğraşı sağlaması, soru sorulduğunda ise tabii ki yaş dönemine uygun ve güven duygusu aşılayan cevaplar verilmesi uygun olacaktır. Unutmayın ki çocuk bir şeyin cevabını sizden alamazsa ya daha sonra başka bir yerde daha yanlış bir bilgi edinebilecek ya da kafasında başka yanlış düşüncelerle bu durumu bağdaştıracaktır.
Tüm bunların dışında çocuğunuz okuldan ayrı kalma durumunu ve bu yaşanan olağanüstü dönemin sürekli devam edeceğini düşünebilir, ona bu durumun geçici bir süre olacağını ve bu sürecin kontrolünün tamamen yetişkinler tarafından yapıldığının ve yapılması gerektiğinin belirtilmesi gerekmektedir. Çocuğunuzla ilgili oyun saati, uyku, beslenme vs. gibi ritüellerin günlük rutinini bozmamaya çalışın. Çocuğun hayatında olabilecek değişiklikler de çocuğu huzursuz edebilir ve kaygılandırabilir.
Kısaca özetleyecek olursak bu dönemde çocukları konuşurken yine ebeveynlerin, bakım verenlerin, yetişkinlerin duygularını kontrol altına almaları gerekiyor. Bu süreç hepimiz için bir değişken ve stresli bir süreç doğal olarak… Öncelikle yetişkin olarak psikolojimizi ihmal etmemek, alanında yetkin ruh sağlığı uzmanlarından destek almak yararlı olacaktır. Çocuğunuzun duyguları çoğu zaman ebeveynlerine göre şekillenmektedir. O açıdan ebeveynlerin psikolojisi önemli. Bunların dışında çocuklarınızın davranışlarında belirgin bir farklılık gözlemlerseniz bir uzmana danışmaktan çekinmeyin özellikle de soyut işlem öncesi çocukluk döneminde sağaltım gösterilebilecek en önemli alan oyundur. Çocuğunuzun hem oyun oynamasını hem de diğer dışavurumcu hareketlerini hatta öfkesini bile sınırlandırmamak, anlamlandırmak ve uygun noktalara yönlendirmek gerekebilmektedir.
Kadın o kadar önemli bir varlıktır ki… Seni 9 ay karnında taşıyan, çekilemeyecek sancılarla seni doğuran ve doğurduktan sonra seni beslemek suretiyle, güven, bağlanma, aidiyet duygusu aşılayan yani psiko-sosyal gelişiminin temellerini ilk defa sana tüm özverisiyle verendir kadın…
Peki tüm bu duyguların, olguların kaynağı olan verici, biri bin yapan, hayata dahil olmak isteyen ve olması gereken kadının toplumdaki yeri nedir? Sadece anne olarak değil, eş olarak, abla olarak, kardeş olarak, kız çocuğu olarak birçok konuda düşünmek gerekir kadının yerini.
Maalesef ki hak ettiği değeri göremeyen, çoğu alanda geri planda bırakılan, ‘elinin hamuruyla bu işlere karışma’ denilen bir duruma düşüyor kadın. Oysaki yapılan araştırmalara göre kadının erkeklere göre daha çok yönlü düşünebildiği, duygu yoğunluklarını çok daha güzel mantığa bürüyerek işlerini halledebildiği görülmüştür. Ancak hal böyleyken iş yaşantısında, siyasette, trafikte, sosyal hayatta kadının daha az yer aldığını görüyoruz.
Şunu biliyoruz ki kadının değerini bilen, kadının yetilerini, sezgilerini kullanmasına müsaade eden toplumlar tıpkı yukarıda bahsettiğimiz gibi bir bebeğin daha hızlı ve sağlıklı gelişebilmesi gibi çok daha kısa sürede refah düzeyine gelmektedir.
Özellikle bireyselleşen ve bu post modern çağda kadının eşit düzeyde ve rekabetin içinde olması hem bireylerin hem ailelerin hem de toplumun gelişmesi için çok önemli bir unsurdur. Yaşadığımız şu hayatta, sokakta, iş yaşantısında, trafikte, ev işleri paylaşımında, aile içinde hiç #kadınolsaydım diye düşünüyor muyuz acaba?
Şiddet konusuna hiç girmek istemiyorum 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde. Artık ‘Şiddet ve Kadın’ kelimelerini yan yana bile getirmek istemiyorum ancak ne kadar bu konuyu konuşmak istemesek de kültürel anlamda olması gereken duyarlılığın hala tam olarak sağlanamadığını gördüğümüzde en azından bugün bir kez daha yüksek sesle dile getirmek gerektiğini düşünüyorum. Sadece fiziksel şiddette değil şiddetin diğer türleri olan ekonomik, sözel, psikolojik ve cinsel şiddet gibi yaralayıcı, iz bırakan birçok şiddet türünü de hukuki, psikolojik, ailesel yönden tekrar tekrar ele almak gerekiyor.
Belki de bilinçaltımıza yerleşmiş bazı kalıpları, sözcükleri ayıklama ve çıkarma vakti geldi de geçiyor bile. Sadece biz erkekler değil bazen kadınların da kanıksadıkları bazı durumları sorgulamaları ve değişim için atabilecekleri adımı atmaları gerekir.
Konuştuğumuz bu kavramlar sadece ülkemizde değil tüm dünyada tartışılmakta, kadın hakları ve pozitif ayrımcılık noktasında gelişmeler olmaktadır. Her ne kadar düzeltebilmek adına birçok olumsuz örnek görünürde olsa da ülkemizde kadın hakları ve pozitif ayrımcılık noktasında çok büyük adımlar atılmakta ve gelişim gözlemlenmektedir. Psikoloji, hukuki haklar ve özellikle kadına şiddet noktasında önleyici ve sonrasında destekleyici uygulamalara şahit olmaktayız. Ancak bu cinsiyet eşitliği, kadın hakları gibi önemli konular sadece yasalarla değil bu durumun önemini, psikolojik boyutunu kavramayla yani toplumda bu duruma dair bir kültürün oluşmasıyla tam olarak aşılabilir.