Hükümet gerilimi aşağı çekmeli

ABDULLAH Cömert, geçen 3 Haziran’da Gezi Parkı direnişiyle dayanışma amacıyla Hatay’da düzenlenen bir gösteri sırasında başından vurularak hayatını kaybetti.

Haberin Devamı

22 yaşındaydı. Kendisi için açılan web sitesinde “polis kurşunundan öldüğü” yazıyor. Aradan üç ayı aşkın bir süre geçmiş olmasına karşılık Cömert’in ölümüyle ilgili soruşturmada ciddi bir ilerleme kaydedilmiş değil.
Ahmet Atakan, önceki gün Abdullah Cömert’in ölümünün failinin hâlâ bulunamamış olmasını protesto etmek ve aynı zamanda ODTÜ ile dayanışma için yine Hatay’da düzenlenen bir gösteriye katıldı. 23 yaşındaydı. Bir hemşerisinin ölümünün hesabını sormaya kalkmak ona da ölümü getirdi.

***

BBC’ye konuşan iki görgü tanığı, Atakan’ın kafasına önce biber gazı kapsülünün isabet etmesi sonucu sendelediğini, ardından polisin kullandığı bir akrep aracının kendisine çarpması ile ikinci ölümcül darbeyi aldığını ileri sürüyor. Hükümet kaynakları ise ölümün “yüksekten düşmeye bağlı” olduğunu öne sürüyor.
Öyle anlaşılıyor ki, yeni bir kamplaşmayı Atakan’ın ölüm nedeni üzerinde yaşayacağız. Peki, ölümün akrep çarpması sonucu mu, yoksa apartmandan düşerek mi meydana geldiği sorularının yanıtının belli olmasıyla huzur mu bulacağız?
Hatay’da üç ay içinde meydana gelen ikinci ölüm, hepimizi sarsmalıdır. Görünen köy kılavuz istemez. Ülkenin içine girdiği gerilim ortamı kazandığı ivmeyle yukarı doğru tırmanıyor.
Gezi direnişinin başlangıç aşamasında aşırı güçle bastırılması, tepki olarak ülkenin pek çok kentinde gösterilerin patlak vermesi, bunun daha çok polis şiddetini getirmesinin yarattığı çarpan etkisi içinde olaylar yatışmamış, daha da artmıştır. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın sükûneti hâkim kılmaya dönük bir stratejiye yönelmek yerine, olaylara bir cepheleşme hamlesiyle karşılık vermesi tansiyonu daha da yukarı çekmiştir.

***

Haberin Devamı

Huzursuzluğun yayılma eğilimi göstermesi, Türkiye’nin mezhepsel ve etnik kırılganlıklar da taşıyan toplumsal yapısı dikkate alındığında, tehlikeli bir potansiyele işaret ediyor. Gezi direnişi sırasında ölen göstericilerin Alevi kökenli olmasının özellikle Alevi gençlerde yarattığı infial iklimini tahmin etmek güç değildir. Ayrıca, Kürt sorununda barış sürecinin sancılı bir dönemece girdiğini görüyoruz.
Bütün bu gerilimler Türkiye’nin 900 kilometrelik bir sınır paylaştığı Suriye’nin kanlı bir içsavaşa sahne olduğu bir döneme denk düşüyor. Sınırın hemen bitişiğinde, içsavaşın da uzantısı olarak El Kaide yanlısı köktendinci El Nusra savaşçıları ile PKK çizgisindeki PYD grupları arasında şiddetli çatışmalar yaşanıyor. Sınırdan kimin girip kimin çıktığı belli değildir. Ayrıca, hükümet Türkiye’yi Suriye’de savaşta taraf duruma sokarak, pek çok aktörün husumetini üzerine çekmiştir.
Böyle bir ortamda Türkiye yerel seçimlere doğru yol alıyor. Önümüzdeki günlerde seçim kampanyalarının kızışmasıyla birlikte ülkenin tansiyonunun daha da sıçraması şaşırtıcı olmayacaktır.
İşte iç ve dıştaki bütün bu gözle görülür yönelişleri aynı parantezin içinde yan yana sıraladığınızda, bu denklemden çıkacak sonuç ancak istikrarsızlığın muhtelif türevleri olabilir.

***

Burada önemli bir sorun, hükümetin soruna daha çok bastırılması gereken asayiş hadiseleri olarak yaklaşmasıdır. Bakış bu olunca, çözümü de yeterli sayıda polis, tazyikli su ve biber gazı stokları çerçevesinde görüyor AK Parti hükümeti. Biber gazı tehdidine karşı korku eşiğini geçmiş insanlara karşı bu çözümün mutlak sonuç getireceği çok şüphelidir. Gelinen noktada önce göstericileri sokağa çıkaran nedenleri anlamaya çalışmak, çareyi daha sonra böyle bir kavrayışın ışığında aramak daha isabetli bir yaklaşım olur.
Türkiye, 12 Eylül öncesinde yaşadığı iç çatışmalar nedeniyle çok yüksek bedeller ödemiş bir ülkedir. Askeri rejim sonrasında rahmetli Turgut Özal’ın 12 Eylül’den önce çatışan herkesin elinden tutan, barıştıran, birleştiren yumuşak üslubu, o dönemin izlerinin silinmesinde büyük bir rol oynamıştı. Sistem içinde bu işlevi görebilecek bir aktörün yokluğu, bugün Türkiye’deki siyasi yapının en büyük zafiyetini oluşturuyor.
Türkiye’nin hem toplumsal barışı hem de genel siyasi ve ekonomik istikrarı bakımından mevcut gerilim ve çatışma ortamından bir an önce çıkması, bugün itibarıyla Türkiye’nin en hayati önceliklerinden biri haline gelmiştir.
Bir hükümetin ülkede toplumsal barışı tesis etmekten daha büyük bir görevi ve önceliği olamaz. Bu amaçla dün Taha Akyol’un haklı bir şekilde belirttiği gibi, “Hükümetin mutlaka tansiyonu düşürmesi, dilini yumuşatması, muhalefetle medeni ilişkiler kurması ve muhalif seslere hoşgörülü olmaya özen göstermesi gerekiyor”.

Yazarın Tüm Yazıları