Ey turist, yolun Beyrut’a düşerse

BİR şehri sokaklarında kaybolmadan tanımanın mümkün olmadığını düşünenlerdenim.

Sokaklar şehrin damarları, o damarlara girip gezemedikten sonra ne söyleseniz, ne yazsanız havada asılı kalır, o şehrin toprağına ayak basmaz.
Beyrut’ta ayağım yere basacak kadar uzun süre kalamadım.
Ama 2 gece ve 1 gün bile bu hatıralarda/hafızalarda/algıda uzak, oysa çok yakın şehirle kopmayacak bir bağ yarattı.
Yapacak bir şey yok, Beyrut’a defalarca dönülecek.
Ece Temelkuran, kitabı “Muz Sesleri”nin çıktığı günlerde rastlaştığımız bir kahvede “Sen mutlaka Beyrut’a gitmelisin” baskısı kurmuştu üzerimde.
Haklıymış.
Pegasus’un Beyrut seferlerine başlaması nedeniyle yaptığı davete icabet eden gazeteci grubuna (Oray Eğin’in kulakları çınlasın!) katıldım ve gittim.
Beyrut’un tezatlarıyla tanışmak, değişmeyen sevgilim İstanbul’la karşılaştırmak/benzetmek/ayrıştırmak için ideal ortam ilk akşam oluştu.
Uçaktan kalacağımız görkemli Phoenicia Inter-Continental Otel’e vardığımızda top patlamış, iftar başlamıştı.
Davetli olduğumuz yemek tanıdığım kadarıyla zaten bayıldığım Lübnan işi mezelere kendi topraklarında “Merhaba” demek için ilk fırsat oldu.
Sonra Beyrut’un efsane gece hayatına uzaktan, yüksekten ama gayet içeriden girme imkânı tanıyan Beiruf’a yöneldik.
Adından da sezilebileceği üzere Beyrut ve İngilizce “çatı” manasına gelen “roof” kelimelerinin soğuk füzyona tabi tutulmasıyla ortaya çıkmış bir mekân.
Bulunduğu mahalle İç Savaş’ın hâlâ sürdüğü izlenimi yaratabilir. Bütün şehirde süren yeniden inşa edilme hali bu mahalleye henüz ulaşmamış.
Yıkık binalar, hurda otomobiller, aydınlatılmamış sokaklar... Böyle bir sokağın sonunda ulaştığımız binanın asansörle çıkılan çatı katı ise bambaşka bir hadise.
Bir DJ, 1980’lerden 1990’lardan başlayıp, benim dayanmakta güçlük çektiğim dans müziğine doğru yelken açıyor.
Mekân giderek kalabalıklaşıyor, gördüğüm en büyük votka şişesiyle (5 litrelikmiş, bana kalsa 7 veya 10 derdim) masalara servis yapılıyor.
Beyrut’un ışıl ışıl manzarasını yukarıdan seyrederken -illa benzetmek zorundayım ya!- ne kadar çok İzmir’i andırıyor diye düşünüyorum.
Beyrut gece hayatı için çok yorgunuz, Lübnanlı gençler dans etmek üzere masalara çıkarken sessizce dağılıyoruz.
¡ ¡ ¡
Ertesi akşam. Perşembe.
Cuma tatil olduğu için şehrin en büyük eğlence gecesi.
Önce meşhur kebapçı Karam’a, ardından da kentin ünik eğlence mekânı MusicHall’a gideceğiz.
Ama programa dahil olmadan önce biraz vakit yaratıp Hazal (Yılmaz) ve Şelale (Kadak) ile kendimizi otelden atıyoruz.
Amacımız Beyrut’un gece hayatını efsaneleştiren Gemmayzeh’e göz atmak, biraz şehre karışmak.
Şehir içinde fiks tarifesi olan ve her yere 10 dolara giden taksileri ekip, yürümeye başlıyoruz.
Place de L’Etoile’a kadar yaptığımız yürüyüş sırasında görmediğimiz lüks mağaza kalmıyor.
Beverly Hills’teki Rodeo Drive’dan fazlası var, eksiği yok.
Fazla lüks görmek bende deniz tutmasına benzer bir etki yaratır, midem bulanır.
“Bu kadar lüks varsa, bunun kaç katı sefalet de var bu kentte” diye söyleniyorum.
Ama vaktimiz o damarlara giremeyecek kadar kısıtlı. Birkaç yol tarifi, biraz teknoloji yardımı (sağ olasın gugılmep!) ile Şehitler Meydanı’na yöneliyoruz.
Beyrut’un tezatlarla güçlenen hayat tarzını özetleyen bir meydan.
Bir tarafında Sultanahmet Camii gibi “Blue Mosque/Mavi Cami” olarak anılan Mohammed Al-Amin Camii var meydanın. Hemen yanında, çiçeklerle kaplanmış bir mozole içinde Refik Hariri yatmakta. 2005’te suikasta uğramış, ömrü vefa etmemişti bu camiyi görmeye.
Meydanda 1916’da Osmanlı’ya ayaklanan gençlerin anısına dikilen ve Şehitler Meydanı’na adını veren heykel var.
Heykelin arkasında, vinçle gökyüzüne yükselip yemek yiyen genç insanların başrolde olduğu reality-show çekiliyor.
Meydanın öteki yanı ise meşhur Gemmayzeh.
Teşbih sanatını zorlayarak İstiklal Caddesi demek mümkün.
Torino Express adı minnacık bir kafe/bar bulup kuruluyoruz.
Herkesin birbirini tanıdığı, solcu/çevreci/entel gençliğin takıldığı mekânda iyi müzik, ucuz yiyecek/içecek ve Fransızca, Arapça, İngilizce diyaloglar servis ediliyor.
¡ ¡ ¡
Kısıtlı zaman diliminde dahil olduğumuz bu minik Babil Kulesi yıkılmadan mekânı terk ediyoruz.
Taksici Lübnan’da doğmuş, Almanya’da büyümüş, Avustralya’da yıllarca çalıştıktan sonra memleketine dönmüş olan Alen, “10” diyor; peki diyoruz.
Beyrut’a zamanımız yetmiyor ama bir daha gelince neler yapacağımızı biliyoruz.
Yazarın Tüm Yazıları