Ankara- Riyad- Abu Dabi hattında gelişmeler

Suudi Arabistan zengin petrol rezervleri ve üretimi nedeniyle sadece bölgesel değil küresel anlamıyla da önemli bir ülke. Bilinen petrol rezervleri ve üretimi bakımından Dünya’da 2. sırada yer alıyor. Petrol ihracatının sağladığı imkanlar Suudi Arabistan’a büyük imkanlar tanıyor.

Haberin Devamı

Mısır’ın içinde bulunduğu zor siyasi ve ekonomik şartlar sebebiyle Arap Dünyası’ndaki liderlik rolünü kaybetmesi sebebiyle Suudi Arabistan Arap ülkeleri arasında liderlik rolüne soyunmuş gözüküyor. İslam İşbirliği Teşkilatının (İİT) merkezi de Suudi Arabistan’ın Cidde kentinde bulunuyor. İİT üzerinde Suudi Arabistan’ın büyük bir etkisi var. Suudi Arabistan’ın İslam Dünyası içinde liderlik iddiaları bulunduğu da biliniyor.

Suudi Arabistan ile İran arasındaki rekabetin kökleri geçmişe uzanıyor. Bu rekabetin 1979’da İran’daki rejim değişikliğinden, ABD “destekli” Şah rejiminin yıkılarak yerine “teokratik” bir rejim kurulmasından sonra arttığı sıklıkla işaret edilen bir husus. Bunun sebebi 1979’dan sonra Tahran’ın Arap ülkelerinde bulunan Şii gruplarla ilgilenmeye başlaması, kısacası Şii İslam’ı dış politikasında ideolojik bir temel haline getirmesi.

Haberin Devamı

Diğer işaret edilen bir husus da Suudi Arabistan’da kraliyet ailesi içinde meydana gelen değişikliklerden ve Prens Muhammed Bin Salman’ın (MBS) veliaht ilan edilmesi ve ülkenin günlük yönetiminin ona geçmesinden sonra Suudi Arabistan-İran çatışmasının çok daha görünür bir hale geldiği hususu. Riyad-Tahran arasındaki ilişkiler son iki sene içinde o kadar gerilmiş bir durumda ki artık Körfez’deki gerginliğin sıcak bir çatışmaya dönüşmesi ihtimalinin çok arttığından bahsediliyor.

Riyad-Tahran arasındaki rekabet ve çatışmanın diğer ilginç bir yanı, Suudi Arabistan’ın İran’a karşı ABD ve İsrail ile kurduğu “açık” ittifak. Prens Salman, İran’a karşı ABD ile olduğu kadar İsrail’le de işbirliği içinde olduğunu “saklama” konusunda fazla dikkatli davranmıyor. MBS’nin, İsrail Başbakanı Netanyahu ile birlikte, İran’a karşı “daha sert” politikalar izlenmesini savunduğu ve Trump Yönetimi’ni İran’a askeri müdahalede bulunma yönünde “teşvik ettiği” izleniyor.

Prens Salman’ın Tahran’a karşı kurduğu “ittifak”  İsrail ve ABD ile de sınırlı kalmıyor. MBS Arap ülkeleri arasında da bir blok oluşturmuş vaziyette. Bu bloğun en önemli “üyesi” Birleşik Arap Emirlikleri (BAE). Suudi-Emirlikler “ortaklığı” Mısır, Bahreyn gibi Arap ülkelerince de destekleniyor. Riyad-Abu Dabi ortaklığının iki ülkeyi fiilen yöneten Veliaht Prensler arasındaki “işbirliğine” dayandığı belirtiliyor.

Haberin Devamı

BAE esasen 7 Emirliğin bir araya gelerek kurulu bir Devlet. İngiltere’den bağımsızlığını 1971 yılında almış. Bu Emirlikler arasında en tanınmışı Dubai, ama en büyüğü Abu Dabi. Ülkeyi de Abu Dabi yönetiyor. Abu Dabi Emiri Halifa Bin Zayed Al Nahyan ülkenin Devlet Başkanı. Ülkenin günlük fiili yönetimi ise Abu Dabi emirinin oğlu, Veliaht Prens Muhammed Bin Zayed Nahyan’ın (MBN) elinde.

MBS ile MBN’nin bugün Orta Doğu’da meydana gelen gelişmelerin ve İran ile gerginliğin arkasındaki “güçler” olduğu ortaya çıkıyor. İkisi de ABD ve İsrail’le ilişkiler konusunda “benzer görüşleri” paylaşıyorlar ve giderek daha atılgan, girişken (çoğunluğa göre saldırgan) politikalar izliyorlar. MBS-MBN ittifakının hedefinde sadece İran değil Katar da bulunuyor. Suudi Arabistan ve BAE’nin Katar’a uyguladıkları sert politikanın MBS ve MBN’nin orta ve uzun dönemli Orta Doğu “planlarının” bir parçası olduğu anlaşılıyor.

Haberin Devamı

MBS ile MBN yönetimindeki Suudi Arabistan-BAE ittifakının “eli” bütün Orta Doğu’da görülüyor. Mısır’daki Sisi rejiminin en büyük bölgesel destekçileri Riyad ve Abu Dabi. Libya ve Sudan’daki son gelişmelerde de Riyad ve Abu Dabi’nin önemli bir rol oynadığı; Libya’da General Haftar’a, Sudan’da Askeri Konsey’e verilen desteğin bu iki ülkedeki çatışma ve karışıklığın nedeni olduğu belirtiliyor.

MBS-MBZ “ittifakının” Türkiye’ye de “olumlu” bakmadıkları ve Türkiye’yi de Orta Doğu’daki “hakimiyet” ve “nüfuzları” için bir engel olarak gördüklerine işaret ediliyor. Her şeyden önce Suudi Arabistan-BEA “ittifakı” ile Türkiye’nin Arap Baharına bakışı arasında büyük farklar ortaya çıktığı izleniyor.

Haberin Devamı

Riyad ve Abu Dabi yönetimlerinin giderek artan ölçülerde Arap halklarının demokrasi, siyasi ve ekonomik değişim isteklerinden rahatsız oldukları, Arap ülkelerinde halkların yönetime katılımını, çoğulculuk ve değişimi değil mevcut baskıcı statükoyu destekledikleri görülüyor. Bu çerçevede Riyad ve Abu Dabi’nin Hizbullah, Müslüman Kardeşler ve Hamas gibi Arap kuruluşlarının diğer Arap ülkelerinde oynadığı rolden duyduğu rahatsızlığın arttığı açık.

Orta Doğu’ya bakış temelinde “açılan” Ankara-Riyad ilişkilerinin Suudi Arabistan’ın İstanbul Başkonsolosluğu’nda işlenen Kaşıkçı cinayeti ile daha da ağırlaştığı biliniyor. Halbuki Ankara-Riyad ilişkileri bölge dengeleri ve istikrarı için önemli. Geçen Bayramda Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Kral Salman arasında yapılan telefon görüşmesi iki ülkenin ilişkilerini düzeltme yönünde hareket etmekte mi oldukları sorusunu gündeme getirmişti.

Haberin Devamı

Bu hafta sonunda basında verilen bir haber ise Ankara-Riyad ilişkilerini daha da gerebilecek bir potansiyele sahip. Haberde ismi öne çıkan isim Suudi Arabistan’ın Körfez İşleri Bakanı Tamer El Sahban. Haberde yer alan bilgiye göre Sahban Suriye’de PYD/YPG kontrolündeki bölgeye gitmiş ve Deyrizor şehri yakınlarındaki EL Ömer petrol sahasında Arap aşiretleri bir araya gelerek aşiretlerden PYD/YPG’ye destek istemiş, Türkiye ve Katar’la işbirliği yapmamaları konusunda da “uyarmış”.

Suudi Bakan Tamer El Sabhan Türk kamuoyunun tanımadığı bir isim değil. Suudi Arabistan’lı bir diplomat; Beyrut’ta  “askeri ateşelik”, Bağdat’ta ise Büyükelçilik yapmış. Lübnan ve Irak’taki görevleri sırasında bu ülkelerin içişlerine karışması ile “tanınıyor”. Diplomatik “görevleri” bittikten sonra Suudi Arabistan Körfez İşleri Bakanı olmuş. Türk kamuoyu Suudi Arabistan’lı Bakanı Suriye’ye yaptığı “ziyaretlerden” tanıyor.

Tamer El Sabhan’ın Suriye’ye Amerikalılar tarafından götürülmesi de yeni değil. Sabhan’ın ABD ile “yakın” ilişkilerinin Bağdat’ta Suudi Arabistan Büyükelçisi olarak “görev gördüğü” dönemde başladığını tahmin etmek mümkün. Sabhan’ın 2017 yılında Rakka’da o dönemde ABD’nin DEAŞ’la Mücadele Özel Temsilcisi olan Brett McGurk ile birlikte çekilen resimleri Türk basınında da verilmiş, Suudi Arabistan’ın PYD/YPG ile kurmakta olduğu “ilişkiler” eleştirilmişti.

O dönemde Vaşington’un Suudi Arabistan’dan ABD destekli PYD/YPG’nin kontrolüne giren Doğu Suriye’de (özellikle Rakka’da) yeniden imar faaliyetlerin mali yükünü karşılamasını istediği; Brett McGurk’un Suudi Bakan Sabhan’ı Rakka’ya bu amaçla götürdüğü konuşulmuş, Suudi Arabistan’ın PYD/YPG’ye 100 milyon dolar para aktaracağı da basın haberleri içinde yer almıştı.

Tamer El Sabhan hem Vaşington’a hem de Suudi Veliaht Prens Salman’a yakınlığı ile tanınmaktadır. Bakan olduktan sonra Vaşington’u birkaç kere ziyaret etmiş, Prens Salman’a meşhur ABD ziyaretinde eşlik eden heyet içinde de yer almıştır. Sabhan’ın Kaşıkçı cinayeti sırasında attığı ve tüm Kaşıkçı olayında Riyad’ı savunan “twitleri” de bulunmaktadır.

Sabhan’ın son Doğu Suriye “ziyareti” Suudi Arabistan ile PYD/YPG arasındaki bağların devam ettiğini, Vaşington’un Doğu Suriye operasyonunun finansmanında Suudileri “araya” soktuğunu göstermektedir. Riyad’ın PYD/YPG konusunda Ankara’nın görüşlerini bilmemesi imkansız olduğuna göre konu Ankara-Riyad ilişkilerinde ciddi bir sorun yaratma potansiyelini taşımaktadır.

Tamer El Sabhan’ın Doğu Suriye’deki “faaliyetlerinin” boyutları, Suudi Arabistan’ın PYD/YPG ile ilişkilerinin aldığı yön konusu üzerinde ciddiyetle durulması gereken bir şekil almıştır. Eğer Riyad, Vaşington’un baskılarını geçiştirmenin ötesine giderek, Türkiye’nin PYD/YPG konusundaki görüş ve menfaatlerini dikkate almayan davranışlar içine girdiyse Ankara’nın bu durumu ortaya çıkartması ve ona göre önlemler alması gerekmektedir.

Suudi Arabistan’ın Körfez ve Yemen’de başı ciddi bir şekilde sıkışmış durumdadır. Riyad’ın 2015’de Yemen iç savaşına doğrudan müdahalesi Suudi Arabistan için yıkıcı ve uzun bir savaşa sürüklenme sonucunu doğurmuştur. Suudi Arabistan’ın Yemen’deki insani krizde oynadığı rol uluslararası alanda dikkat çekmeye ve Riyad’a yönelik eleştirilerin artmasına yol açmıştır.

Suudi Arabistan için Yemen Savaşı’nın en rahatsız edici yönü muhakkak ki başkent Sana dahil Yemen’in hala büyük bir bölümünü elinde tutan Hutsilerin savaşı Suudi Arabistan topraklarına taşıma gayretleridir. Hutsilerin füze saldırıları zaman zaman Suudi Arabistan’da ciddi zarara ve kayıplara yol açmaktadır. Hutsilerin son olarak (2 Haziran)  Suudi Arabistan’ın güneybatı bölgesinde Abha şehrinin uluslararası havaalanına yaptığı füze saldırısı büyük hasara sebep olmuş, olayda 26 kişi yaralanmıştır. Hutsilerin attığı füzelerin Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad’a kadar ulaştığı bilinmektedir.

Türkiye bugüne kadar Yemen konusunda Suudi Arabistan politikalarına daha yakın bir tutum almış, Yemen’de Riyad’ın desteklediği Hadi Hükümetini tanımaya devam etmiştir. Ankara’nın Yemen konusunda Suudi Arabistan endişelerini anladığı ve buna göre hareket ettiği izlenmektedir. Bu çerçevede Ankara’nın Riyad’dan Suriye (ve özellikle PKK’nın Suriye uzantıları) konusunda Türkiye’nin endişe ve görüşlerini anlaması ve saygı göstermesini bekleme hakkı bulunmaktadır.

Kaşıkçı cinayeti ile daha da yaralanan Ankara-Riyad ilişkilerini onarmak için atılan adımlar yerindedir. Bayramda iki ülke Devlet Başkanları arasında gerçekleşen telefon görüşmesini diğer adımların izlemesi olumlu olacaktır. Bu yönde Haziran ayı sonunda Japonya’nın Osaka şehrinde yapılacak G-20 Zirvesinin bir imkan ortaya çıkartması beklentisi bulunmaktadır.

Orta Doğu’da şekillenen ve aktif bir rol oynayan Riyad-Abu Dabi ittifakında dikkatler bugüne kadar daha çok Suudi Arabistan üzerinde yoğunlaşmıştır.  Bunun haklı sebebi Suudi Arabistan’ın alan, nüfus ve ekonomi bakımından daha büyük bir ülke olmasıdır. Ancak son zamanlarda Yemen kadar, Libya ve Sudan’daki gelişmeler dikkatlerin Riyad-Abu Dabi ittifakı içinde BAE’nin oynadığı role dönmesine sebep olmuştur.

BAE ilginç bir ülke görünümündedir. 7 Emirliğin birleşmesi sonucu oluşan Devlet içinde Abu Dabi Emirliği hakim bir rol oynamaktadır. Tüm BAE sadece 83.600 km2’lik bir toprağa sahiptir. Petrol ve doğal gaz zengini olan ülkenin nüfusu 9,2 milyon olarak verilmektedir. Bununla beraber bu nüfus içinde BAE vatandaşı olanların oranı sadece % 20’dır. Böylece BAE nüfusu içinde Arap ve BAE vatandaşı olanların sayısı 1,4 milyonda kalmaktadır. BAE’de yaşayan 7,8 milyon kişi ise birçok ülkeden gelmekte (çoğunluğu Hintli, Pakistanlı ve Bangaldeşli) ve ülke ekonomisini bu nüfus kaldırmaktadır.

BAE’nin İngiltere’den bağımsızlığını kazandığı 1971 yılından bu yana İran’la ilişkileri sorunludur. Esasen İran’la ciddi toprak sorunu olan tek Arap ülkesi BAE’dır. Körfez’de halen İran kontrolündeki Ebu Musa, Büyük ve Küçük Tunb Adaları üzerinde BAE’nin hak iddiaları devam etmekte, Abu Dabi Tahran’ı bu adaları işgal etmekle suçlamaktadır.  

Geçmişte Dubai şehriyle ve Körfez’in turizm ve eğlence merkezi durumuna gelmesiyle tanınan BAE’nin Orta Doğu’daki siyasi bölünmenin aktif taraflarından biri haline gelmesi ilginç bir gelişmedir. Burada Abu Dabi’de (ve BAE’de) iktidarın fiilen Şeyh Muhammed Biz Zayed Al Nahyan’a geçmesi, (Körfez Arap ülkeleri standartlarına göre) genç sayılan Veliaht Prensin ABD ve İsrail’le olan bağlarının rol oynadığına işaret edilmektedir.

Riyad’daki yönetim gibi Abu Dabi’deki yönetimin de (İran kadar) Siyasi İslam’dan çekindiği, Arap Baharında ortaya çıkan değişim, demokrasi, çoğulculuk, yönetime katılım isteklerinin (Riyad’daki gibi) Abu Dabi’de de “alarm zillerini” çaldığı anlaşılmaktadır. Bu çerçevede Ankara için Riyad’la olduğu kadar Abu Dabi ile ilişkiler de farklı bir önem kazanmış olup, bu ilişkilerin de “yola sokulması” zorunluluğu ortaya çıkmıştır.               

   

Yazarın Tüm Yazıları