Tutunamayanların En Uzun Gece’si

Ahmet Altan’ın yeni kitabı En Uzun Gece, çalkantılı, tutkulu, saplantılı bir aşkın romanı.

Yelda ile Selim, iyi bir eğitim görmüş, ama toplumsal yerlerini bulmamış, bireysel durulmalarını bir türlü sağlayamamış iki aşık. İkisi de dışarıda okumuş, ikisi de insanlarda aradıkları özellikleri bulmakla bulmamak arasında sürekli bir gel-git yaşıyorlar.

Yelda, töre cinayetleri konusunda bir araştırma ekibinde çalışmak amacıyla İstanbul’dan Güneydoğu’ya giden/kaçan biri. Selim, İstanbul’da üniversitede tarih bölümünde öğretim üyesi.

Yelda’nın helikopterden indikten sonra, yaşadıklarını okurken birden Mussorgski’nin Çıplak Dağda Bir Gece’sinin notaları kulaklarımda yankılandı.

Üstelik son günlerde bu ünlü parçayı Leopold Stokowski’nin orkestra transkripsiyonunu yaptığı icradan dinlediğim için bu beste bir türlü kulaklarımdan gitmiyor.

Ahmet Altan, Güneydoğu üzerine fetva vermiyor; bir makalede, denemede yer alacak bilgileri, yorum tarzını romandan uzak tuttuğu için En Uzun Gece başarıya ulaşmış. Bir tez sunma derdinde değil.

Yabancıların da bulunduğu bu ekibin bireylerini, sadece birer idealist olarak gösterseydi, roman okunmayacak derece yavanlaşırdı. Oysa, bunların seçiminde hem bir istek, hem de bir kaçış var.

Kahramanlardan biri ne diyor: ‘Bu tür misyonlara gelenlerin çoğunun kederli bir hikayesi, kaçtığı bir acısı vardır. Böyle yerler Fransız lejyonu gibidir, dedi Jacques gülerek; kural, anlatmadıkça, kimseye soru sormamaktır.’

Bıçak sırtında yazılmış bir roman, okuru korkutuyor ama ben korktuğuma uğramadım. Melodram uçurumun kenarına kadar okuru getiriyor ve onu dozunda kullanarak, okuru istismar etmiyor.

Bazı konular tehlikelidir: Sözgelimi bu romanda olduğu gibi.

Güneydoğu, değişik ülkelerden gelenler, bir aşk ve töre cinayeti.

Didaktik bir üsluba düşmeden, bunlar arasında denge kurduğunuzda roman iyi roman oluyor.

Kahramanları çok boyutlu, prizmatik yorumlayabilirsiniz. Bu yaklaşım metne zenginlik katacaktır.

İstanbul’daki kişilikleriyle, insanları algılamalarıyla, buradaki tavırları arasındaki farklar, gerçekten bir değişimin ton ton romana yansımasıdır.

Aşk, kadın-erkek ilişkileri konusundaki tasvirler elbette Ahmet Altan’a özgü, ustalığını gösterecek arena.

Ancak, bu romandaki tasvirlerde dikkatinizi çekmek isterim, söz sanatlarının abartıcılığına yüz vermeden, edebiyyat değil edebiyat yapmış.

Tarih romancıyı her zaman ilgilendirmiştir, İsyan Günlerinde Aşk, bunun altı en koyu çizilmiş örneğidir.

*

Tarihçi Selim de tarih/tarihimiz üzerine düşüncelerini iletiyor okurlara. Bir gün bir tarih yazdığında bütün yalanların doğrusuna insanlar nasıl tahammül edecek.

Arif Ağa’yı çok sevdim. İstanbul görmüş bir ağanın, yerel konukseverlik ve usullerle romana renk kattığı, birçok kahramanın yerine töre cinayeti konusunda aydınlattığı kanısındayım.

Yelda ve Selim. Başlarından aşk ve evlilik deneyimleri geçmiş; cehennemi, birbirlerinde cenneti bulma arzusuyla yaşatan, günlük düşünceleriyle onu aşan tutkuları arasında dengeyi kuramayan, bence gerçek iki aşık.

Roman mekanlarının uygunluğu, tutarlılığı da beni ilgilendirir. Niçin Güneydoğu sorusuna yanıtı, ‘Elbette Güneydoğu’ diye veremezsem, roman orada bir dekor gibi kalır. En Uzun Gece’de böyle değil.

Gelenlerin hepsinin birbirinden öğrenecekleri hususlar, neden buraya geldiklerinin de açıklaması. Gerçekten tutunamayanlar bir araya geldiğinde, yalnızlar arasındaki görünmez, kanıtlanmaz bağ hissediliyor. Elbette soyutlanmış bir toprakta -böyle denilebilir mi bilmem- sorunlar, yalnızlıklar, yenilgiler daha çıplak biçimde ortaya çıkıyor ama insanın kendini ve başkasını, yanındaki yargılama ölçütleri daha insancıl bir kimlik kazanıyor.

Çelişkiler, roman kahramanını daha inandırıcı kılar.

Amerika’da okumuş bir Yelda, Oxford’da öğrenim görmüş bir Selim.

Romancı, Güneydoğu gerçeğiyle karşılaştıklarındaki tavırlarını bu özellikleriyle daha çarpıcı hale getirdiklerini biliyor.

Acaba bu kahramanlar, biraz teselli buluyorlar mı? Ya da şairin dediği gibi, kederleri, sorunları, yıkımları onları burada da izliyor mu?

Gerçeklerle ütopyalar, çoğunlukla birbirinin içindedir, En Uzun Gece’de buna rastlayacaksınız.

Ahmet Altan, bir aşkın hüznünü anlatıyor bize. Elbette hüzünlü topraklar yakışırdı buna. Her aşkın içinde saklı olan hüzün de romanın sonuna saklı.

KİTAPTAN

NEREDEYİM BEN?

Dar ve pis yolları, çarpık duvarları, küçücük karanlık pencereleriyle bu köy ona asla içinden kurtulamayacağı bir tuzak gibi gözüküyor, yerinden kımıldayamıyordu. Tanıdığı kimse yoktu. Onu buraya getiren helikoptere mutsuz bir insan olarak binmişti, şimdi ise kendine tümüyle yabancı gözüken bu köyün kenarında o mutsuzluk bile anlamını yitirmişti, ölü balıklarla dolu bir havuza girmiş gibi anlatılması zor bir korku ve tiksinti doldurmuştu içini. Buraya niye geldiği, amacı, hatta mutsuzluğu bile umurunda değildi o anda, buradan hemen gitmek istiyordu. ‘Yarın gelen ilk helikopterle giderim’ diye düşündü. Bu düşünce onu canlandırdı biraz.

ÖLÜM KORKUSU GELECEĞİ MERAK ETMEKTİR

- Yanılıyorsun... Şimdi burada oturuyorum, yalnızca bu anı hissediyorum, yarın yok benim için şu anda, öbürsü gün yok, bu an var, geleceği merak etmiyorum, onun için ölümden de korkmuyorum. Ölüm korkusu geleceği merak etmektir. Ölüm geleceğin içinde saklı. Şu anda buradayım, toprağı, sırtımı dayadığım duvarı hissediyorum, geleceğe bakmıyorum, şu anda yaşıyorum, mutluyum, şu anda ölüm yok işte, acı yok, kıçımın altındaki toprak var, gökyüzü var, ben toprakla gökyüzü arasında bir bağım.

ASKERLİĞİ SEVİYORUM

- Peki sen niye geldin buralara baban amiralse... Niye daha iyi bir yere tayin olmadın.

Teğmen gene o dalgacı haliyle gülerek, ‘Birincisi, bizim orduda torpil yoktur,’ dedikten sonra devam etti: ‘İkincisi, benim babam gerçekten iyi askerdir, öldürsen oğlu için torpil istemez ki annem onu bu yüzden öldürüyordur şu anda bence... Üçüncüsü, ben buraya gelmek için gönüllü oldum... İnsanların senin düşündüğün gibi düşünmesini istemedim çünkü.

- Niye subay oldun peki? Böyle katı disiplin içine girecek birine benzemiyorsun.

Teğmen şakağını kaşıyarak düşündü.

- Seviyorum askerliği.

- İnsan öldürmeyi seviyorsun yani.

- İnsanlar için ölebileceğimi, onlar için hayatımı feda edebileceğimi düşünmeyi seviyorum bence...

İLİŞKİDE KARŞILARINDAKİNİN HATALARI ÖNEMLİYDİ

İki insanın davranışlarından örülmüş o ilişkiye baktıklarında, iki renkli bir kordona bakan renk körleri gibi yalnızca bir rengi, yalnızca karşılarındakinin yaptıklarını görebiliyorlar, kendi yaptıkları her şeyi haklı bulup, onları neredeyse hafızalarından siliyorlardı. Eğer birisi onlara ‘ilişkinizi anlatın’ deseydi, onlar ilişki diye yalnızca diğerinin yaptığını anlatır, kendi yaptığı hatırlatılıp ‘ama senin yaptığın’ dendiğinde, buna türlü türlü haklı mazeretler bulurdu.

KENDİ ACILARINDAN KURTULAMAYANLAR BAŞKASINI KURTARMAKTA ÇARE ARARLAR

Çektikleri büyük acılardan kurtulamayan insanlar bazen çareyi bir başkasını kurtarmakta, bir başkasının acısını dindirmekte bulurlar, bunu bir dindarın adanmışlığıyla yaparlar, Yelda’nın büyük bir adamın kederini taşıyan bu çocuğa bağlanmasının nedeni bu muydu bilinmez ama çok kısa zamanda bağlanmıştı Heja’ya, onun geleceği için hayaller kurarken yakalıyordu bazen kendisini, onun iyi okullara gitmesini istiyordu.

DOĞAN HIZLAN'IN SEÇTİKLERİ

Tarihçilerin Kutbu Söyleşi: Emine Çaykara İş Bankası

Zemberekkuşu’nun Güncesi Murakami Haruki Doğan Kitap

Altona Mahpusları Jean-Paul Sartre İthaki

Ortadoğu’da Su Abdullah Kıran Kitap

Türkiye’de Karikatür Tarihi Orhan Koloğlu Bileşim Yayınları
Yazarın Tüm Yazıları