Sharon Stone'a teğet geçtim

ÖNCEKİ akşam Cannes'da kızımla birlikte kırmızı halı üzerinde yürüyoruz.

Geniş bir koridor çizen halının iki tarafı fotoğrafçılarla dolu.

Binlerce flaş patlıyor.

Fotoğrafçıların hepsi smokinli.

Ben de öyle.

Kaçış yok. İstediğiniz kadar direnin, yirminci saniyeden itibaren kendinizi ünlü bir artist gibi hissetmeye başlıyorsunuz.

Cannes Film Festivali'nin yapıldığı ‘‘Palais des Festivals’’in merdivenlerine ulaşmadan en az 4 defa durduruluyoruz.

Fotoğrafçılar fotoğrafımızı çekiyor.

Bizi tanımasalar da ‘‘Belki meşhur biridir’’ diye flaşlar üzerimize patlıyor.

Malum gazetecilik refleksi.

Haber atlama korkusu.

Ama o geceyi size başından anlatmalıyım.

ÖNCEDEN UYARDILAR

Önceki akşam Cannes'da, Finli yönetmen Aki Kaurismaki'nin ‘‘Mazisi Olmayan Adam’’ filminin resmi gösterimine davetliydik.

Festival kültürünün ilk belirtileri daha Türkiye'deyken başladı.

Bize gönderilen davetiyede, yanımıza mutlaka smokin almamız iletildi.

İkinci belirti, festival sarayına gitmek için otelden ayrılırken geldi.

Arabamız kırmızı halının önünde durduğunda, kapıyı kendimizin açmaması sıkı sıkıya tembih edildi.

Anlayacağınız, her şey santimine kadar hesaplanmış.

O arabalardan ‘‘sadece önemli insanların ineceği’’ imajı yaratıldığı için mecburen bekliyoruz.

Bizim gibi smokinli insanlar, arabamızın kapısını açıyor.

Bizden farkları, genç ve yakışıklı olmaları.

Arabadan adımınızı attığınız anda, kendinizi yıllardır televizyon ekranlarından ve fotoğraflardan tanıdığınız o kırmızı halı rüyası üzerinde buluyorsunuz.

AKILDAKİ 2 FOTOĞRAF

Zaten Cannes Film Festivali deyince aklınıza gelen iki fotoğraftan biri bu değil mi?

Öteki, daha da akılda kalanı, plajın kumları üzerinde onlarca fotoğrafçıya poz veren üstsüz bir sarışındı.

Hava yağışlı ve serindi, o nedenle biz sadece kırmızı halı üzerindeki rüya ile yetindik.

SANKİ UCUZ BUTİKTEN

Gösterilen filmin oyuncuları, salonun orta yerinde bir sıraya oturuyorlar.

Onlar yerine oturduktan sonra, filmi birlikte izlediğim öteki ünlüler şunlardı: Ünlü yönetmen Wim Wenders, Fransızların güzel starı Judith Godreche, komedyenlerinden Dieuddonne ve Leonardo di Caprio ile ‘‘The Beach’’ filminde oynayan güzel sanatçı Tilda Swinton.

Filmin başlamasına 3-4 dakika kala, salonda bir hareketlenme oldu.

Üzerinde ucuz butiklerde satıldığı havası veren sıradan beyaz bir mont ve aynı kumaştan pantolon giymiş sarışın bir kadın salona girdi.

Kızım, ‘‘Bu Sharon Stone’’ dedi.

Doğrusu ben benzetemedim.

Yanındakilerle birlikte, 5-6 sıra arkamıza oturdu.

O zaman anladım ki bu kültür mabedinde protokol yok.

Eski Sovyet usulü, ‘‘Nomanklatura protokolü’’ biz son sosyalistlere özgü bir alışkanlık olarak kalmış.

AKLIM 6 SIRA ARKADA

Film planlandığı gibi tam saat 19.00'da başladı.

Çok uzun süreden beri ‘‘Palas’’ tipi büyük sinema salonlarında film seyretmediğim için, tuhaf bir ruh haline girdim.

Bir kuzey filmi seyredeceğimiz için başlangıçta bizi bir Ingmar Bergman ağırlığının beklediğini sanıyordum.

Film tam öyle çıkmadı.

Yer yer çok ilginç anlatımları vardı.

Kaurismaki, oyuncuları biraz sessiz film dönemini anlatan biçimde oynatmıştı.

İsterseniz filmin değerlendirmesini eleştirmenlere bırakarak, ben daha popüler bir meseleye döneyim.

Yani biraz önce yarım bıraktığım şu Sharon Stone meselesine...

İtiraf edeyim, film boyunca en az 2-3 defa aklım 6 sıra arkaya gitti.

Başımı çevirip bakmaya utandığım için de, takıntım her defasında biraz daha uzadı.

O FİLMDEKİ KADIN DEĞİL

Ama Allah bana yardım etti.

Filmin bitişinde salon boşalırken o, kapıya daha yakın bir yerde olduğu halde çıkmayıp bekledi.

Böylece bütün salondakiler gibi ben de onun önünden geçme imkánı buldum.

Önünden derken, öyle 2-3 metre yakınını kastetmiyorum.

Neredeyse yarım metre yakınından.

İlk izlenimim şu:

Sağlıklı bir erkekseniz ilk aklınıza gelen şey nedir?

‘‘Temel İçgüdü’’ filmindeki meşhur sahne.

Polisler, cinayet zanlısı Sharon Stone'u sorguya çekiyor.

O da mini eteğinin altındaki bacaklarını giderek biraz daha ayırıyor.

Evet o sahne...

Ama beyaz montlu Sharon Stone asla o kadın değil.

BEYAZ YÜZ, MAVİ GÖZ

Bir kere makyajı yok.

Karşınızda aşırı derecede beyaz bir yüz ve sadece mavi gözler var.

O ten bana, henüz yumurtadan çıkmış şeffaf balıkları hatırlatıyor.

Belki yanılıyorum, ama geçirdiği hastalıktan sonra sanki hatları biraz kalınlaşmış gibi.

Tabii yanılıyor olabilirim. Giydiği o sıradan mont ve pantolon öyle gösteriyor olabilir.

Bilin bakalım aklıma gelen ikinci şey ne oluyor?

Onunla ortak yanımız.

Onun kocası Los Angeles'ta bir gazetenin genel yayın yönetmeni.

Eh... Ben de genel yayın yönetmeniyim.

Akşam yemekte Milliyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Mehmet Yılmaz'la sohbet ederken öğreniyorum ki, o da aynı şeyi düşünmüş...

DVD'SİNİ SATIN ALMAM

Filme dönelim...

Gösterim bittiğinde salonun neredeyse tamamı yönetmeni dakikalarca ayakta alkışladı.

Bütün filmlerde böyle olur mu bilmiyorum. Ama herkesin filmi çok beğendiği gibi bir hava vardı.

Yemekte Fransızlardan biri, filmi nasıl bulduğumu sordu.

Şu cevabı verdim:

‘‘DVD'sini satın almam. VCD'sini de almam. Ama Cannes Film Festivali'nin yapıldığı efsanevi salonda bu filmi seyretme fırsatı bulduğum için mutluyum.’’

Bilmem tatmin edici bir Cannes eleştirisi oldu mu?..

Filmi izlemeye böyle geldiler

Salonda herkes smokinliydi. Kadınlar ise uzun etek konusunda erkeklere göre daha az disiplinliydi.

Kızım Gülümsün’le salona filmin başlamasından yarım saat önce girdik.

O nedenle ekrandan, öteki davetlilerin gelişini bütün ayrıntılarıyla izledik.

20 metrelik kırmızı halıyı en uzun sürede geçen kişi, benim de favori yönetmenlerimden biri olanMartin Scorsese'ydi.

Hiç abartmıyorum, o 20 metreyi 7-8 dakikada geçebildi.

Kırmızı halı üzerindeki en ilginç kişi ise gösterilen filmin yönetmeni Aki Kaurismaki idi. Kırmızı halıyı, kendine hafif sarhoş havası veren bir dans yaparak geçti.
Yazarın Tüm Yazıları