Rus ruleti...

Cumartesi akşamı, herhalde Cannes’ın “Palais des Victoires” (Zaferler Sarayı) adlı kapalı spor salonunda bulunanlar için “heyecan” bakımından tüm ömürlerinin en unutulmaz anlarından biri olarak hafızalarında kalacak.

Haberin Devamı

Fenerbahçe kız voleybol takımı, yarı finalde ev sahibi Cannes’la karşılaşıyor. Kazanırsa hiçbir Türk takımının elde edemediği bir başarıya ulaşacak ve ertesi gün “finalist” sıfatıyla Avrupa Şampiyonluğu maçına çıkacak. Voleybolda azami 5 set oynanabiliyor. 5 setin üçünü kazanmak, maçı kazanmak demek. O akşam Fenerbahçe-Cannes maçında 25 sayı üzerinden oynanan dört set, 2-2 sonuçlanmıştı. Heyecan zaten zirve yapmıştı Cannes ev sahibiydi ve iki kez Avrupa Şampiyonu sıfatını kazanmış olsa da, bu başarıyı kendi ülkesinde, kendi şehrinde yaşamamıştı. O yüzden 2010 Avrupa Finallerinin “Final Four”, Cannes’da yapılması için ağırlığını koymuştu. Cannes için o son set, bir bakıma, herşeydi.

Kural gereği “tie-break” denilen son ve 5. set, 25’te bitmiyor. 15 sayısını bulan, iki sayı farkla olması kaydıyla maçı kazanıyor. Fenerbahçe 12-10 önde. 12-12 eşitleniyor durum.  Fenerbahçe 13-12 öne geçiyor. Yürek çarpıntısı hızlanıyor. Cannes, 14-13 öne geçiyor, bir sayıda alsa maçı alacak. “Yine mi hüsran, şuralarda sevinmek bize haram mı?” duygusu zihnimi yalıyor. 14-14. Müç 16’da bitecek.

Ne mümkün, bir öyle, bir böyle bir “tie-break” setinde voleybol tarihinde belki de pek az raslanan bir durumla 23’e kadar gidiyor; Fenerbahçe 23-21 galip ve finalist.

Son sayılarda oturarak maçı izleyemeyeceğimi anladığım için, ayakta ve hareket halinde olabileceğim bir yer seçiyorum kendime. Anormallik bende olmaması gerek, çünkü Fenerbahçe ve milli basketbol takımı kaptanlığı yapmış, böyle anları sporcu olarak yaşamış olacağını bekleyebileceğiniz  İbrahim Kutluay, benden bile önce yerini terketmiş, ayakta, yüzü bembeyaz izliyordu maçın gidişatını.

Maç bitti. Fenerbahçe artık “finalist”, en kötü ihtimalle Avrupa’nın ikincisi hatta bir buçuğuncusu. Derin bir ruhi yorgunlukla gelen o tanımlanmaz sevinç anında benim zihnimden nedense –ama doğru olarak- geçen ilk şey “Rus ruleti” oldu.

“Rus ruleti”nden çıkmış gibiydik.

***                        ***                  ***

Bir dostum Nice’ten Cannes’a gelip beni aldı ve  bir saat öteye, İtalya sınırının dibindeki Monaco’ya götürdü. Paskalya tatilinin Cumartesi gecesi. Gündüzleri değil geceleri yaşamı seçen Monaco, İtalyan işgali altına girmiş gibiydi. Paskalya tatilini fırsat bilen İtalyan, çevreden ve ötelerden gelen Fransızlar ve her an her yerde karşınıza çıkabilecek Japonlar gibi Monaco sokaklarındaydı. Monaco, daha doğrudan bir deyimle Monte Carlo şehrinin gündüz gibi aydınlık sokaklarında başta İtalyanlar, yabancılar fink atıyordu. Şehrin caddeleri göz kamaştırıcı otomobillerin galerisi gibiydi. İki Ferrari arka arkaya ışıkta bekliyor, şehrin simgelerinden Hotel de Paris’nin ve ünlü kumarhanenin bulunduğu meydanda park etmiş Rolls Royce’lar, Bentley’ler, Lamborghini’ler, Mercedes Meybach’lar...
Dünya jet-setinin şaşaasının nasıl bir şey olduğunu çocukluğumun magazin basını sayfalarından görsel tanıklığa taşıyarak anlamaya çalışıyorum. Aklım nedense, “kendi mahallem”e dönüş yapıyor; Monaco sokaklarını gezerken, Bağdat, Gazze, Diyarbakır hatta Tahran, Erivan ve de İstanbul’un kartpostallara yansımayan varoşlarının görüntüleri zihnimde canlanıyor.

Dahası aklıma dünyanın en güçlü ülkesi Amerika’nın New York, Los Angeles gibi merkezlerindeki “güç sahipleri”nin yaşam mekanları ve görüntülerini getiriyorum, vatandaş sayısı 5000 olan toplam 35 bin kişinin yaşadığı Monaco’dakiler ile pek ilgisi yok.

Dünyanın tuhaf bir beşeri mimariye sahip olduğunu aklımdan geçiriyorum. Bucatti, Lamborghini, Ferrari, Bentley ve Rolls Royce kültürü ile zamanındaki büyük uygarlıklar kurmuş benim coğrafyamdaki insanların hemen hiç kesişme noktası bulunmuyor.

Gece yarısı akşam yemeğinde, bana ve Ergun Babahan’a Monaco’da kılavuzluk ve ev sahipliği yapan dostumuz, yandaki masadakilere “İtalya’dan mı geldiniz? Bu gece dönecek misiniz?” diye soruyor. Benim hizamda oturan, “Arkadaşım Roma’dan geldi. Ben burada yaşıyorum” diye cevaplıyor.

Bu cevap üzerine, ben ona dönerek, “Monaco’lumusunuz?” sorusunu yöneltiyorum. Cevap, kısa ve keskin: “Maalesef değilim”!

***                            ***                  ***

Gece yol boyu düşünüyorum; “Monaco’lu olmak ister miydim? Monaco’lu olmamayı ‘maalesef’ diye hisseder miydim, Monaco’da yaşıyor olsaydım?”
Cannes’da bir “Rus ruleti”nden çıkmış, ertesi gün Türkiye’ye başka anlamda bir “Rus ruleti”nin içine dönüş yapacağını bilen birisi olarak böyle bir soruya, bana sorsalar ne cevap vermeliydim?

Sanmam. Biz galiba “Rus ruleti”ne “müptela” olarak programlanmışız.

Daha dönmeden önce, Balyoz soruşturmasında tutuklanmış bulunan ve tahliye edilen general ve amirallere ilişkin tekrar tutuklama kararı çıktığını duymuştum. Döner dönmez 70’i muvazzaf subay 86 kişinin gözaltına alındığı operasyonu yürüten 2 savcının soruşturmadan el çektirildiğini öğrendim.
Yüksek yargının yapısını hedef alan Anayasa değişikliği 265 imzayla TBMM’ye sunuldu.

Çıkar mı? 330’un altında kalır mı?

Çıkarsa, referanduma gidilebilecek mi? Ya Anayasa Mahkemesi’ne gidilir ve o yine bir “yetki aşımı” yapıp “yürütmeyi durdurma kararı” verirse?
Şayet referanduma gidilirse, referandumdan değişiklik çıkar mı?

Ya parti kapatmaları çok güçleştirmeyi de ifade eden anayasa değişiklik paketi tartışılırken, iktidar partisine (veya BDP’ye karşı) “kapatma davası” açılır ve dava kapatma ile sonuçlandırılırsa?

Baksanıza, Habur’dan girenler için ağır hapis cezalarını öngören bir soruşturma başlatılmış durumda. Bu durumda “Açılım” var diye, kim “dağdan” iner?
İnmez ve şiddet eylemleri önümüzdeki dönem Türkiye’de tırmanırsa, Türkiye nereye doğru, nasıl gider?

Bu terazi bu sıkleti çeker mi? Yani, Türkiye ta 2012 yaz aylarına dek seçimi bekleyebilir mi?

Bu “hukuk hengamesi”nde erken seçim söz konusu olabilir mi? Olursa, kim kazanır? “Kartlar” yeniden nasıl dağıtılır?

Türkiye’de hayat, hayatın her anı, neredeyse herkes için kocaman bir “Rus ruleti”.

“Rus ruleti” bizim için ne ki?..

Yazarın Tüm Yazıları