TARİH 20 Ağustos 1951
Hergün gazetesi haberi:
“Türkiye’ye sızan kızıl casuslar: Bunların arasında Bulgar Dahiliye Nazırı’nın kâtibi Kamçılı Kız da var.
Bulgaristan’dan tehcir edilen Türklerle birlikte yurdumuza sokulan kızıl casuslar hakkındaki tahkikat devam etmektedir. Türkiye’ye giren ve bilhassa İstanbul Üniversitesi’ne kaydedilen kızıl ajanlar üzerinde ehemmiyetle durulmaktadır.
Bundan 3 ay kadar önce Tıp Fakültesi’nde 4’üncü sınıfa yazılan ve Bulgaristan’daki Türk kızları arasında Kamçılı Kız namıyla maruf olan Bulgar Dahiliye Nazırı’nın kızı hususi tespit edilen kızıl ajanlar meyanındadır.
Türk ırkından olmasına rağmen sistemli bir Bulgar kızıl propagandası altında yetiştirilen mülteci Kamçılı Kız bilhassa Sofya’da ikamet eden ve zaman zaman Bulgar Emniyet Genel Müdürlüğü’ne çağrılan Türk kadın ve kızlarını kamçı ile dövdüğünden dolayı bu namı almış bulunmaktadır. Kamçılı kız Bulgar Dahiliye Nazırı’nın emriyle Türkiye’ye sızdırılmış, kendisi gibi mülteci kisvesi altına giren diğer ajanlara şef tayin edilmiştir. Bu surette Türkiye dahilinde gençlerden müteşekkil bir kızıl şebeke kurmaya vazifelendirilen Kamçılı Kız ve arkadaşları hakkında takibata geçilmiştir.”
DURUŞMALAR GİZLİ YAPILACAK22 Ağustos 1951, Zaman gazetesi “Kamçılı Kız” haberine devam etti. Bir de eylemini yazdı:
Üç gün önce yargılanmadan tutuklanan Namık Kemal ve dört arkadaşı sürgüne gönderilmektedir. Gizlilik içinde ‘Mısır’ adlı gemiye bindirildiler. Namık Kemal güverteden son kez İstanbul’a bakar. Sanır ki, bu adaletsizliğin önüne geçmek için tüm şehir ayağa kalkmıştır. Limanda kimseler yoktur. Oysa daha bir hafta önce, halk İstanbul’da ‘Fedai Kemal, Fedai Kemal’ diye sevinç gösterileri yapmıştır...
“HÜRRİYET” (Hurriet) Gazetesi’nin isim babası.
Bir dizi ifade ve kavramı Türkçeye kazandırdı:
Vatan, millet, vicdan, inkılap, ihtilal, siyasiyat, matbuat, hükümet, hayal, heyecan ve niceleri.
21 Aralık 1840’ta doğdu.
19 yaşında Tasvir-i Efkâr’da gazeteciliğe başladı.
25 yaşında Tazminat ve Islahat Fermanı’nı yetersiz bulan ilk gizli siyasi örgüt “Yeni Osmanlılar Cemiyeti”nin kuruluşuna katıldı. Anayasa’yı ilan etmezse Sultan Abdulaziz’i tahtından indireceklerdi. Aralarındaki bir muhbirin ele vermesiyle, Ziya Bey ile yurtdışına kaçtı. “Hurriet”i Londra’da çıkardılar.
ÜTOPYA, insanın yeryüzünde bir cennet hayatı oluşturma çabasıdır. Düşseldir. Daha iyiye, güzele ulaşma isteğidir. Platon’un “Devlet”i belki Batı edebiyatında ütopya türüne ilk örnek sayılabilir. Ancak Yeniçağ Avrupa’sında ütopyalara daha çok tanık oluruz.
Türkiye’nin “ütopya” kavramıyla tanışması 19’uncu yüzyılın ortalarına denk geldi. 150 yıllık bir geçmişe sahip Türk ütopyası genel anlamda “siyasi rüya”yla başlar. Bu süreç aynı zamanda Türkiye toplumunun çağdaşlaşma ve modernleşmesinin başlangıcıdır.
Kavramın felsefi, siyasi ve edebi
açıdan incelenmesi 50 yıl önceye, yoğun olarak işlenmesi ise 1980 darbesinden sonrasına aitti.
HEP KORKUTTU İnsanın insan üzerindeki baskısı arttıkça hep yeni/alternatif bir toplum projesi/ütopya anlayışı doğdu.
Ütopyalar, aslında toplumsal çelişkilere dikkat çeken ilk eleştirel metinlerdi. Manifestolardı.
Ütopyanın (Utopia) yazarı Thomas More bir politikacıydı. Başbakanlık yaptı. İngiltere Başbakanı olmasına rağmen, bu eseriyle ezilenlerin ve özellikle de köylülerin içinde bulunduğu yoksulluğa dikkat çekti.
MODERN Mısır’ın kurucusu bir Osmanlı; Kavalalı Mehmed Ali Paşa (1769-1849). Kavalalı dönemin tüm askerleri gibi Napolyon hayranıydı. Ve ilginç bir tesadüf sonucunda hayatını Napolyon değiştirdi!
Fransızlar Mısır’ı işgal edince Osmanlı Serdarıekrem Yusuf Ziya Paşa komutasındaki orduyu Mısır’a gönderdi. Bu orduya Kavala’dan 300 kişi katıldı.
Bunlardan biri de Mehmed Ali adında bir askerdi.
Fransızlar Mısır’dan çıkarken Kavalalı uzaktan; Napolyon’a, disiplinli Fransız askerlerine ve üniformalarına hayran oldu.
Zekâsı ve cesur kişiliğiyle sivrilip Mısır’ın başına geçtiğinde ilk yaptığı yeni bir ordu kurmak oldu. Bu amaçla zorunlu askerliği başlattı; Mısır’ın yoksul halkını askere aldı; onlara üniforma, silah, para ve en önemlisi kimlik verdi.
Bu aslında “ulus-devlet” olmanın ilk adımıydı; Mısır yoksulu orduya alınarak, bin yıl sonra hak ve görev duygusu içinde ülkesine sahip çıkacak bir bilince kavuşturuldu. Mısır’da (pro) milliyetçilik duyguları “ulusal ordu”nun kuruluşuyla işte böyle başladı.
Fransa nasıl krallığa son verip ulus-devlet kurduysa, Kavalalı da padişah boyunduruğuna son verip ulus-devlet kuracaktı.
ŞAİR Ece Ayhan hasta yatağında 1999’da yazdığı ve henüz yayınlanmamış güncesinde, bir dönem aşk yaşadığı Nilgün Marmara için şunu yazdı:
“Muzip kadın Nilgün Marmara. Tezer (Özlü) ile birlikte bana muziplikler yapmaya bayılırdı. İkisi de aynı anda göğüslerini gösterirlerdi. Güzeldi...”
Nilgün Marmara; 13 Ekim 1987 tarihinde, beşinci kattaki evinin, yatak odası penceresinden atlayarak intihar etti.
29 yaşındaydı.
Manik-depresif idi.
Tıpkı 31 yaşında intihar eden manik-depresif şair Sylvia Plath gibi.
Nilgün Marmara’nın yaşamöyküsünü ve intiharını anlayabilmek için Sylvia Plath’ın yaşamını bilmek gerekir...
Bu tartışma yeni değil; on yıllardır yanıtını arayan bir soru. Bırakın bağdaşıp bağdaşmadığını bundan 100 yıl önce Melamiler, “Balkan Sosyalist Melami Federasyonu” kurmak için çok çaba harcadı. Melamiler’in sosyalizmle ilişkileri konusunda ne yazık ki hiç araştırma yapılmadı. Bu da Sol’un bu topraklara ne kadar yabancı olduğunu gösteriyor aslında...
Önce bir tespit:
Bir aydın düşünün ki; 50 yıllık yazı yaşamı boyunca hep müstear ad kullanmak zorunda kalsın. Marksizmle ilgili onca kitaba ve çeviriye imza atmış bir
entelektüelin hayatı aslında bu topraklarda solun ne derece baskı altında olduğunun bir delilidir.
“Kerim Sadi” ve “A.Cerrahoğlu” (1900-1977) adını sol literatürü birazcık bilenler hemen tanır. Asıl adı neydi: “Nevzat Cerrahlar” mı yoksa “Ahmet Nevzat Cerrahoğlu” mu? Bir önemi var mı; bu benzersiz, sessiz, ünsüz, “İnsaniyet kütüphanesi”nin kurucusu, adam gibi adamın yazdıklarını anlamak için. Hayır!
Peşinen görüşümü yazayım:
Kim kendini hangi etnik gruba ait görüyorsa o kimliktedir. Yani “Ben Kürt’üm” diyorsa Kürt’tür.
Dil konusunda istediğiniz bilimsel çalışmayı yapabilirsiniz, ama biri “Bu benim dilimdir ve Kürtçedir” diyorsa, öyledir.
Ve ben hâlâ, kendi kaderini tayin hakkına inanırım...
Tamam. Şimdi istediğimi yazabilirim.
Gündemde, Kürtlerin iki dil ve özerklik talebi var.
Meselenin iki dil ve özerklikle biteceğine inanıyorsanız, yanılırsınız. Bu sadece başlangıçtır.
GÜNDEMDE Kürtçe var.
Kürtçe moda, Türkçe demode!
Bugün: “Türk” ya da “Türkçe” sözcüğünü dile getirenler ırkçılıkla, faşistlikle itham ediliyor.
Dün: Türk Dil Kurumu’nu kapatan 12 Eylül 1980 darbecilerine göre ise Türkçe ile ilgilenenler komünistlerdi!
“Güneş Dil Teorisi” dün de bugün de hep safsata olarak değerlendirildi.
Bütün dillerin kaynağının “Türk kökenli” olduğunu savunan “Güneş Dil Teorisi” Kemalist çevreleri bile artık sadece gülümsetiyor.
“Kemalist aşırılık” olarak değerlendiriliyor teori.
TEVFİKA Hanım’ın babası Hacı Ali, Kırım Tatarı bir göçmendi. Tire’de büyük bir çiftlikte kâhyalık yaptı; çiftliğin dul hanımıyla evlenerek “ağa” oldu.
Dört çocuğu oldu: Sadık, Şükrü, Refik ve Tevfika.
Tevfika genç yaşında gönlünü Halepçizade İbrahim Edhem’e kaptırdı. İbrahim Edhem İstanbul’da hukuk öğrenimi görüyor ve yazları Aydın’daki Kızılseki çiftliğinde kalıyordu. Bu çiftlik Tevfika’nın ailesiyle oturduğu konağın tam karşısındaydı.
Yaz aşkı mektup yazmakla başladı. Sonra gizli buluşmalarla sürdü.
Araya öğrenim yılı girse de birbirlerini unutmadılar. İbrahim Edhem, Aydın Vilayeti Tahriratı Umumiye Müdürlüğü’nde kâtip olarak çalışmaya başlayınca evlenmeye karar verdiler.
İbrahim Edhem’in babası İsmail Efendi bu birlikteliği karşı çıktı; çünkü Tevfika veremdi. Ama oğlunun ısrarlarına dayanamadı ve Tevfika’yı istemek için Hacı Ali Ağa’yı ziyaret etti.
Bekledikleri yanıtı alamadılar; Hacı Ali Ağa kızını vermedi.
ARKADAŞIM dert yandı:
“Oğluma yatarken hikâye yerine bazı biyografiler anlatıyorum. Picasso, Maradona, Beethoven, Che, John Lennon, Marilyn Monroe gibi.
Geçen hafta nereden duydu ise Fransız İhtilali’ni anlatmamı istedi?
Anlattım. Ama anlatırken korktum! Aklıma Adnan Cemgil ve oğlu Sinan geldi. Korktum.”
Adnan- Nazife Cemgil çifti öğretmendi. 1940’lar başında DTCF’deki üniversite mücadelesinin önde gelen aydınlarıydılar.
Adnan Cemgil işsiz kaldı; hapis yattı, sürgüne yollandı.
Oğulları Sinan Cemgil o zorlu yıllarda 1944’te doğdu.
WIKILEAKS belgeleri sayesinde ABD’nin Ankara büyükelçileri Eric Edelman, Ross Wilson ve James Jeffrey isimlerini ezberledik...
Peki Sir Percy Loraine (1880-1961) adını anımsıyor musunuz?
1933-39 yılları arasında İngiltere’nin Ankara Büyükelçisi’ydi.
1938’de gizlilik kaydıyla Londra’ya gönderdiği, “Notes On Leading Turkish Person Alities” adlı raporunda, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin toplam 96 yönetici, gazeteci ve aydını hakkında ne yazdığını biliyor musunuz?
WikiLeaks tartışmalarına ışık tutması için bu rapordan -daha önce de bu sayfada özet vermiştim- örnekler sunayım.
Bakın Sir Loraine, tanınmış Türkleri Londra’ya tanıtırken nasıl bir üslup kullandı ve haklarında neler yazdı:
“Yunus Nadi Abalıoğlu: Gazeteci. Kısa boylu, şişmandır. Kelebek gözlük takar. Herhangi bir rüzgâra kapılmaya meyillidir. Vicdansız, alçak adamın tekidir.
Ahlak, aklın polisidir.
Hayatın içinde ne var ya da ne yoksa; hepsi edebiyatın/sanatın konusudur.
Siz sanata; otoriteye dayalı kendi ahlakınızı dayatırsanız bunun adı tüm dillerde aynıdır: Faşizm!
Aşağıda ironik bir yazı kaleme aldım.
İstedim ki, gerçekten neyi tartıştığımızın farkında olalım.
Ya da nereye gittiğimizin!..
Umarım bu şaka (ki bazıları ne yazık ki, akıl tutulması sonucu artık neyin şaka olduğunun bile farkında değil) gerçek sayılmaz!
Ve suikast için gizlice buluştuklarında kimin neyi savunduğunu da not almıştı. “Şairler Hücresi” tarihin seyrini değiştirecek suikastı
nasıl tartışmıştı...
TAKSİM ’de canlı bomba terörü gerçekleştiğini öğrendiğimde elimde “Son Jön Türk Kalesi: Ahmet Kemal Akünal” adlı biyografi kitabı vardı. (Derleyen M. Kayahan Özgül, Kitabevi) Bu kadar tesadüf olmaz; tam da şair Ahmet Kemal’in, Sultan II. Abdulhamid’e düzenleyeceği suikast planıyla ilgili bölümü okuyordum.
Servet-i Fünun yazarı Ahmet Kemal defterine bakın suikastla ilgili neler yazdı:
“Benim Tartaksiyon Cemal Paşa adında bir eniştem vardı. Halamın kocasıydı. Eşi diyemiyorum, çünkü eşi değil, kocasıydı. Sultan Abdulaziz’in mabeyincilerinden Ahmet Bey’in oğlu idi. Harbiye Mektebi’nden çıkınca babasının iltimasıyla Avrupa’ya ataşe militer yolladılar. Oralarda yirmi-otuz sene oturdu. Nüzul isabet etti, ancak bu suretle İstanbul’a döndü.(...)
Kimseye zarar vermeden Abdulhamid’in teveccühünü ve atıfetini kazanmaya çalışırdı. Mesela kötürüm olduğu halde, her cuma selamlığına koşar ve efendisine görünür idi. Abdulhamid buna bir nefer tahsis etmişti. İnişte, yokuşta, kalkışta, oturuşta Paşa’yı bu nefer sırtında taşırdı. Hulasa eniştem Abdulhamid’in emniyet ettiği bir adamdı.”
Hücre toplantısı
Romantik bir solcunun portresi Ahmet Kaya
Balzac’ın “Gizli Başyapıt” eserinin kahramanı Frenhofer, “bir türlü anlaşılamayan ve bunun sonucu intihar eden” bir ressamdı. Hikâyesini Hürriyet’te yazmış ve şöyle bitirmiştim: “Frenhofer karakterini yaratan Balzac, bugün Paris’te Pere Lachaise Mezarlığı’nda yatıyor; biraz ilerisinde bizden iki ‘Frenhofer’ uyumaktadır: Ahmet Kaya ve Yılmaz Güney!” Ölümünün 10’uncu yılında Ahmet Kaya yine gündemde. Peki bugün Ahmet Kaya’yı ne kadar anlayabiliyoruz?..
28 EKİM 1957’de Malatya’da doğdu.
kakılmışlık burada yoktu.
Babası Mahmut Kaya işçiydi. Kürt’tü. Annesi Zekiye ev hanımıydı, Erzurumlu Türk’tü. Mustafa, Nurcan, Emine, Songül’den sonra doğmuştu.
Çocukken lakabı dudaklarının iriliğinden dolayı “Loş Dudak” idi.
Dayısı Muzaffer Genç cümbüş, amcası Yusuf Kaya tambur çalıyordu. Kulağı müziğe yatkındı. İlk sazı/curayı babası 6 yaşında aldı. 15 günde çalmayı öğrendi. Yetenekliydi.
Sahneye ilk kez 9 yaşında, -1 Mayıs yerine o dönemde kutlanan- 24 Temmuz 1966’da Çalışanlar Bayramı’nda çıktı.
1972’de Mahmut Kaya Sümerbank’tan emekli olunca, çocuklarına daha iyi bir gelecek sağlamak için ailesini İstanbul’a taşıdı.
Almanya’da yaşadı
İstanbul’u “soğuk” buldu Ahmet Kaya. Alışamadı. Dayısı Zeki Genç’in yanına Almanya’ya gitti. 1.5 yıl Köln’de yaşadı. Burada da yapamadı; tekrar ailesinin yanına döndü.
Artık değişmişti. Saçları uzundu, daracık kot pantolon giyiyor ve vücut geliştirme sporları yapıyordu. Sigaraya başlamıştı.
Okumadı. Mısır Çarşısı’nın arkasında bir arkadaşıyla seyyar satıcılık yapmaya başladı. Burada tanıştığı devrimci ağabeyleri sayesinde Fatih Çarşamba’daki Halk Bilimleri Derneği’ne gitmeye başladı.
Dernekte olmak hoşuna gidiyordu; çünkü burada, üniversite mezunları da vardı, okuma-yazma bilmeyenler de. Dışarıdaki itilmişlik-
Dernekte bağlama çalmayı ilerletti. Seminerlere katıldı. Politik olarak kendini geliştirmeye çalıştı.
1977 yılında...
Nâzım Hikmet Anma Gecesi’nde sahne aldı, şiirler okudu ve bir konuşma yaptı. Bu “suçu” karşılığında Sağmalcılar Cezaevi’nde 5 ay hapis yattı!
Cezaevi çıkışı askere alındı. Askerlik de sorunlu geçti; sürekli kaçtı. Ailesi de komutanları da bıktılar bu durumdan. Orduevinde bağlama çalması sağlanarak askerlikten kaçışını önlediler.
Askerlik dönüşü Halk Bilimleri Derneği’nde gördüğü, Emine Başa’yla flört edip evlendi. Yıl: 1979 idi. Bir yıl sonra çocukları oldu: Çiğdem.
1980’li yılların başında Ahmet Kaya ağır travmalar yaşadı: 12 Eylül darbesi oldu. Yerleşik bir işe girmediği gerekçesiyle eşi tarafından terk edildi.
Ve babasını kaybetti.
Elinde bağlamasıyla kalakaldı. Artık sadece hayalleri vardı.
Yine cezaevine girdi
Dönemin arabesk yıldızı Ferdi Tayfur’un grubunda çalmaya başladı. Bu sayede ünlü kabadayı Kürt İdris’le tanıştı. Oğlu Muhammed Murat’a bağlama öğretirken yazıhane polis tarafından basıldı. Bulunan ruhsatsız silahı Ahmet Kaya üstlendi. 3 ay hapis yattı.
Cezaevinden sonra tanıştığı Hasan Hüseyin Demirel, Ahmet Kaya’nın hayalini gerçekleştiren adam oldu.
İkisi de boşanmıştı.
İkisinin de birer kızı vardı: Nazlı ve Çiğdem.
İkisi de Almanya deneyimi yaşamış, cezaevi görmüştü.
Ve ikisi de bir dönem Aydınlık hareketi içinde yer almışlardı.
Dost oldular. Birlikte çalışmaya başladılar. O baskıcı günlerde umudun, isyanın türkülerini söylediler.
1985’te Ahmet Kaya’nın ilk kasedi çıktı: Ağlama Bebeğim.
Hemen arkasından aynı yıl ikinci kaset: Acılara Tutunmak.
Kasetleri için toplatma kararları çıktı. “Çok uzakta öyle bir yer var/o yerlerde mutluluklar/bölüşülmeye hazır bir hayat var” sözleri sebep olmuştu!
Danıştay kararı bozdu, kaset özgürlüğe kavuştu.
Diğer yanda Ahmet Kaya’nın yaptığı müzik tartışılmaya başlandı: “Muhalif müzik, başkaldıran müzik, toplumcu müzik” diyenler de vardı; “Eylülist müzik, popülist müzik, arabesk müzik” diyenler de. Halk ise “özgün müzik” adını verdi.
Üçüncü kaset bir yıl sonra çıktı. Nevzat Çelik’in idam mahkûmunun infaz öncesi ruh halini anlatan şiiri “Şafak Türküsü”, Ahmet Kaya’yı Türkiye’ye tanıttı. “Bir sabah anne bir sabah/acısını süpürmek için açtığında kapını/adı başka, sesi başka, nice yaşıtım/koynunda çiçekler içinde bir ülke getirirler.”
Kadir İnanır’ın arkadaşı
Artık profesyoneldi.
Devrimci bir stardı.
Yine de her kasetten sonra soluğu çağrıldığı mahkemelerde aldı. Örneğin; “Başkaldırıyorum” diye kaset çıkardı, hemen hakkında tezkere çıkarıldı; “Devlete mi başkaldırıyorsun?” Aynı soruyu soran gazetecilere, “Başkaldırmayayım da kıç mı kaldırayım” dedi.
Bu tür delikanlı üslubu, onun geniş kitlelerce daha da sevilmesine neden oldu.
İşte bu nedenle bir yanı delikanlı, bir yanı solcu olan Kadir İnanır’ı çok sevdi. Onun için hayatında bir ilki denedi; “Tatar Ramazan” filminin müziğini yaptı. “Şu dağlarda kar olsaydım/bir asi rüzgâr olsaydım/arar bulur muydun beni/sahipsiz mezar olsaydım...”
Bir kuruş para almadı; “Kadir İnanır için yaptım bu müziği, para kabul edemem” dedi.
O çalkantılı günlerde ikinci evliliğini yaptı. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde öğrenci iken cezaevine atılan, 12 Eylül darbesi mağduru Gülten Hayaloğlu’yla evlendi. Kızı Melis bu evlilikten dünyaya geldi.
Dönem değişiyor
1990’larda artık af çıkmış, cezaevlerinde kimse kalmamıştı. Özlem duyulan sosyalizm büyük bir sarsıntı geçirip Berlin Duvarı’na toslamıştı. Rüzgâr tersten esiyordu. Mapushane, işkence, özgürlük temalı “özgün müzik” kasetleri satmıyordu.
Yeni kuşaklar büyümüş, dinleyici profili değişmişti. Üstelik artık sadece solcular dinlemiyordu Ahmet Kaya’yı; sağcılar ve İslamcılar da beğeniyordu.
Yeni döneme uygun stratejiler geliştirdi.
Anadolu rock denedi.
İmaj değişikliği yaptı. O artık üzerinde uzun siyah paltosu olan, mertliği, dürüstlüğü-yiğitliği seven bitirim görünümündeydi.
Döneme uygun; “Başım Belada”, “Dokunma Yanarsın”, “Tedirgin” adlı kasetleri yaptı.
Hiçbir şeyi beğenmeyen entel magandalara karşı, tabancasını helada unutan halkının yanındaydı.
Jet-Pa sponsorluğunda “Avrupa’da İnanca Saygı, Düşünceye Özgürlük Konserleri” verdi.
Kliplerini Sinan Çetin çekti. TV’de program yaptı.
BMW’ye bindi, Etiler’de oturdu.
Ancak...
Kürt sorunu
Düzene “ayak uydurması” kısa sürdü.
Aykırıydı çünkü. Resmi ideolojiye, yerleşik söyleme muhalifti. Yerinde duramayan haylaz bir çocuktu. Gözü pekti.
Kürt sorununa duyarsız kalmadı.
Kürt sorununu sosyalistler çözecekti ama artık ortada ne sosyalist hareketler ne de sosyalizm umudu vardı. Birçok Kürt gibi Ahmet Kaya da savruldu. Döneme uygun kasetler yaptı: Şarkılarım Dağlara.
“Ağladıkça ağladıkça dağlarımız yeşerecek/görecek, göreceksin/ağladıkça ağladıkça/geceyi tutacağız göreceksin...”
Sözler Gülten Kaya’ya aitti.
Bir dönem cezaevlerindeki devrimcilere yazılanların yerini, artık dağdakilere yapılan şarkılar aldı. “Abin bir gün dağdan döner/sarılırsın yavrucuğum...”
Şafak Türküsü yerini Mavi’nin Türküsü’ne bıraktı: “Şu dağdaki gezene bak gözlerinin rengine bak/mavi gözler kan kan olmuş/şu feleğin işine bak...”
Yeni süreçte, birçok şarkısının sözlerini yazan kayınbiraderi Yusuf Hayaloğlu’yla yollar ayrıldı.
Rahmetli Hayaloğlu, gazeteci Ferzende Kaya’ya ayrılığın nedenini şöyle anlattı: “Sanata ve siyasete bakışımızda, Gülten, Ahmet ve benim aramda düşünsel farklılıklar vardı.(...)Sözgelimi Tuncelili olmak başkaydı, ‘Tuncelilik’ şovenizmi başkaydı. Kürt doğmak başkaydı ‘Kürtçü’ davranmak başkaydı. Alevi kökenli olmak başkaydı ‘Alevici’ olmak başkaydı. Sol düşünmek başkaydı ‘solculuk’ yapmak başkaydı. Allah’a inanmak başkaydı ‘şeriatçı’ olmak başkaydı. Ben hiçbir zaman ‘cı’ olmayı hissetmedim ve olmadım da.” (Başım Belada, Anka Y.)
Yeni girilen bu süreçte Ahmet Kaya artık tamamen Gülten Kaya’nın kontrolündeydi.
Ahmet Kaya aslında Türkiyeli birçok solcu gibi, hissederek düşünen biriydi. Teorik yanı zayıftı.
Kendini hep Türkiyeli gördü.
Kürtlere yapılanlara karşı öfkeliydi.
Son kasedine -Kürtçe bilmemesine rağmen- Kürtçe bir şarkı koymak istedi. Bunu, 10 Şubat 1999 tarihinde katıldığı Magazin Gazetecileri Derneği gecesinde açıkladı. Linç edilmek istendi. Sonra cadı kazanına atıldı.
Sonra Paris’te başlayan sürgün günleri.
Ve sonra sürgüne dayanmayan yüreğinin durması.
“Öldüğümde değil yaşarken anlayın beni” dedi hep. Hâlâ anlaşılamadı.
O bir Frenhofer çünkü.
Kim ne derse desin; sımsıcak çocuk yüreği olan
bir Frenhofer.
AHMET KAYA’YLA İLGİLİ YAZILMAMIŞ BAZI ANILAR
BİZİM topraklarda insan ilişkileri pamuk ipliğine bağlıdır, çabuk kopar. Anlamadan, düşünmeden, irdelemeden duygularımıza yenik düşüp hemen “öteki”leştiririz çok sevdiklerimizi bile.
Ahmet Kaya bunun örneğidir.
Bir türlü anlaşılamamanın adıdır Ahmet Kaya.
Evet Frenhofer’dir.
Bugünlerde herkes Ahmet Kaya’yı bir o yana, bir bu yana çekiştirip duruyor. Her çevre kendi siyasal görüşlerine “malzeme” yapmaya çalışıyor.
Bu konulara girmeyeceğim.
Ahmet Kaya arkadaşımdı...
Ahmet Kaya’yı çocuksu yönüyle yazmaya çalışacağım. Çünkü Ahmet Kaya hep asık suratla tartışılıyor. Kuşkusuz bunda yaşadığı acılı son sürecin ağırlığı var. Ama salt böyle bir Ahmet Kaya portresinin de haksız ve yanlış olacağını düşünüyorum. Fıkra anlatan, muhabbetine doyulmayan, keyifli yaşayan-yaşatan, şaşırtan, “komedyen” Ahmet Kaya gerçeği, bugünün ağır siyasi nutuklarına kurban edilmemelidir.
Bu nedenle...
Büyük lafları başkalarına bırakıp, -pek kendimden bahsedilmesini sevmememe rağmen- Ahmet Kaya’yla yaşadığımız bir-iki anıyı paylaşmak istiyorum.
1993’te Aziz Nesin’in liderliğinde solun hemen tüm renklerini kapsayan günlük “Aydınlık” Gazetesi’ni çıkarıyoruz.
Ahmet Kaya, gazete yararına konser vermek için Ankara’ya geldi. Gazeteyi ziyarete geldiğinde odama geçtik. O gün Ankara büroda çalışan yazarlar da “Hoş geldin” demek için odaya gelmeye başladı.
İlk gelen Attila Aşut’tu. Sonra Şükrü Günbulut geldi. “Hoş geldin Ahmet” deyip gittiler.
Ahmet Kaya bir dönem Aydınlık hareketi içinde yer almıştı; Doğu Perinçek’i yakından tanıyordu.
Doğu Perinçek’in bir ayağı aksaktı. Attila Aşut ve Şükrü Günbulut’un da ayakları aksaktı.
Ahmet Kaya, Attila Aşut ve Şükrü Günbulut’la arka arkaya tanıştıktan sonra bana döndü gülümseyerek şöyle dedi.
“Yahu Soner bizim sol harekette hiç mi sağlam adam yok!”
İşte benim tanıdığım Ahmet Kaya buydu...
Ahmet Kaya hakkında bugünlerde öylesine sözler ediliyor ki şaşırıp kalıyorum. Kuşkusuz politik yönü unutulmamalı yoksa Ahmet Kaya tam anlatılmamış olur. Ama Ahmet Kaya’nın muzipliği de yazılmazsa biyografisi eksik kalmaz mı?
Cevat Korkmaz adında ortak bir arkadaşımız vardı. Cevat Korkmaz, Harika Avcı’yı çok beğeniyordu. Ahmet Kaya her fırsatta “Ben tanırım iyi kızdır, tanıştırırım” diyordu.
Cevat Korkmaz’a bir gün Ahmet Kaya’dan telefon geldi. “Akşam Harika Avcı bize gelecek sen de gel, tanışmış olursun.”
Cevat Korkmaz’ın içi içine sığmadı; giyindi-kuşandı akşam Ahmet Kaya’nın kapısının ziline bastı. Kapıyı gülümseyerek Ahmet Kaya açtı ve Cevat Korkmaz’ı salonda oturan konuğuyla tanıştırdı: “Cevat kardeşim işte o çok beğendiğin sanatçı; Akrep Nalan!”
İşte benim tanıdığım Ahmet Kaya buydu...
Bu bayramda Budapeşte sokaklarında gezerken, karşıdan gözünü gözüme dikmiş bir kadının geldiğini görüp şaşırdım. Kadın tam yanımdan geçerken yanındakilere Türkçe şöyle dedi: “Gördünüz mü Ahmet Kaya yaşıyormuş işte!”
Ahmet Kaya’nın yaşadığı şeklindeki “şehir efsanesi” beni yurtdışında da bulmuştu!
Ahmet Kaya’ya fiziki olarak kendimi hiç benzetmem. Ama benzeten çoktur.
15 yıl önce...
Bir konser öncesi buluştuk, rakı içtik ve konser salonuna gittik. “Soner sen salona geç hazırlanıp geleyim” dedi. Perdenin arkasından, “salon dolu mu, boş mu diye” baktığım an, binlerce kişi ayağa kalkıp bağırmaya başladı. “Herhalde Ahmet Kaya’nın geldiğini duydular” dedim. Bir daha kafamı uzattım yine alkışlar, bağırış çağırışlar. Hiç anlam veremedim bu kez.
Sonra Ahmet Kaya salona geldi, harika bir konser verdi.
Soyunma odasına giderken, “Geceyi böyle bitirmeyelim, devam edelim, arabaya geçsene hemen geliyorum” dedi.
Mercedes’i konser salonunun arkasındaydı. Konser salonunun kapısını açtım, dışarı adım atmamla onlarca kişinin saldırısına uğradım. Hayranları beni Ahmet Kaya sanmışlardı ve üzerimde ne varsa almak istiyorlardı. Kimi ise sakalımı saçımı yoluyordu.
Parçalanırken imdadıma Ahmet Kaya yetişti. Korumalarıyla hemen kalabalığı dağıtıp beni otomobile soktu ve hızla uzaklaştık. Demek ünlü olmak böyle bir şeydi! Ve ünlü Ahmet Kaya bir arkadaşını kurtarmak için, başına ne geleceğini hiç hesap etmeden kalabalığın içine dalıvermişti.
İşte benim tanıdığım Ahmet Kaya buydu.
Zekiydi. Espriliydi. Muzipti. Coşkuluydu. Ve arkadaş canlısıydı.