Soner Yalçın

Kamçılı kız

20 Mart 2011
Soğuk Savaş döneminde Türk basınının gazetecilik ilkelerini bir kenara bırakarak propaganda amaçlı tek yanlı “haberler” yaptığı artık sır değil. Korku ve endişe yaratarak halkı antikomünist yapmayı hedefleyen bu habercilik anlayışının kullandığı motiflerden biri de güzel, sarışın “Kamçılı Kız” idi. Çok tehlikeli bir kızıl komünist olan “Kamçılı Kız” Türkiye’ye nasıl sızmıştı? Kimleri kandırıp oyuna getirmişti?

TARİH 20 Ağustos 1951
Hergün gazetesi haberi:
“Türkiye’ye sızan kızıl casuslar: Bunların arasında Bulgar Dahiliye Nazırı’nın kâtibi Kamçılı Kız da var.
Bulgaristan’dan tehcir edilen Türklerle birlikte yurdumuza sokulan kızıl casuslar hakkındaki tahkikat devam etmektedir. Türkiye’ye giren ve bilhassa İstanbul Üniversitesi’ne kaydedilen kızıl ajanlar üzerinde ehemmiyetle durulmaktadır.
Bundan 3 ay kadar önce Tıp Fakültesi’nde 4’üncü sınıfa yazılan ve Bulgaristan’daki Türk kızları arasında Kamçılı Kız namıyla maruf olan Bulgar Dahiliye Nazırı’nın kızı hususi tespit edilen kızıl ajanlar meyanındadır.
Türk ırkından olmasına rağmen sistemli bir Bulgar kızıl propagandası altında yetiştirilen mülteci Kamçılı Kız bilhassa Sofya’da ikamet eden ve zaman zaman Bulgar Emniyet Genel Müdürlüğü’ne çağrılan Türk kadın ve kızlarını kamçı ile dövdüğünden dolayı bu namı almış bulunmaktadır. Kamçılı kız Bulgar Dahiliye Nazırı’nın emriyle Türkiye’ye sızdırılmış, kendisi gibi mülteci kisvesi altına giren diğer ajanlara şef tayin edilmiştir. Bu surette Türkiye dahilinde gençlerden müteşekkil bir kızıl şebeke kurmaya vazifelendirilen Kamçılı Kız ve arkadaşları hakkında takibata geçilmiştir.”
DURUŞMALAR GİZLİ YAPILACAK22 Ağustos 1951, Zaman gazetesi “Kamçılı Kız” haberine devam etti. Bir de eylemini yazdı:

Yazının Devamını Oku

Namık Kemal’i kim öldürdü

13 Mart 2011
Tarih: 9 Nisan 1872.

Üç gün önce yargılanmadan tutuklanan Namık Kemal ve dört arkadaşı sürgüne gönderilmektedir. Gizlilik içinde ‘Mısır’ adlı gemiye bindirildiler. Namık Kemal güverteden son kez İstanbul’a bakar. Sanır ki, bu adaletsizliğin önüne geçmek için tüm şehir ayağa kalkmıştır. Limanda kimseler yoktur. Oysa daha bir hafta önce, halk İstanbul’da ‘Fedai Kemal, Fedai Kemal’ diye sevinç gösterileri yapmıştır...

“HÜRRİYET” (Hurriet) Gazetesi’nin isim babası.
Bir dizi ifade ve kavramı Türkçeye kazandırdı:
Vatan, millet, vicdan, inkılap, ihtilal, siyasiyat, matbuat, hükümet, hayal, heyecan ve niceleri.
21 Aralık 1840’ta doğdu.
19 yaşında Tasvir-i Efkâr’da gazeteciliğe başladı.
25 yaşında Tazminat ve Islahat Fermanı’nı yetersiz bulan ilk gizli siyasi örgüt “Yeni Osmanlılar Cemiyeti”nin kuruluşuna katıldı. Anayasa’yı ilan etmezse Sultan Abdulaziz’i tahtından indireceklerdi. Aralarındaki bir muhbirin ele vermesiyle, Ziya Bey ile yurtdışına kaçtı. “Hurriet”i Londra’da çıkardılar.

Yazının Devamını Oku

Erbakan’ın hatırlattığı Müslüman ilim adamları

6 Mart 2011
Milli Görüş lideri Erbakan, son yolculuğuna, siyasetçi kimliği yanında bilim adamlığı kimliği de anımsatılıp takdir edilerek uğurlandı. Her ne kadar akademisyenliğini siyaset uğruna terk etmiş olsa da Erbakan’ın bu kimliğiyle de anılması sevindiricidir. Çünkü sürekli din ile bilim iki ayrı zıt kutupmuş gibi gösteriliyor, anlatılıyor. Oysa Charles Darwin’in bile öncüsü olan, Müslüman ilim adamlarımız olduğunu biliyor musunuz?



BİN yıl önce yaşadı: (973-1051)Adı Biruni.Aslen Türk’tü.Daha küçük yaşta doğaya meraklıydı. Matematik ve astronomi öğrendi. Hayatı boyunca keşif yolculuğu yaptı. Devrin ünlü ilim merkezlerine gitti. Bu ziyaretlerinin birinde İbn-i Sina ile tanıştı.
Büyük canlı grupları (âlem) arasındaki evrimsel geçişleri merak etti. Matematik, fizik, astronomi, eczacılık gibi alanlarda 180 eser verdi. Kitabu’t-tefhim, el-Kanünül-Mesüdi, Kitab’s-Saydele, Kitabu’l-Cemahir, el-Aşaru’l-hakkiye gibi...
“Asar-ül Bakire” adlı eserinde Sezar’ın doğuşunu bir minyatürle gösterdi. Bu doğum minyatürü Sezar’ın adından dolayı “Sezaryen” teriminin doğmasına neden olacaktı. Biruni de bu doğuma “Sezaryen” adını vermişti! Sadece bu mu?
YARATILIŞ NE ZAMAN BAŞLADI
Âlim Biruni’nin en temel özelliği, evrimci olmasıydı. Kainatın oluşumunu evrimci bir yaklaşımla izah etti. Canlıların, suni seçim yoluyla evrimleştiğini ileri sürdü ve buna “tabiat ekonomisi” adını verdi.
Doğada her şeyin üremesi, çoğalması ve evrimi, belirli bir ölçüye, dengeye göre olmaktaydı. Doğada bir ekonomi vardı, başıboşluk ve israf yoktu. Yok olacak ağaçların yok olmasına doğa karar verir ve böylece yeni canlıya yer açar...
Biruni yaratılışın ne zaman ve nasıl başladığı konusunu, Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam dinlerinin bilgileri ışığında irdeledi.
Yaratılışı, Allah’ın hür iradesinin bir eseri olarak gördü. Kainat yokken sonradan yaratıldığı; ancak yaratılışın ne zaman ve nasıl başladığı hakkında tam ve kesin bilgilere sahip olunamayacağı tezini ilerini sürdü. Biruni’ye göre elimizde bu konuda kesin ve aydınlatıcı bir bilgi yoktu. Özellikle Yahudi ve Hıristiyanların kitaplarındaki bilgiler tefsir edilmişti. Yaratılışı insan yaratılışıyla başlatmak hatalıydı.
Rabbin bir günü kulun günüydü.
Kuran’daki ayetler ise doğruydu.
NE YAZDI
“Allah Teâlâ insan türünü yaratmak isteyince, O; önce uygun biçimde yerin yaratılmasını belirledi ve ona doğal şeklini oluşturacak evrimleşmeyi temin edecek gücü verdi; doğal şeklinden kastım, yeryüzünün yuvarlaklığıdır.”
Yani, uygun şartlar oluştuğu zaman madenler ve canlı türleri birbi-rinden bağımsız olarak ortaya çıktı. İlk önce cansız varlık türleri ortaya çıkmıştı, su, hava, gaz, toprak...
Sonra evrimleşme kabiliyeti olan canlıyı yaratmıştı. Bütün canlı türleri birbirinden bağımsız olarak türemişti. Ama Biruni, “İnsan en yüce mertebeye kendinden aşağı hayvan-lardan çıkarak vardı” görüşüne karşı çıktı. Hayır, insan, köpekbalığından domuzluğa sonra maymunluğa yükselerek insanlığa yükselmemişti.
İlk ana canlı türleri, Allah’ın yaratma fiilinin bir gereği olarak uygun şartlar oluşunca evrimleşerek gelişmişlerdi. Ana türler kendi içinde zamanla çeşitli dallara ayrılarak gelişmekteydi.
BİRUNİ ŞAŞIRMADI
Darwin’i, bir dağın tepesinde bulduğu bir deniz canlısının fosili nasıl şaşırtmış ise, Biruni de Hindistan’la ilgili ilginç bir olay anlatır:
“Eğer Hindistan’da toprağı kazarken ne kadar derine inerseniz inin, çıkan taşların hep yuvarlaklaşmış olduğuna dikkat etmişseniz (...) Hindistan’ın bir zamanlar deniz olduğu ve yavaş yavaş ırmaklarının alüvyonlarla dolarak kara halini aldığı sonucuna varırsınız.”
Biruni’ye göre dünyadaki jeolojik değişme süreklidir. Suni seçim yoluyla evrimden bahseden de ilk Biruni’ydi. Bir bahçıvanın yetiştirdiği domateslerden iyi türleri ayıklayarak gelecek mevsimde onların tohumlarını ekmesi, bu domateslerin bir çeşit suni seçim yoluyla evrimleşmesiydi.
Suni seçim yoluyla evrimden Biruni’den sonra ilk bahseden bilim adamı Darwin idi.
Ne ilginç!
Bin yıl sonra evrim konusunu hâlâ rahatlıkla konuşup tartışamıyoruz. Oysa bakın Mevlânâ ne diyor:
Mineral öldüm ve bitki oldum.
Bitki öldüm ve hayvan oldum.
Hayvan öldüm ve insan oldum.
Korku niye? Ne zaman daha az ölümsüzüm?
Tekrar bir daha insan olarak öleceğim.
Kutlu meleklerle beraber uçmak için.
Hatta meleklikten daha ileri geçeceğim.
Allah hariç, her şey yok olucu.
Melekleşmiş ruhumu adadığımda.
Aklın idrak edemediği şeye dönüşeceğim.
Ah, benim var olmama müsaade et!
Çünkü var olmama, dillerde: O’na dönücüyüz.

Evrimci gizli örgüt: İHVAN-I SAFA

İHVAN-I Safa ile Darwin arasındaki paralellik Batı’da 1878’de kuruldu. İslam düşüncesindeki evrim teorisi üzerine çalışma yapan Dieterici, Darwin’in fikirleriyle İhvan-ı Safa arasındaki benzerliğe dikkat çekti.
Kimdi İhvan-ı Safa?
10’uncu yüzyılda ortaya çıkan İhvan-ı Safa topluluğu çeşitli bilimlerle ilgili 52 risale yazıp bıraktı.
Merkezi Basra olan bu topluluğun sadece beşinin adı bilindi. El Maksidi, ez Zencani, el Mihrecani, el Avli ve Zeyd b. Zufa.
Beyin, Maksidi idi. Diğer dördü Maksidi’nin yazdığı risaleleri çeşitli bölgelere dağıttı; bilgiler topladı, toplantıları organize etti.
Topluluğun kurucularının kimler olduğu, ne zaman ve nerede ortaya çıktıkları, faaliyetlerinin ne kadar sürdüğü tam olarak bilinmiyor. Nedense çalışmalarında hep gizliliği benimsediler. Kim bilir belki de savunduklarından dolayı illegaliteye geçmişlerdi.
İhvan-ı Safa genel olarak evrim konusunda şu görüşü ileri sürdü:
İnsan sosyal ve psikolojik olarak evrimleşir.
Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e gelinceye kadar Allah’ın, insanlığa çok sayıda peygamber ve din göndermesinin ana sebebi, insanlığın hem sosyal hem de psikolojik evrimini sağlamaktı.
Her gelen yeni din, bir önceki döneminin sosyal yaşantı ve düşünceleriyle ilgili olan sistemi ya tamamen ya da kısmen değiştirdi.
Peki ama soru şuydu:
İnsanlığın sosyal evrimleşmesi devam edecek, bununla birlikte, İslam’dan sonra ne yeni bir din, ne de yeni bir peygamber gelecektir. İslam, gelecekteki sosyal evrimlere yanıt verecek nitelikte olduğu gibi peygamberlerin görevini de Hz. Muhammed’in mirasçıları olarak hikmet sahibi imam, veli, âlimler devam ettirecekti. Çağdaş Müslüman düşünürlerden Muhammet Abduh, Ömer Nasuhi Bilmen de bu görüşteydi.

David Hume kimden etkilendi: İBN TUFEYL

İBN TUFEYL başta David Hume olmak üzere Batılı düşüncelere etki etmiş bir âlimdi. Roman tarzında yazdığı “Hayy b. Yakzan” adlı eserinin kahramanı Hz. Adem’i temsil etti. Yani İbn Tufeyl ilk insan oluşumunu kaleme aldı.
Peki, ilk insan nasıl oluşmuştu?
“Hindistan yakınlarındaki ekvatoral ıssız bir adanın cep gibi çukur bir yerinde, toprağın su ve havayla iyice karışımıyla meydana gelen çamur, uzun zaman içinde güneşin ısı ve ışığının tesiriyle mayalanır. Bu mayalanmış çamur halden hale geçerek nihayet bir şekil alınca Allah ‘hayat’ adını bu şekle tecelli eder ve ona ruh verir. Böylece ilk insan kendiliğinden oluşur.”
Yani hayat cansız maddelerden Allah’ın tecellisi olarak türemişti. Bu türeyişte döllenme ya da eşleşme yoktu.
Tufeyl’in yaşamın menşeiyle ilgili teorisi birçok modern biyolojik ve kozmolojik görüşlerin temelini oluşturmaktadır.
1950’lerde atılan, hayatın başlangıcı doğada çok bulunan bazı madde ve gazların kimyasal bileşiminin evrimleşmesiyle açıklamaya çalışan kimyasal evrim teorisiyle, Tufeyl’in görüşleri benzerdi!
Tufeyl özel olarak hangi kimyasal maddelerin hayatın başlangıcını teşkil ettiğini söylemese de, genel olarak su, toprak, güneş ve havanın (karbondioksit, amonyak, su vb. maddelerin) ilk canlıları meydana getirdiğini ilk tespit eden âlimdi.
Bugün İbn Tufeyl, Haldone, Frobisher, Keosion, Osborn, D.T. Chardin gibi bilim adamlarının öncüsü sayılmaktadır.

Mutasyona inanan bir İslam aydını: CAHIZ

ADI: Ebu Osman b. Bahr el Cahız (776-869).
Basra’da doğdu, Basra’da öldü. 84 yıl yaşadı. İslam aydınlanmacısı Mutezile ekolünün önde gelen âlimlerindendi. Cahıziye adlı ekolün kurucusuydu.
Tüm kâinatın bir bütün olarak nasıl oluştuğunu izahtan ziyade, canlıların oluşumu ve onların aktüel evrimleri üzerine çalıştı.
Ünlü bir zoolog ve antropolog idi. “Kitabu’l hayavan” adlı kitabında modern hayvan bilimine birçok teori kazandırdı. İlk defa hayvan psikolojisi ve sosyolojisinden bahsetti.
Doğa olaylarını incelemeye karşı büyük bir merakı olan Cahız, hayvanlar âlemi üzerine çok çalıştı. Özellikle köpekler, tilkiler, kurtlar ve güvercinlerin yaşayışını bizzat gözlemleyip notlar aldı. Cahız’ın bu hayvanları gözlemlerken dikkatini şu çekti: Bu hayvanlar coğrafi bölgelere göre birbirinden farklılıklar gösteriyordu. Bunların sebeplerini açıklayan Cahız, ilk defa genel biyolojik evrim teorisini de temellendirdi.
Neler yazmadı ki...
Örneğin:
Karıncaların toplumsal örgütlenmeleriyle ilgili olarak kendi gözlemlerini de kapsayan detaylı bir bilgi verdi. Karıncaların yuvalarında nasıl tahıl depoladıklarına ve bu sayede yağmurlu mevsimlerde tahılın bozulmasını önlediklerine ait açıklamalar getirdi.
Keza...
Bazı böceklerin ışığa duyarlılıkları hakkında da bilgiler kaleme aldı. Cahız çoğunlukla Darwin’e dayandırılan doğal seçilim görüşünü de açıkladı.
Türler arasında doğal olarak yaratılıştan gelen yaşamak için mücadelenin var olduğunu, bu mücadele esnasında ancak kuvvetli ve yetkin türlerin hayatlarını sürdürebildiklerini ve neticede de tabiatta doğal bir seçimin yapıldığını ortaya koydu. Türlerin evrimleşmesinde fiziksel çevrenin ve iklim şartlarının türler üzerindeki etkisine ağırlık verdi. Bu faktörleri oluşturan unsurlar ise, yiyecekler, su ve havanın kirliliği, ısısı ve yerleşim yerlerinin özellikleriydi.
Yani...
Lamarck ve Darwin’den yüzyıllar önce Cahız genel biyolojik evrim teorisinin temellerini attı.
Yani Cahız, Darwin’in öncüsüydü.

İnsan maymundan mı geldi

NAZZAM, İbn-i Miskeveyh, İbn-i Sina, İbn-i Haldun, Mevlânâ...
Bu Türk ve İslam düşünürlerinin her biri değişik görüşlere sahip olsa da, büyük canlı grupları arasındaki evrimsel geçiş konusuna kafa yordular, kalem oynattılar.
Evrim tartışmaları olduğunda, söz hep bir noktaya gelir durur: “Ne yani, insan maymundan mı geldi?” kuşkusuz gelmedi ama bu benzetme-tartışma günümüzde bile hâlâ sürüyor.
İslamcı düşünürlerin bazıları (ki bunlar evrimci görüşü savunuyorlardı) insanın maymundan dönüştüğünü belirttiler.
M. Bayraktar’ın yazdığına göre Mevlânâ bu görüştedir. (İslam’da Evrimci Yaratılış Teorisi.)
Madenler âleminden bitkiler âlemine geçişte mercanlar, bitkiler âleminden hayvanlar âlemine geçişte hurma ağacı, hayvanlar âleminden insanlar âlemine geçişte maymun ara tür olarak kabul ediliyordu!
İhvan-ı Safa da risalelerinde hayvanlardan insanlara geçişi açıklamaya çalıştı. İnsandan sonra melekler âlemine, oradan da ilahi âleme ve mutlak varlığa doğru yükseliyordu. Kuşkusuz bunun modern evrim teorisiyle ilgisi yoktu.
İnsanın maymundan geldiği tezine Cahız da katılıyordu. Bu düşüncesini şöyle dile getirdi:
“Şüphesiz bazı coğrafi bölgelerde, bazı Nabatlı gemicilerin maymuna benzediklerini gördük. Aynı şekilde bazı Faslı insanlarda gördük ve onları mesh’e (insana yakın maymun türüne) benzer bulduk; aralarında çok az fark vardı. Bu Faslılar üzerindeki değişikliği, tozun toprağın, kirli su ve havanın yapması mümkündür. Eğer onlar üzerindeki bu tesir daha fazla artarsa, onların derileri, kulakları, renkleri ve şekillerindeki bu değişiklikler de daha fazla artar.” (Kitabu’l hayavan)
İnsanın maymundan evrildiği bugün çocukça bir değerlendirme olarak görülse de, türlerin evrimleşmesinde fiziksel çevrenin etkili olduğu bilinen bir gerçektir.
Yazının Devamını Oku

Hangi yazarın ne rüyası vardı

27 Şubat 2011
Tunus halkının “siyasi rüyası” için yaptığı eylemler bölgede domino etkisi yaptı. Köhnemiş yapılar yıkıldı, yıkılıyor. İnsanların karanlık bir cendere içinde tutulmaya çalışıldığı dönemlerde ütopyalara büyük ihtiyaç duyuluyor. Thomas More’un 1516 yılında dostu Rotterdamlı Erasmus’a yazdığı ütopyasından beri insanlar alternatif bir toplum projesi düşünüyor. Peki, bizim aydınlarımızın daha iyi bir gelecek için tasarladığı ütopyaları neydi?

ÜTOPYA, insanın yeryüzünde bir cennet hayatı oluşturma çabasıdır. Düşseldir. Daha iyiye, güzele ulaşma isteğidir. Platon’un “Devlet”i belki Batı edebiyatında ütopya türüne ilk örnek sayılabilir. Ancak Yeniçağ Avrupa’sında ütopyalara daha çok tanık oluruz.
Türkiye’nin “ütopya” kavramıyla tanışması 19’uncu yüzyılın ortalarına denk geldi. 150 yıllık bir geçmişe sahip Türk ütopyası genel anlamda “siyasi rüya”yla başlar. Bu süreç aynı zamanda Türkiye toplumunun çağdaşlaşma ve modernleşmesinin başlangıcıdır.
Kavramın felsefi, siyasi ve edebi
açıdan incelenmesi 50 yıl önceye, yoğun olarak işlenmesi ise 1980 darbesinden sonrasına aitti.
HEP KORKUTTU İnsanın insan üzerindeki baskısı arttıkça hep yeni/alternatif bir toplum projesi/ütopya anlayışı doğdu.
Ütopyalar, aslında toplumsal çelişkilere dikkat çeken ilk eleştirel metinlerdi. Manifestolardı.
Ütopyanın (Utopia) yazarı Thomas More bir politikacıydı. Başbakanlık yaptı. İngiltere Başbakanı olmasına rağmen, bu eseriyle ezilenlerin ve özellikle de köylülerin içinde bulunduğu yoksulluğa dikkat çekti.

Yazının Devamını Oku

Mısır ordusunun içini oyup kim ‘kâğıttan kaplan’ yaptı

13 Şubat 2011
Osmanlı ve Mısır’da modernleşme/Batılılaşma süreci aynı dönemde başladı. Her iki ülkede de askerler modernleşme ve ulus-devlet inşasının dinamosu oldu. Tıp, mühendislik, haberleşme, tarım, tekstil, matbaa, gazete, tercüme, sanat faaliyetlerine kadar pek çok alanda kazandırılan yeniliklerin tamamı orduda yapılan reformun doğrudan neticeleriydi. Peki, Türk ordusu ile Mısır ordusunun bu benzerliği/öncü kimliği ne zaman, nasıl farklılık gösterdi?

MODERN Mısır’ın kurucusu bir Osmanlı; Kavalalı Mehmed Ali Paşa (1769-1849). Kavalalı dönemin tüm askerleri gibi Napolyon hayranıydı. Ve ilginç bir tesadüf sonucunda hayatını Napolyon değiştirdi!
Fransızlar Mısır’ı işgal edince Osmanlı Serdarıekrem Yusuf Ziya Paşa komutasındaki orduyu Mısır’a gönderdi. Bu orduya Kavala’dan 300 kişi katıldı.
Bunlardan biri de Mehmed Ali adında bir askerdi.
Fransızlar Mısır’dan çıkarken Kavalalı uzaktan; Napolyon’a, disiplinli Fransız askerlerine ve üniformalarına hayran oldu.
Zekâsı ve cesur kişiliğiyle sivrilip Mısır’ın başına geçtiğinde ilk yaptığı yeni bir ordu kurmak oldu. Bu amaçla zorunlu askerliği başlattı; Mısır’ın yoksul halkını askere aldı; onlara üniforma, silah, para ve en önemlisi kimlik verdi.
Bu aslında “ulus-devlet” olmanın ilk adımıydı; Mısır yoksulu orduya alınarak, bin yıl sonra hak ve görev duygusu içinde ülkesine sahip çıkacak bir bilince kavuşturuldu. Mısır’da (pro) milliyetçilik duyguları “ulusal ordu”nun kuruluşuyla işte böyle başladı.
Fransa nasıl krallığa son verip ulus-devlet kurduysa, Kavalalı da padişah boyunduruğuna son verip ulus-devlet kuracaktı.

Yazının Devamını Oku

Türkiye’de bir Emile Zola yok

6 Şubat 2011
Son günlerde sıkça bunu düşünüyorum. Emile Zola, Yahudi Yüzbaşı Alfred Dreyfus’a yapılan hukuksuzluğun ve antisemitik haksızlığın karşısına dikildi.
Hem de neredeyse tüm Fransa’yı karşısına alma ve vatanından kopmak pahasına. Teğmen Mehmet Ali Çelebi ve diğer subayların mezhepsel kimliklerini sürekli ön plana çıkaran çevrelere karşı, Türkiye’de neden kimse sesini çıkarmıyor? Ne pahasına olursa olsun, gerçeği tüm çıplaklığıyla yüzümüze vuracak, adaleti savunacak bir Emile Zola’mız niye yok?..

TEĞMEN Mehmet Ali Çelebi...
18 Eylül 2008’de gözaltına alındı.
İki gün sonra tutuklandı.
2 yıl sonra, 27 Eylül 2010 tarihinde hâkim karşısına çıkarıldı.
2.5 yıldır cezaevinde.
Cezaevinde unutulmuştu, ta ki bilirkişi raporuna kadar.
TİB raporuna göre, Hizbut Tahrir örgütü ile ilişkilendirilen Teğmen Çelebi’nin cep telefonuna örgütle bağlantısı olan 139 kişinin numarası sadece 1 dakika 1 saniyede polis tarafından yüklenmişti!
Basın bu konu üzerine haberler yaptı.
Polis hata yaptığını açıkladı.
Sonra konu kapandı. Ve Teğmen Çelebi hâlâ karanlık zindanda tutuluyor.
İşte...
Bu nedenle birkaç gündür sürekli şunu düşünüyorum:
Öyle kolay Emile Zola olunmuyor!
Neden mi?
Deliller inandırıcı değil
Yüzbaşı Alfred Dreyfus (1859-1935) adını duydunuz mu?
Tarih 15 Ekim 1894...
Fransa’nın Genelkurmay Karargâhı’nda görevli 25 yaşındaki Topçu Yüzbaşı Dreyfus tutuklandı. Suçu, Alman Askeri Ataşesi Schwartkoppen’e bazı gizli resmi bilgileri vermekti.
Yahudi kökenli Yüzbaşı Dreyfus, Fransız kamuoyunun antisemitik duygularının had safhada olmasının yol açtığı basın baskısı sonucu peşin olarak suçlu ilan edildi. (Basında “TSK Aleviler’in kontrolüne girdi” benzeri yazılarının çokça yer aldığı bir dönemde Alevi subayların ardı ardına tutuklanması tesadüf müydü? Sadece isimlerine bakılarak (örneğin Çetin Doğan -ki doğru değildi-) bazı askerlerin Alevi olduğunun yazılması; bazı gazetelerin açık açık cadı avı yapması antisemitik değil miydi? Tüm bu kirli oyunların amacı neydi?
Yahudi Yüzbaşı Dreyfus 1894 yılı aralık ayı başında yargılanmaya başladı.
Savcının, mahkemeye sunabileceği kesin bir delil yoktu. Tek delil, Alman Askeri Ataşesi Schwartkoppen’in evindeki çöp kutusunda bulunan not ile imzasız bir ihbar mektubuydu. Nottaki yazının Dreyfus’un yazısı olduğu iddia edildi. Dreyfus, yazının kendisine ait olmadığını söyledi, ama kimseyi inandıramadı. Yargıçlar, Dreyfus’un savunmasını neredeyse hiç dinlemeden hükmü verdi.
22 Aralık 1894’te, yargıçların oybirliğiyle vatana ihanet suçundan Dreyfus müebbet hapse mahkûm edildi.
Bir süre sonra askeri ordu istihbaratının başına getirilen Binbaşı Georges Picquart, Dreyfus dosyasını yeniden inceledi. Çöp kutusunda bulunan notun Walsin Esterhazy adında bir subaya ait olduğunu ortaya çıkardı.
Mahkeme bu itirazı dikkate almadı. Üstelik, istihbaratçı Binbaşı Picquart’ı görevden aldı. (İstihbaratçı Emniyet Müdürü Hanefi Avcı’nın başına gelenlere benzemiyor mu?)
Ve işte tam o sırada ünlü yazar Emile Zola baskılara aldırmadan dönemin Cumhurbaşkanı Felix Faure’a “İtham ediyorum” başlıklı bir mektup yazdı.
İtham ediyorum
13 Ocak 1898’de L’Aurore Gazetesi’nde yayınlanan bu mektup bir çığlıktı aslında:
“Bu iddianame hiçbir hukuksal değer taşımamaktadır. Bir insanın böylesine bir suçlama yazısı üzerine hüküm giymesi adaletsizliğin mucizesidir. Hiçbir namuslu insanın bu suçlamayı yüreği isyan etmeden okuyabileceğine inanmıyorum. Şeytan Adası’nda çekilen ölçüsüz kefareti düşünüp de çileden çıkmamak elden gelmez. Dreyfus’un birçok dil bilmesi suçtur. Evinde hiçbir tehlikeli belgenin bulunmamış olması suçtur. Ara sıra doğduğu ülkeye gitmesi suçtur. Çalışkan olması, öğrenme kaygısı içinde olması da suçtur. Coşkulanması da suçtur. Coşkulanmaması da suçtur. Ya iddianamenin kaleme alınışındaki aptalca, boşlukta kalan biçimsel iddialar! Bize suçlamanın 14 esas maddeden oluştuğu söylenmişti. Oysaki tek bir maddeden; çizelge maddesinden başka bir şey bulamıyoruz. Ve hatta öğreniyoruz ki bilirkişiler de anlaşamıyorlarmış...”
Yoğun baskıya rağmen, ülkesinden gitmek zorunda kalma pahasına Emile Zola adaleti-hukuku savundu. Yahudi düşmanı antisemitik hareketlere karşı bayrak açtı.
Biz gerçekle yüzleşmeyi beceremeyen bir toplumuz.
Siyasi rant için açık açık Alevi düşmanlığı yapılıyor. Saklamadan gizlemeden TSK’da HSYK’da, Anayasa Mahkemesi’nde, Yargıtay’da, Danıştay’da cadı avları yapılıyor. Bunu herkes biliyor. Fakat kimse bunu telaffuz etmiyor.
Bizi gerçekle yüzleştirecek bir Emile Zola’ya ihtiyacımız var.
Böyle bir mektubu Yaşar Kemal yazamaz mı?
Ya da...

OKUNMA REKORU KIRAN SAVUNMA/images/100/0x0/55eb5ff5f018fbb8f8bd0513

TARİH: 30 Ağustos 2010.
Teğmen Mehmet Ali Çelebi ön savunması yaptı.
Bakın okunma rekoru kıran savunmasının giriş bölümünde ne söyledi:
“Dz. Yb. Ali TATAR, Dz. Alb. Berk ERDEN, J. Alb. Abdülkerim KIRCA...
Ben buraya bu şehitlerimizin yüreklerindeki duygularla,
Halkın ordusu olan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin milletimize olan sarsılmaz inancıyla,
Bu topraklarda hiç kaybetmeyen Mustafa Kemal devrimlerinin gücüyle geldim.
Burası bizim için Silivri zindanı değil; Albay Reşat’ın, Mehmetçiğin ve şimdi de bizlerin milletimizin namusu, onuru ve bağımsızlığı için savunduğu ÇİĞİLTEPE’dir.
Buradan beni yetiştiren ve bu üniformayı bana lütfeden yüce Türk Milletine, tüm silah arkadaşlarıma ve komutanlarıma sesleniyorum: Çiğiltepe kaybedilmeyecek!
Gözünüz arkada kalmasın, burada biz varız. Burada Mustafa Kemal’in subayları, Türk Milletinin askerleri var. Bundan sonra şehitler versek bile kaybedilmeyecek Çiğiltepe.
Ben Harbiye mezunuyum ama bugün Bahriye armasıyla buradayım. Evladı Gökçen’e çok çalışmasını salık veren bir ses duymuştuk, bu çığlık yüreklerimizi dağlamıştı:
‘Ben bu hukuksuzlukla yaşayamam. Belki benim ölümüm benim durumumda olanların aydınlığa çıkmasına vesile olur. Şunu bilin ki, en küçük suçu ve günahı olmayan ben, bu yapılan hukuksuzluğa isyan ve bu karanlığa bir nebze ışık olabilmek için hayatıma son veriyorum’ diyerek bize korku salmaya çalışanları böyle küçümseyen, Türkiye Cumhuriyeti’nin var oluşu için kendi yok oluşunun karşısına çıkabilen, Hasdal Askeri Ceza ve Tutukevi’nde bir süre kendisine zincir arkadaşlığı yaptığım komutanım Dz. Yb. Ali TATAR ve onun şahsında tüm şehitlerimizin hakikatte milletimizin kahraman ve vefalı göğsünde yattığını göstermek için bu armayı yüreğime iliştirdim.
Onunla birlikte Cumhuriyet’i yaşatma savaşında şehit düşen Dz. Alb. Berk ERDEN, J. Alb. Abdülkerim KIRCA, Kuddusi OKKIR ve tüm Cumhuriyet şehitlerinin ruhlarına Fatihalar takdim ediyor, milletimize başsağlığı diliyorum. (...)
24 aylık bir dönem sonunda kürsüye ulaşabilmenin buruk mutluluğunu yaşıyorum. Bu gencecik yaşımda, dünya üzerinde geçirdiğim sayılı yılların iki tanesini, sözde örgütün sözde yöneticiliği iddialarını çürütmek adına yüce Türk adaletinin karşısına çıkmak için bekleyerek geçirdim.
Her zaman bildiğim, her zaman bilinen suçsuzluğumu; bu en yüce ve doğru gerçeği dile getirebilmek için neden iki yıl beklemek zorunda kaldım, hiç bilemiyorum. Neden sorusu karşısında geceleri duyduğumuz o anlamsız sessizliği ve boşluğu hissediyorum. Üzülüyorum ama bu üzüntünün benliğimi teslim almasına asla izin vermiyorum.
Sadece soruyorum! İki yıl boyunca neden bu savunmasızlık, neden bu korunmasızlık içerisinde bırakıldık! Bu soru burada, bu adalete geç kalmış mahkeme salonunun her köşesinde yankılanıyor. Biz yokken bile bu soru burada bir hayalet gibi geziniyor.
(...)
Bir akşam kendisine nazı geçenlerden biri Mustafa Kemal’e şöyle söyler:
- Düşünmelisiniz ki eğer ölürseniz; heykelinizi paramparça ederler. Yaptıklarınızın hiçbiri ayakta kalmaz. Çok yaşamaya bakmalısınız.
Atatürk güler ve şu cevabı verir:
- Unutmayınız ki Mustafa Kemal’ler yirmi yaşındadır.
Ben Mustafa Kemal yetiştiren Harbiye mezunuyum.
Biz Harbiyeliler her 13 Mart Ata’nın Harbiye’ye giriş törenlerinde apoleti 1283 okunduğunda İÇİMİZDE diye haykırırız. Bu kürsüden ettiğim askerlik yeminine, milletimin üzerimdeki emeğine, sevdiklerimin güvenine muhalif hareket etmemiş olmanın verdiği vicdan rahatlığı ile size şunu hatırlatmak istiyorum. Mustafa Kemal’in ruhu içimde. Ben bir Mustafa Kemal neferi olarak buradayım.
Atatürk yaptıklarıyla biten bir insan değildir. O her kuşakta yeniden başlar. Mustafa Kemal mirası bizim için kocaman bir ikmal deposu, cephe yığınağıdır. Mustafa Kemal Türk milletinin karşısında ne yapmışsa benden de onu göreceksiniz.
O benim yerimde olsaydı nasıl davranacaksa ben de öyle davranacağım.
Onun üniformasını taşıyorum. (...)”

PORTRE: TEĞMEN MEHMET ALİ ÇELEBİ/images/100/0x0/55eb5ff5f018fbb8f8bd0515

FACEBOOK, Twitter gibi sosyal paylaşım sitelerinde ya da internet haber sitelerinde Mehmet Ali Çelebi’nin ön savunması okunma rekorları kırıyor.
Merak ettim araştırdım; ancak Teğmen Çelebi’nin hayat hikâyesini hiçbir yerde göremedim.
Kimse merak etmiyor mu?
Ben ettim...
Bakın neler buldum...
Temmuz (1908) Devrimi yıldönümünde, 23 Temmuz 1984’te doğdu.
Baba Muharrem Çelebi banka veznedarı.
Anne Rukiye Çelebi gardiyan.
Annesi Amasya Cezaevi’nde görevliydi ve oğlunu bırakacak kimsesi olmadığı için onu her gün hapishaneye götürdü. Mehmet Ali Çelebi cezaevinin maskotu oldu; gardiyanlar ve mahkûmlar tarafından büyütüldü. Cezaevi ile, koğuşlar ile tanışması yeni değildi yani.
1990 yılında Amasya Atatürk İlkokulu’nda öğrenime başladı. Okulu birincilikle bitirdi.
1995-1999 yıllarında sınavla kazandığı Amasya Anadolu Lisesi ortaokul bölümünü de birincilikle bitirdi.
Tüm diğer sınavları da kazanmasına rağmen, ağabeyi Volkan’ın Askeri Lise’de okumasının etkisiyle 1999 yılında kendi isteğiyle Maltepe Askeri Lisesi’ni seçti. (Ağabeyi 2001 yılında felsefeye yönelik aşırı ilgisi nedeniyle Hava Harp Okulu’ndan kendi isteğiyle ayrıldı.)
Mehmet Ali Çelebi 2000 yılında Askeri Liseyi de birincilikle bitirdi ve dönemin Ege Ordu Komutanı Orgeneral (ve bugünün Ergenekon sanığı) Hurşit Tolon’dan diplomasını aldı.
Kura ile karacı olduğu belirlendikten sonra 2003 yılında Kara Harp Okulu’nda eğitim ve öğretim hayatına başladı.
2007 yılında okulu dördüncülükle bitirdiği için diplomasını Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’tan aldı ve o fotoğraf karesi sonradan çok kullanılacak tarihi bir kare oldu. Öğrenim boyunca bütün notları 10 üzerinden 10 ya da 10 üzerinden 9.5’in altına hiç düşmedi.
2007 yılında helikopter pilotu olmayı tercih etti; bunun için çeşitli ve ayrıntılı sağlık taramalarından geçtikten sonra, kendi dalında dünyanın en zor kursu tabir edilen helikopter pilotluğu sertifikasını bir yıllık yoğun eğitim sonunda üstün başarıyla elde etti.
Peki, bu çok başarılı Teğmen Çelebi okul dışında nasıl biriydi?
Tatlı-sert bir mizacı vardı.
Sakin ve gururluydu. Doğruluğu ve onuru her şeyin üstünde tutuyordu.
Mücadeleciydi.
Harp Okulu öğrenciliği döneminde arkadaşlarına, final sınavları öncesi bir hoca gibi 50-60 kişilik gruplar halinde ders anlatımları ve onların bu anlatımlar sonucunda sınavlarını geçmesi kulaktan kulağa efsane şeklinde anlatıldı.
Tarihe meraklıydı. Başucunda her zaman Nutuk vardı. (Nutuk’u arkadaşlarına ve onların akrabalarına okumalarını salık vermesi iddianamede altı çizili ve büyük harflerle yazılarak suç unsuru sayıldı! Savcı ile Teğmen Çelebi arasında savunması sırasında bu konuda tartışma yaşandı.)
Kitap kurduydu. Öyle ki, 2.5 yıllık cezaevi hayatında 500 kitap okudu.
Felsefeye düşkündü. Bunun bir nedeni de ağabeyi Volkan’ın felsefe öğrenimi görmesiydi. Herakleitos’un Fragmanlar’ını; Apuleius’un Başkalaşımları’nı; Platon’un Devlet’ini ve Diyaloglar’ını; Aristoteles’in Nikomakhos’a Etik’ini ve Retorik’ini; Epiktetos’un Söylevleri’ni; Boethius’un Felsefenin Tesellisi’ni; Seneca’nın Tanrısal Öngörüsü’nü; Descartes’ın Meditasyonlar’ını; Spinoza’nın Etika’sını; Erasmus’un Deliliğe Övgü’sünü; Thomas Hobbes’un Leviathan’ını; Francis Bacon’un Denemeleri’ni; Mevlânâ’nın Mesnevi’sini çok sevdi.
Şiir seviyordu. Şair olarak Fazıl Hüsnü Dağlarca’yı, Nâzım Hikmet’i, Yunus Emre’yi, Orhan Veli’yi beğeniyordu.
Futbol lisansı da olan Teğmen Çelebi okul takımının başarılı futbolcularından biriydi. Küçüklüğünden itibaren koyu bir Beşiktaşlı ve Amasyasporluydu.
Sualtı dalgıçlık kursiyerliğini de tutuklanmadan kısa bir süre önce başarıyla bitirdi.
Yazının Devamını Oku

Şair Nilgün Marmara’yı Ergenekon mu öldürdü

30 Ocak 2011
Kültür-sanat çevrelerinin gündeminde şair Nilgün Marmara’nın ölümü var. İntihar ettiği biliniyordu. Şair Lale Müldür arkadaşının öldürüldüğünü iddia etti. Dönem siyasetine uygun olarak da kayınpeder General’e dikkat çekti! Yani bu ölümde “Ergenekon-Balyoz parmağı” vardı! Peki, işin aslı ne? Gelin size bu ölümün buluşturduğu manik-depresif şair kadınların hikâyesini yazayım...

ŞAİR Ece Ayhan hasta yatağında 1999’da yazdığı ve henüz yayınlanmamış güncesinde, bir dönem aşk yaşadığı Nilgün Marmara için şunu yazdı:
“Muzip kadın Nilgün Marmara. Tezer (Özlü) ile birlikte bana muziplikler yapmaya bayılırdı. İkisi de aynı anda göğüslerini gösterirlerdi. Güzeldi...”
Nilgün Marmara; 13 Ekim 1987 tarihinde, beşinci kattaki evinin, yatak odası penceresinden atlayarak intihar etti.
29 yaşındaydı.
Manik-depresif idi.
Tıpkı 31 yaşında intihar eden manik-depresif şair Sylvia Plath gibi.
Nilgün Marmara’nın yaşamöyküsünü ve intiharını anlayabilmek için Sylvia Plath’ın yaşamını bilmek gerekir...

Yazının Devamını Oku

Hangi tarikat sosyalizmden yanaydı

23 Ocak 2011
“Sol ile İslam bağdaşır mı” sorusu son dönemde sıkça telaffuz edilir oldu.

Bu tartışma yeni değil; on yıllardır yanıtını arayan bir soru. Bırakın bağdaşıp bağdaşmadığını bundan 100 yıl önce Melamiler, “Balkan Sosyalist Melami Federasyonu” kurmak için çok çaba harcadı. Melamiler’in sosyalizmle ilişkileri konusunda ne yazık ki hiç araştırma yapılmadı. Bu da Sol’un bu topraklara ne kadar yabancı olduğunu gösteriyor aslında...


Önce bir tespit:

Bir aydın düşünün ki; 50 yıllık yazı yaşamı boyunca hep müstear ad kullanmak zorunda kalsın. Marksizmle ilgili onca kitaba ve çeviriye imza atmış bir
entelektüelin hayatı aslında bu topraklarda solun ne derece baskı altında olduğunun bir delilidir.

“Kerim Sadi” ve “A.Cerrahoğlu” (1900-1977) adını sol literatürü birazcık bilenler hemen tanır. Asıl adı neydi: “Nevzat Cerrahlar” mı yoksa “Ahmet Nevzat Cerrahoğlu” mu? Bir önemi var mı; bu benzersiz, sessiz, ünsüz, “İnsaniyet kütüphanesi”nin kurucusu, adam gibi adamın yazdıklarını anlamak için. Hayır!

Yazının Devamını Oku