TARİH 20 Ağustos 1951
Hergün gazetesi haberi:
“Türkiye’ye sızan kızıl casuslar: Bunların arasında Bulgar Dahiliye Nazırı’nın kâtibi Kamçılı Kız da var.
Bulgaristan’dan tehcir edilen Türklerle birlikte yurdumuza sokulan kızıl casuslar hakkındaki tahkikat devam etmektedir. Türkiye’ye giren ve bilhassa İstanbul Üniversitesi’ne kaydedilen kızıl ajanlar üzerinde ehemmiyetle durulmaktadır.
Bundan 3 ay kadar önce Tıp Fakültesi’nde 4’üncü sınıfa yazılan ve Bulgaristan’daki Türk kızları arasında Kamçılı Kız namıyla maruf olan Bulgar Dahiliye Nazırı’nın kızı hususi tespit edilen kızıl ajanlar meyanındadır.
Türk ırkından olmasına rağmen sistemli bir Bulgar kızıl propagandası altında yetiştirilen mülteci Kamçılı Kız bilhassa Sofya’da ikamet eden ve zaman zaman Bulgar Emniyet Genel Müdürlüğü’ne çağrılan Türk kadın ve kızlarını kamçı ile dövdüğünden dolayı bu namı almış bulunmaktadır. Kamçılı kız Bulgar Dahiliye Nazırı’nın emriyle Türkiye’ye sızdırılmış, kendisi gibi mülteci kisvesi altına giren diğer ajanlara şef tayin edilmiştir. Bu surette Türkiye dahilinde gençlerden müteşekkil bir kızıl şebeke kurmaya vazifelendirilen Kamçılı Kız ve arkadaşları hakkında takibata geçilmiştir.”
DURUŞMALAR GİZLİ YAPILACAK22 Ağustos 1951, Zaman gazetesi “Kamçılı Kız” haberine devam etti. Bir de eylemini yazdı:
Üç gün önce yargılanmadan tutuklanan Namık Kemal ve dört arkadaşı sürgüne gönderilmektedir. Gizlilik içinde ‘Mısır’ adlı gemiye bindirildiler. Namık Kemal güverteden son kez İstanbul’a bakar. Sanır ki, bu adaletsizliğin önüne geçmek için tüm şehir ayağa kalkmıştır. Limanda kimseler yoktur. Oysa daha bir hafta önce, halk İstanbul’da ‘Fedai Kemal, Fedai Kemal’ diye sevinç gösterileri yapmıştır...
“HÜRRİYET” (Hurriet) Gazetesi’nin isim babası.
Bir dizi ifade ve kavramı Türkçeye kazandırdı:
Vatan, millet, vicdan, inkılap, ihtilal, siyasiyat, matbuat, hükümet, hayal, heyecan ve niceleri.
21 Aralık 1840’ta doğdu.
19 yaşında Tasvir-i Efkâr’da gazeteciliğe başladı.
25 yaşında Tazminat ve Islahat Fermanı’nı yetersiz bulan ilk gizli siyasi örgüt “Yeni Osmanlılar Cemiyeti”nin kuruluşuna katıldı. Anayasa’yı ilan etmezse Sultan Abdulaziz’i tahtından indireceklerdi. Aralarındaki bir muhbirin ele vermesiyle, Ziya Bey ile yurtdışına kaçtı. “Hurriet”i Londra’da çıkardılar.
ÜTOPYA, insanın yeryüzünde bir cennet hayatı oluşturma çabasıdır. Düşseldir. Daha iyiye, güzele ulaşma isteğidir. Platon’un “Devlet”i belki Batı edebiyatında ütopya türüne ilk örnek sayılabilir. Ancak Yeniçağ Avrupa’sında ütopyalara daha çok tanık oluruz.
Türkiye’nin “ütopya” kavramıyla tanışması 19’uncu yüzyılın ortalarına denk geldi. 150 yıllık bir geçmişe sahip Türk ütopyası genel anlamda “siyasi rüya”yla başlar. Bu süreç aynı zamanda Türkiye toplumunun çağdaşlaşma ve modernleşmesinin başlangıcıdır.
Kavramın felsefi, siyasi ve edebi
açıdan incelenmesi 50 yıl önceye, yoğun olarak işlenmesi ise 1980 darbesinden sonrasına aitti.
HEP KORKUTTU İnsanın insan üzerindeki baskısı arttıkça hep yeni/alternatif bir toplum projesi/ütopya anlayışı doğdu.
Ütopyalar, aslında toplumsal çelişkilere dikkat çeken ilk eleştirel metinlerdi. Manifestolardı.
Ütopyanın (Utopia) yazarı Thomas More bir politikacıydı. Başbakanlık yaptı. İngiltere Başbakanı olmasına rağmen, bu eseriyle ezilenlerin ve özellikle de köylülerin içinde bulunduğu yoksulluğa dikkat çekti.
MODERN Mısır’ın kurucusu bir Osmanlı; Kavalalı Mehmed Ali Paşa (1769-1849). Kavalalı dönemin tüm askerleri gibi Napolyon hayranıydı. Ve ilginç bir tesadüf sonucunda hayatını Napolyon değiştirdi!
Fransızlar Mısır’ı işgal edince Osmanlı Serdarıekrem Yusuf Ziya Paşa komutasındaki orduyu Mısır’a gönderdi. Bu orduya Kavala’dan 300 kişi katıldı.
Bunlardan biri de Mehmed Ali adında bir askerdi.
Fransızlar Mısır’dan çıkarken Kavalalı uzaktan; Napolyon’a, disiplinli Fransız askerlerine ve üniformalarına hayran oldu.
Zekâsı ve cesur kişiliğiyle sivrilip Mısır’ın başına geçtiğinde ilk yaptığı yeni bir ordu kurmak oldu. Bu amaçla zorunlu askerliği başlattı; Mısır’ın yoksul halkını askere aldı; onlara üniforma, silah, para ve en önemlisi kimlik verdi.
Bu aslında “ulus-devlet” olmanın ilk adımıydı; Mısır yoksulu orduya alınarak, bin yıl sonra hak ve görev duygusu içinde ülkesine sahip çıkacak bir bilince kavuşturuldu. Mısır’da (pro) milliyetçilik duyguları “ulusal ordu”nun kuruluşuyla işte böyle başladı.
Fransa nasıl krallığa son verip ulus-devlet kurduysa, Kavalalı da padişah boyunduruğuna son verip ulus-devlet kuracaktı.
ŞAİR Ece Ayhan hasta yatağında 1999’da yazdığı ve henüz yayınlanmamış güncesinde, bir dönem aşk yaşadığı Nilgün Marmara için şunu yazdı:
“Muzip kadın Nilgün Marmara. Tezer (Özlü) ile birlikte bana muziplikler yapmaya bayılırdı. İkisi de aynı anda göğüslerini gösterirlerdi. Güzeldi...”
Nilgün Marmara; 13 Ekim 1987 tarihinde, beşinci kattaki evinin, yatak odası penceresinden atlayarak intihar etti.
29 yaşındaydı.
Manik-depresif idi.
Tıpkı 31 yaşında intihar eden manik-depresif şair Sylvia Plath gibi.
Nilgün Marmara’nın yaşamöyküsünü ve intiharını anlayabilmek için Sylvia Plath’ın yaşamını bilmek gerekir...
Peşinen görüşümü yazayım:
Kim kendini hangi etnik gruba ait görüyorsa o kimliktedir. Yani “Ben Kürt’üm” diyorsa Kürt’tür.
Dil konusunda istediğiniz bilimsel çalışmayı yapabilirsiniz, ama biri “Bu benim dilimdir ve Kürtçedir” diyorsa, öyledir.
Ve ben hâlâ, kendi kaderini tayin hakkına inanırım...
Tamam. Şimdi istediğimi yazabilirim.
Gündemde, Kürtlerin iki dil ve özerklik talebi var.
Meselenin iki dil ve özerklikle biteceğine inanıyorsanız, yanılırsınız. Bu sadece başlangıçtır.
GÜNDEMDE Kürtçe var.
Kürtçe moda, Türkçe demode!
Bugün: “Türk” ya da “Türkçe” sözcüğünü dile getirenler ırkçılıkla, faşistlikle itham ediliyor.
Dün: Türk Dil Kurumu’nu kapatan 12 Eylül 1980 darbecilerine göre ise Türkçe ile ilgilenenler komünistlerdi!
“Güneş Dil Teorisi” dün de bugün de hep safsata olarak değerlendirildi.
Bütün dillerin kaynağının “Türk kökenli” olduğunu savunan “Güneş Dil Teorisi” Kemalist çevreleri bile artık sadece gülümsetiyor.
“Kemalist aşırılık” olarak değerlendiriliyor teori.
TEVFİKA Hanım’ın babası Hacı Ali, Kırım Tatarı bir göçmendi. Tire’de büyük bir çiftlikte kâhyalık yaptı; çiftliğin dul hanımıyla evlenerek “ağa” oldu.
Dört çocuğu oldu: Sadık, Şükrü, Refik ve Tevfika.
Tevfika genç yaşında gönlünü Halepçizade İbrahim Edhem’e kaptırdı. İbrahim Edhem İstanbul’da hukuk öğrenimi görüyor ve yazları Aydın’daki Kızılseki çiftliğinde kalıyordu. Bu çiftlik Tevfika’nın ailesiyle oturduğu konağın tam karşısındaydı.
Yaz aşkı mektup yazmakla başladı. Sonra gizli buluşmalarla sürdü.
Araya öğrenim yılı girse de birbirlerini unutmadılar. İbrahim Edhem, Aydın Vilayeti Tahriratı Umumiye Müdürlüğü’nde kâtip olarak çalışmaya başlayınca evlenmeye karar verdiler.
İbrahim Edhem’in babası İsmail Efendi bu birlikteliği karşı çıktı; çünkü Tevfika veremdi. Ama oğlunun ısrarlarına dayanamadı ve Tevfika’yı istemek için Hacı Ali Ağa’yı ziyaret etti.
Bekledikleri yanıtı alamadılar; Hacı Ali Ağa kızını vermedi.
ARKADAŞIM dert yandı:
“Oğluma yatarken hikâye yerine bazı biyografiler anlatıyorum. Picasso, Maradona, Beethoven, Che, John Lennon, Marilyn Monroe gibi.
Geçen hafta nereden duydu ise Fransız İhtilali’ni anlatmamı istedi?
Anlattım. Ama anlatırken korktum! Aklıma Adnan Cemgil ve oğlu Sinan geldi. Korktum.”
Adnan- Nazife Cemgil çifti öğretmendi. 1940’lar başında DTCF’deki üniversite mücadelesinin önde gelen aydınlarıydılar.
Adnan Cemgil işsiz kaldı; hapis yattı, sürgüne yollandı.
Oğulları Sinan Cemgil o zorlu yıllarda 1944’te doğdu.
WIKILEAKS belgeleri sayesinde ABD’nin Ankara büyükelçileri Eric Edelman, Ross Wilson ve James Jeffrey isimlerini ezberledik...
Peki Sir Percy Loraine (1880-1961) adını anımsıyor musunuz?
1933-39 yılları arasında İngiltere’nin Ankara Büyükelçisi’ydi.
1938’de gizlilik kaydıyla Londra’ya gönderdiği, “Notes On Leading Turkish Person Alities” adlı raporunda, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin toplam 96 yönetici, gazeteci ve aydını hakkında ne yazdığını biliyor musunuz?
WikiLeaks tartışmalarına ışık tutması için bu rapordan -daha önce de bu sayfada özet vermiştim- örnekler sunayım.
Bakın Sir Loraine, tanınmış Türkleri Londra’ya tanıtırken nasıl bir üslup kullandı ve haklarında neler yazdı:
“Yunus Nadi Abalıoğlu: Gazeteci. Kısa boylu, şişmandır. Kelebek gözlük takar. Herhangi bir rüzgâra kapılmaya meyillidir. Vicdansız, alçak adamın tekidir.
Ahlak, aklın polisidir.
Hayatın içinde ne var ya da ne yoksa; hepsi edebiyatın/sanatın konusudur.
Siz sanata; otoriteye dayalı kendi ahlakınızı dayatırsanız bunun adı tüm dillerde aynıdır: Faşizm!
Aşağıda ironik bir yazı kaleme aldım.
İstedim ki, gerçekten neyi tartıştığımızın farkında olalım.
Ya da nereye gittiğimizin!..
Umarım bu şaka (ki bazıları ne yazık ki, akıl tutulması sonucu artık neyin şaka olduğunun bile farkında değil) gerçek sayılmaz!
28 EKİM 1957’de Malatya’da doğdu.
Babası Mahmut Kaya işçiydi. Kürt’tü. Annesi Zekiye ev hanımıydı, Erzurumlu Türk’tü. Mustafa, Nurcan, Emine, Songül’den sonra doğmuştu.
Çocukken lakabı dudaklarının iriliğinden dolayı “Loş Dudak” idi.
Dayısı Muzaffer Genç cümbüş, amcası Yusuf Kaya tambur çalıyordu. Kulağı müziğe yatkındı. İlk sazı/curayı babası 6 yaşında aldı. 15 günde çalmayı öğrendi. Yetenekliydi.
Sahneye ilk kez 9 yaşında, -1 Mayıs yerine o dönemde kutlanan- 24 Temmuz 1966’da Çalışanlar Bayramı’nda çıktı.
1972’de Mahmut Kaya Sümerbank’tan emekli olunca, çocuklarına daha iyi bir gelecek sağlamak için ailesini İstanbul’a taşıdı.
Almanya’da yaşadı
Ve suikast için gizlice buluştuklarında kimin neyi savunduğunu da not almıştı. “Şairler Hücresi” tarihin seyrini değiştirecek suikastı
nasıl tartışmıştı...
TAKSİM ’de canlı bomba terörü gerçekleştiğini öğrendiğimde elimde “Son Jön Türk Kalesi: Ahmet Kemal Akünal” adlı biyografi kitabı vardı. (Derleyen M. Kayahan Özgül, Kitabevi) Bu kadar tesadüf olmaz; tam da şair Ahmet Kemal’in, Sultan II. Abdulhamid’e düzenleyeceği suikast planıyla ilgili bölümü okuyordum.
Servet-i Fünun yazarı Ahmet Kemal defterine bakın suikastla ilgili neler yazdı:
“Benim Tartaksiyon Cemal Paşa adında bir eniştem vardı. Halamın kocasıydı. Eşi diyemiyorum, çünkü eşi değil, kocasıydı. Sultan Abdulaziz’in mabeyincilerinden Ahmet Bey’in oğlu idi. Harbiye Mektebi’nden çıkınca babasının iltimasıyla Avrupa’ya ataşe militer yolladılar. Oralarda yirmi-otuz sene oturdu. Nüzul isabet etti, ancak bu suretle İstanbul’a döndü.(...)
Kimseye zarar vermeden Abdulhamid’in teveccühünü ve atıfetini kazanmaya çalışırdı. Mesela kötürüm olduğu halde, her cuma selamlığına koşar ve efendisine görünür idi. Abdulhamid buna bir nefer tahsis etmişti. İnişte, yokuşta, kalkışta, oturuşta Paşa’yı bu nefer sırtında taşırdı. Hulasa eniştem Abdulhamid’in emniyet ettiği bir adamdı.”
Hücre toplantısı
Hangi tarikat sosyalizmden yanaydı
“Sol ile İslam bağdaşır mı” sorusu son dönemde sıkça telaffuz edilir oldu.
Bu tartışma yeni değil; on yıllardır yanıtını arayan bir soru. Bırakın bağdaşıp bağdaşmadığını bundan 100 yıl önce Melamiler, “Balkan Sosyalist Melami Federasyonu” kurmak için çok çaba harcadı. Melamiler’in sosyalizmle ilişkileri konusunda ne yazık ki hiç araştırma yapılmadı. Bu da Sol’un bu topraklara ne kadar yabancı olduğunu gösteriyor aslında...
Önce bir tespit:
Bir aydın düşünün ki; 50 yıllık yazı yaşamı boyunca hep müstear ad kullanmak zorunda kalsın. Marksizmle ilgili onca kitaba ve çeviriye imza atmış bir
entelektüelin hayatı aslında bu topraklarda solun ne derece baskı altında olduğunun bir delilidir.
“Kerim Sadi” ve “A.Cerrahoğlu” (1900-1977) adını sol literatürü birazcık bilenler hemen tanır. Asıl adı neydi: “Nevzat Cerrahlar” mı yoksa “Ahmet Nevzat Cerrahoğlu” mu? Bir önemi var mı; bu benzersiz, sessiz, ünsüz, “İnsaniyet kütüphanesi”nin kurucusu, adam gibi adamın yazdıklarını anlamak için. Hayır!
Ama bu hafta, hayatı sürgünlerde, polis takiplerinde, yoksulluklar içinde geçmiş bu Marksist’in hikayesini yazmayacağım. Bir Melami Şeyhi’nden bahsedeceğim!
Ne alakası var demeyin; son günlerde "İslâmiyet solculukla bağdaşabilir mi?" gibi sorulara yanıt arayanlar ya da “bu izdivaç olmaz”; “Sol İslam’la bağdaşmaz” diyenler, bu toprakların büyük insanlarını tanımak/bilmek zorundadır.
Nasıl Melami oldu
Adı: Abdülaziz Mecdi Tolun.
1865’de Balıkesir’de doğdu.
Babası hafızdı; Hasan Efendi’nin iki eşinden on yedi çocuğu vardı.
İlk dini bilgileri babası ve dayısı –belediyede başkatip- Yahya Nef’i Efendi’den aldıktan sonra rüştiyeye gitti.
Yirmi yaşında öğretmen oldu. Balıkesir’de, Girit’te görev yaptı.
37 yaşında İstanbul’da ticarete atıldı.
Tarikatlara, tekkelere yani tasavvufa pek iyi gözle bakmıyordu. Şeyhlere uzaktı. Bir arkadaşının ısrarıyla gittiği Fatih Türbedarı Ahmet Amiş Efendi’nin sohbetinden etkilendi. Vahdet-i Vücut felsefesiyle tanışması hayatının yönünü değiştirdi.
Yaptığı iyilikleri -gösteriş olur endişesiyle- göstermeyen, yaptığı kötülükleri ise -nefsiyle mücadele etmek amacıyla- açığa vuran “Horasan Erenleri” Melamiler’den etkilendi. Dinciliğe karşı çıktıkları için ağır bedeller ödeyen Ömer Sikkini, Bünyamin Ayaşi, İsmail Maşuki, Hamza Bali, Nur’ul Arabi gibi “kutub”ların yoluna girdi.
Derisi yüzülerek öldürülen büyük Melami Ozan Nesimi ne diyordu:
“Ben Melamet hırkasını/ Kendim giydim eğnime
/ Ar ü namus şişesini / Taşa çaldım kime ne/ Haydar Haydar taşa çaldım kime ne
Sofular haram demişler/ Aşkımın şarabına/ Ben doldurur ben içerim /
Günah benim kime ne/ Haydar Haydar günah benim kime ne...”
Abdulaziz Mecdi (Tolun) kendini tanımak için, Balıkesir’e dönüp, evinden hiç çıkmayarak sekiz ayını cezbe halinde geçirdi. Yakınları aklını kaybettiğinden korktu. O ise düştüğü ilahi aşk ateşi içinden acısını gizleyerek çırpına çırpına çıktı. Kitaplar yazdı; kitaplar çevirdi.
Konya’ya taşındı; zahireci oldu. Zahire Borsası komiserliği yaptı. Sultan Selim ve Şerefüddin camilerinde dini-edebi dersler verdi; Hafız divanı okuttu.
Bir parantez açmalıyım: Konya’da Melamiler’in sohbet toplantılarına katılanlardan biri de, rüştiyede din bilgisi ile Arapça ve Farsça dillerini okutan; Hukuk Mektebi’nde Osmanlı medeni kanunu sayılan Mecelle-i Ahkam-ı Adliye dersi veren Ali Kemali Efendi’ydi. İttihatçı’ydı. Mebusluk yaptı. Kurtuluş Savaşı döneminde Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Konya başkanıydı. Ve Ankara’daki ulusal güçlere karşı ayaklanan dinci Delibaş Mehmet tarafından Konya’da şehit edildi. Yani, Ali Kemali Efendileri bilmeden-tanımadan “Sol ile İslam bağdaşmaz” denilebilir mi?
Parantezi kapatıp devam edelim.
Abdülaziz Mecdi (Tolun), sadece ticaretle ve tasavvufla ilgili değildi. Politikti. İttihatçı’ydı. 1908’de Balıkesir’den İttihat ve Terakki Fırkası listesinden mebus seçildi. Şimdi buraya bir virgül koyalım...
İştirak’ta İslam-sosyalizm tartışması
1908 (II. Meşrutiyet) Temmuz Devrimi Osmanlı topraklarında köklü bir değişime neden oldu. Osmanlı sosyalistleri bu hürriyet havasından yararlanıp ardı ardına dergiler çıkardı.
Bunlardan biri de, Hüseyin Hilmi’nin çıkardığı “İştirak” adlı haftalık dergiydi. İlk sayısı, 16 sayfa olarak 26 Şubat 1910’da Cumartesi günü yayınlandı. Dergi adının alında şu atasözü yazılıydı: Biri yer biri bakar kıyamet ondan kopar!
Derginin ağırlık konusu, sosyalizm ile İslamiyet’in benzerliğiydi. Tefeciliği karşı çıkmak; yoksula zekat vermek; din-ırk ayırımı yapmadan herkesi kardeş saymak gibi benzer-ortak noktalar vurgulandı; Kur’an ayetleri ve Hz. Muhammed hadislerine dayanılarak sosyalizm anlatılmaya çalışıldı.
Kuşkusuz bu makaleler karşıt yayın organlarında sert yazılara neden oldu. Örneğin Şurayı Ümmet’te Alaeddin Cemil, sosyalistlerin servetin eşit olarak bölünmesini talep ederek, aslında yağmacılık yapmak isteyen zehirli bir mikrop olduklarını yazdı.
Osmanlı’nın ilk sosyalist yayın organı İştirak sert makalelerle yaylım ateşine tutulurken yardımına kim koştu dersiniz:
İttihat ve Terakki içindeki Melamiler’in lideri Abdulaziz Mecdi (Tolun)!
“Mutedil sosyalizm gerçekleşebilir”
“A.Cerrahoğlu”, 1964’te “İslamiyet ve Osmanlı Sosyalistleri” adlı 30 sayfalık broşür kitabını çıkardı. Abdulaziz Mecdi (Tolun) Efendi’nin, sosyalizmi nasıl anladığı ve ne dereceye kadar kabul ettiğini; sosyalist “İştirak” dergisinin dördüncü ve beşinci sayılarındaki (6 ve 13 Mart 1910) “Düşün” başlığı altındaki iki makalesini analiz ederek yazdı.
Sözü A.Cerrahoğlu’na bırakalım:
“Mecdi Efendi, Batı dünyasındaki ekonomik, sosyal ve ahlaki çöküntüyü tenkit ediyor; kapitalist medeniyete çatıyor; ve hadislere dayanarak sosyalizm ile İslamiyet’i belli sınırlar içinde ve işçi sınıfının aktüel meseleleri bakımından uzlaştırmaya çalışıyordu.
Mecdi Efendi’ye göre işçinin haklarını korumak insanlık icabıdır. İşçi sınıfının haklarını korumağa ve kafalarını aydınlatmaya çalışan Osmanlı sosyalistleri, insanlığa karşı önemli bir görev yerine getirmiş oluyorlardı.(...)
Onun inancına göre, memleketimizde sosyalizm bundan ileriye adım atamazdı. Atarsa hem sosyalistler hem memleket bundan zarar görürdü.(...)
Görülüyor ki, Mecdi Efendi sosyalizmi mutedil ve aşırı olarak ikiye ayırıyor; ve İslam dininin mutedil sosyalizmle rahatça bağdaşabileceği tezini savunuyor.
İslam’da sosyalist esaslar bulan Mecdi Efendi’ye göre, Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde, mutedil bir sosyalistlik gerçekleşebilir ve gerçekleşmelidir.”
Marksist A.Cerrahoğlu’nun hayatı, sosyalizmle ile İslam’ın bağdaşır olduğu tezini yazıp çizmekle geçti...
Abdulaziz Mecdi Tolun Melamiler içinde sosyalizme inan tek kişi miydi?
Hayır.
Sosyalist Melami Federasyonu
Kerim Sadi/A.Cerrahoğlu gibi kadri kıymeti bilinmeyen bir diğer Marksist Abidin Nesimi’dir. “Yılların İçinden” adlı anı kitabında Melamiler’le ilgili şunu yazdı:
“Balkanlar’da ya sosyalist bir federasyon ya da İslami bir sosyalist Melami federasyonunun kurulması gerekliydi. Sosyalist federasyonu (Alman sosyalist) Parvüs Efendi önermişti ve sosyalist Melami federasyonu da Romen, Makedon, Sırp, Ulah, Rum, Yahudi kısaca Rus Çarlığı’na karşı olan unsurlara dayandırmayı istiyordu. İslami sosyalist Melami federasyonunun temsilcisi Üsküp’te yerleşmiş olan Muhammed Nur’ul Arabi idi.
Miralay Sadık Bey, Yüzbaşı Şabanağa, Terlikçi Salih Efendi hareketi, 1912 Halaskar Zabitan Hareketi, Şeyhülislam Cemalettin Efendi’nin çabaları İslami Sosyalist Melami Federasyonu kurmak istediğinin sonuçlarıdır.”
TKP’nin kuruluş aşamasında Melami etkilerinin olması da şaşırtıcıydı.
Şöyle...
Abidin Nesimi’ye göre; Melamiler’in İstanbul’daki şeyhi Terlikçi Salih, Sadrazam Mehmet Şevket Paşa’ya yapılan suikast dolayısıyla tevkif edilip Sinop’a sürüldü. “Sinop’ta (geleceğin TKP lideri) Mustafa Suphi ile konuşmuş ve Mustafa Suphi’yi etkilemiştir. Mustafa Suphi’nin ‘İslamcı Masonluğu’ yani Melamiliği bu görüşmeler sonucudur.”
TCK 163’den yargılanan Marksist
Sonuç:
Melamiler’in sosyalizmle ilişkisi araştırılmaya muhtaçtır.
“Melamilik ve Melamiler” araştırmasını ilk yapan kişi, tasavvuf dünyasını en iyi bilen tarihçi Abdulbaki Gölpınarlı idi. Yıl: 1931!
Gölpınarlı, polis raporuna göre TKP’ye katılan ilk öğretim üyesiydi; dolayısıyla 1944 “Komünist Tevkifatı”nda cezaevine atıldı. Duruşmalarda “Müslüman Sosyalist” olduğunu hiç saklamadı.
Gölpınarlı’yı kim sosyalist yaptı; hocası Fuat Köprüyü değil herhalde! Melamiler mi?
Evet sol ve İslamiyet ilişkisinin tarihi araştırılmalıdır.
İlginç bilgiler bulunacağından eminim. Baksanıza; Hikmet Kıvılcımlı, dini politikaya alet etmekten (Eski TCK 163) yargılanan ilk Marksist’ti! Suçu; Eyüp Sultan’dan çıkan cami cemaatine sosyalizm ile İslam’ın ortak noktalarını anlatmasıydı.
Mihri Belli ve Doğan Avcıoğlu birlikte Roger Garaudy’nin “Sosyalizm ve İslamiyet” kitabını çevirmedi mi? Cemil Meriç’in yazdıklarını göz ardı etmemek gerekir.
Uzatmaya gerek yok.
Sol ile İslam’ın “nikah işlemi” konusunda toptancı makaleler yazmak yerine bu toprakların tarihini iyi bilmek gerekir.
BİR BAŞKA MALATYALI: HRANT YEGAVYAN
Bu toprakların insanlarını köksüzleştirmek istiyorlar.
“Hrant Dink’i unutturmayacağız” diyenler ısrarla bir gerçeğin üstünü örtüyor.
Hrant Dink’in siyasi duruşu hiç dile getirilmiyor.
Oysa...
Hrant Dink sosyalistti.
O büyük yürüyüşün; kardeşlik ülküsünün yoldaşlarından biriydi.
Ne yazık ki bugün; Hrant Dink neoliberal çevrelerin eline esir düşürülmüştür.
Evet, Hrant Dink unutturulmayarak iyi yapılıyor ama diğer yandan onun politik yönü hatırlanmıyor bile.
Sürekli etnik kimliği öne çıkarılıyor.
Hrant Dink sadece Ermeni kimliğiyle anılabilir mi; anlatılabilir mi? Bu aslında ona saygısızlık değil mi?
Bu anlatım aslında bu topraklardaki kardeşlik duygusunu yok etmek isteyenlerin elindeki en önemli silah değil mi?
Bakınız...
Size bir başka Hrant’tan bahsedeyim:
Hrant Yegavyan!
Hrant Dink gibi o da Malatyalı’ydı.
Arapgir doğumluydu. 19 yaşındaydı. Tıbbiye öğrencisiydi. Sosyalistti. “Ermeni komitacı” olduğu iddiasıyla İstanbul Beyazıt Meydanı’nda 1915’te idam edildi.
Bu “Ermeni Komitacı”nın son sözü ne oldu bilir misiniz:
“Yaşasın Sosyalizm!”
Kürt kardeşe mektup
Bakınız...
Türk’ü aşağılayıp Ermeni’yi, Kürt’ü yücelterek kardeşliği sağlayamazsınız.
Duygusal sözlerle; büyük güçlerin gölgelerine sığınarak kardeşlik inşa edilemez.
Hrant Dink bunu biliyordu. Bu oyuna gelmedi.
Bakın 1 Haziran 2004’te Agos’ta ne yazdı:
“Yüz yıl önce Ermeniler bekliyordu İngiliz-Fransız ittifakını.
Şimdi Kürtler bekliyor Amerikan-İngiliz ittifakını.
Osmanlı topraklarında yüzyıl önce oynanan oyun bu kez Irak topraklarında sahneleniyor.
Hiçbir emperyalist ülke, bir milletin kara kaşı, kara gözü için onu kurtarmaya gitmez. O önce kendi çıkarını düşünür. İşine geldiğinde de anında satar, arkasına bile bakmadan çeker gider.
Nitekim, yüz yıl önceki o beklentiler, o umutlar Ermeniler açısından tam bir hüsranla sonuçlandı işte. Beklentinin gerçekleşmemesi bir yana, varlığını o zamana dek belli bir millet sistematiği içerisinde sürdürebilen Ermeni halkının büyük bir bölümü yok edildi; bir milletin kökünün kazınmasına vesile oldu. Koca halkın Anadolu üzerindeki tüm izlerinin silinmesine kapı aralandı.
İyisi mi sen gel ey Kürt kardeşim.
Sen gel şu işi bir bilene sor. Şu Ermeni kardeşinin bilirkişiliğine güven. Böylesi savaş ortamlarına güvenme.
Bil ki bu savaş ortamları zalimlerin nezdinde bitirilmemiş hesapların da kökten çözüme kavuşturulduğu tuzak fırsatlardır.
Bu tuzağa düşme...”
Bunları yazan Hrant Dink neoliberallerle aynı safta olabilir mi?
Sosyalistler’in yoldaşıydı
Hrant Dink’in safı belliydi:
O, Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda sosyalizmi savunduğu için dayak yiyen Erzurum mebusu Varteks Efendi’nin yoldaşıydı.
O, İstanbul’da idam edilen sosyalist Dr. Bene Torosyan’ın, yazar Keğam Topuzyan’ın, öğretmen Tovmas Tovmasyan’ın yoldaşıydı.
O, Beyrut’ta Spartakist hareketin kurucusu İstanbul doğumlu Artin Madeyan’ın yoldaşıydı.
O, Nazi infaz mangasının 1942’de Fransa’da kurşuna dizdiği Adıyaman doğumlu şair komünist Misak Manuşyan’ın yoldaşıydı.
O, 1944-47 tevkifatlarında yakalanıp ağır işkencelerden geçirilen TKP merkez komitesi üyesi Aram Pehlivanyan’ın yoldaşıydı.
O, Büyükadalı komünist bakkal Barkef Şemikyan’ın yoldaşıydı.
O, hayatları sürgünde geçmiş sosyalist Jak-Vartan İhmalyan kardeşlerin yoldaşıydı.
O, TKP’nin gizli çekmecelerini yapan marangoz Sarkis Usta’nın yoldaşıydı.
O, 1 Mayıs 1977’de Taksim’de ezilerek ölen Garabet Ahyan’ın yoldaşıydı.
O, 1951 Komünist Tevkifatı’nda Ermeni olduğu için en ağır işkencelere uğrayan Hrant oğlu kalorifer tesisatçısı Vahe Damgaciyan’ın yoldaşıydı.
O, yüz binlerce Türk, Kürt, Ermeni, Yahudi, Rum, Laz, Gürcü, Çerkez vs. sosyalistlerin yoldaşıydı...
Üç-beş neoliberal Hrant Dink’i bu yoldaşlarından koparamaz.