Komşu ülkelerle dertleri yok, çünkü komşuları yok

Farklı bir yere geldiğimi, aslında Sydney Havaalanı’na iner inmez anlamam gerekirdi.

Bütün yolcuların bavulları arzı endam ettiği halde benim emektar kırmızı gülle ortalarda gözükmeyince sırtım ürpermedi değil ne yalan.

Uzun yol cefası çekenler bilir: Cefanın sefaya dönüştüğü an otele yerleşir yerleşmez kendini önce duşa, sonra yatağa, üstünü başını değiştirdikten sonra da yollara atmaktır.

Kayıp bavul bela demektir./images/100/0x0/55eb61ebf018fbb8f8bd8751

Adama hayatı değilse de orada kalınan süreyi zehir eder.

İşte böyle içim içimi kemirir, yürüyen bandın kara deliğine umutsuzca bakarken gözüm ileride benimkine benzeyen bir bavulun başında dikilen polis memuruna ilişti.

Kayıp bavuldan da beteri pimpirikli bir memurun bavulunuzu açtırıp, oracıkta didik didik etmesi sonra da özür bile dilemeden çekip gitmesidir ki, tahtalara tık tık bu güne kadar başıma gelmedi.

Gelmedi ama burası da bilmediğim bir kıta.

Yanaşınca ne görsem iyi? Benim emektar kayıp değil ama paramparça.

Sonrası anlatsalar inanmayacağım bir rüya: Özür dilendi, bir şey kaybolduysa bildirmem için bir numara verildi ve bavulun tıpkı basımı ertesi gün otele gönderildi.

O an farklı bir kıtaya geldiğimi anladım.

Ama onu farklı kılan ne iklimi, ne coğrafyası, ne zenginliği.

Üç aşağı beş yukarı aynı iklim kuşağında, ondan güzel, daha zengin ülkelerin hiç birinde rastlamadığım bir şey var burada: Burası kelimenin tam anlamıyla mutlu insanlar ülkesi.

Sydney’de kaldığım iki hafta boyunca, somurtan, şikayet eden, sorduğunuz bir soruyu cevaplamadan geçiştiren, istediğiniz bir yardımı geri çeviren tek bir kişiye bile rastlamadım.

Herkes ama herkes, çoluğu çocuğu genci yaşlısı gözle görülebilecek, elle tutulabilecek kadar mutlu.

Ve güzel.

Düzelteyim: Burası mutlu ve güzel insanlar ülkesi.

Mutlular çünkü yaşadıkları şehirde insanın gözünü tırmalayan tek bir çirkinlik yok. Ne izbe bir sokak, ne salaş bir ev, ne yamuk bir tabela, ne yoksul bir mahalle, ne trafik sıkışıklığı, ne itiş kakış. İşsizlik yok denecek kadar az. İşsizlik sigortası insanın hayatını insanca sürdürebilmesine yetiyor da artıyor. Zenginlerin çocuklarını yollamak için çabaladıkları özel okullar olsa da, devlet okullarından kimsenin şikayeti yok. Üniversiteler dünyada kabul gören diplomalar veriyor, hastanelerin önünde kuyruk ne kelime, iki kişi bile beklemiyor. İklimden ötürü ısınma derdi nedir duymamış, bolluktan ötürü beslenme derdi nedir bilmemişler.

Yoksulluk olmadığı için asayiş berkemal.

Hırsız her yerde hırsız ama gaspa, kapkaça, cinnete, cinayete en azından gazete sayfalarını dolduracak kadar rastlanmıyor.

Dilenen, sürünen, gözüne umutsuzluk, yüzüne acı sinen insan parmakla sayılacak kadar az.

Komşu ülkelerle dertleri yok, çünkü komşuları yok.

Savaş diye Gelibolu’yu biliyorlar.

Etnik azınlıkmış, ırk farklılığıymış gülüp geçiyorlar. Zaten hepsi değişik ülkelerden gelmiş, dünyanın ucundaki bu ıssız kıtada barış içinde yaşamayı çoktan öğrenmişler.

Hemen herkes çevreci.

Küresel ısınma dendiği anda bütün tüyler dikiliyor.

Su kısıntısını müthiş ciddiye alıyor, suyun zerresini hesaplıyorlar.

Çevrecilik öyle bir boyutta ki, Sydney’de neredeyse yürümeyi imkansız kılan kara sineklere bile savaş açılmamış. İlaçlama diğer haşarata zarar verir gerekçesiyle yapılmıyor. Sokaklar yürürken ellerini burunlarının önünde sallayarak yürüyen insanlarla dolu. Buna Avustralya selamı diyor, gırgır geçiyorlar. İngilizce’yi ağızlarını büzerek konuşmalarını da ağızlarına sinek kaçmasından korkmalarıyla açıklayıp, kahkahayı basıyorlar.

Spor yapmak hayatlarının olmazsa olmazı.

Yüzmek tıpkı Brezilya’daki gibi gündelik hayatın parçası. Gençler okuldan çıkar çıkmaz tahtalarını kapıp sörfe koşuyor. İngilizler’den miras kriket herkesin gözdesi, yaşlı erkekler adım başı uzanan golf sahalarında, yaşlı kadınlar ekipler halinde komik beyaz şapkalarıyla bowling kortlarında.

Her mahallede en az bir futbol sahası var. Parklara isteyen gelip çalışsın diye jimnastik aletleri serpiştirilmiş, tenis kortları arka bahçelerin doğal parçası haline gelmiş.

Hayat hem hafif hem eğlenceli.

Lokantalar, gece kulüpleri, barlar tıklım tıkış. Herkese, her keseye uygun bir yer bulmak mümkün. Servis pahalı lokantada da, fıçı bira içilen ucuz barda da aynı: Hızlı, dikkatli, özenli.

Giyim derdi diye bir şey yok. Bir şort, bir atlet, bir şıpıdık. Düşünün ki, bundan yirmi yıl öncesine kadar Brisbanne’de erkekler, işe kravat bağladıkları kısa kollu gömleklerin altına giydikleri dar ve kısa şortlarla giderlermiş. Allah bizleri korumuş da bu moda değişmiş.

Operaya, tiyatroya, çağdaş sanata müthiş düşkünler. Sydney Modern Sanatlar Müzesi dünyanın önde gelen sanatçılarına ev sahipliği yapıyor. Genç sanatçılar destekleniyor, başvuranlara devlet tarafından atölyeler veriliyor.

Haklı olarak kahveleri, biraları ve şaraplarıyla övünüyorlar. Hunter Valley’deki şarap tadım evlerinin sayısı bini geçiyor. Yeni Zellanda’nın bütün bağlarının yüzölçümü toplamının Avustralya’daki büyük bir bağ kadar olduğu söyleniyor.

Ağız tatlarına müthiş düşkünler. Deneysel yemeklere bayılıyorlar. Asya, özellikle de Thai mutfağını seviyorlar.

Bir de kebabı. Adım başında bir kebapçı var.

Şehir orta hallisinden lüksüne binlerce otelle dolu. Konaklama dert değil. Aslına bakılacak olursa burada hiçbir şey dert değil. Tek dertleri uzaklık.

Şehirler birbirine, kıta diğerlerine, onlar herkese uzak. Herkese ve dünya dertlerine.

Masal gibi değil mi?

Ama biraz yaşayınca bir şeyin eksikliği hissediliyor. Bir şey eksik. Sonunda buluyorsunuz: Ruhu yok.

Göçmeyi, gidip yerleşmeyi düşünenlere tavsiyem iki kere düşünmeleri.

Evet, Avustralya masal ama içinde bizi besleyen ruhu barındırmayan bir masal.

TEK AYIPLARI

Tek ayıpları, kalleşlikleri, yerlilere ettikleri. Bundan ötürü de utanıyor, yıllarca göz ardı ettikleri bu soruna nasıl bir çözüm bulabilecekleri üzerine kafa patlatıyorlar. Önümüzdeki ay yapılacak seçimler, yaşlı kurt ile genç muhalifini bu konuda da karşı karşıya getirmiş. Yaşlı kurt toplumun en alt katına itilmiş yerlileri mümkünse görmeden yaşamaktan, genç muhalif onlara tazminat ödemekten yana.

Bir iki adres

Hyatt Regency ve Shangri La hem konumları hem kaliteleri açısından iyi iki otel.

Otto Waterfront (ki bu nefis deniz ürünleri lokantasının başında İlker Bicer var) Iceberg, Billy Kwong, şimdilerde Sydney’i kasıp kavuran lüks Türk lokantası Ottoman ve elbette Opera House’un içinde olan lokanta şehirdeki yüzlerce iyi lokantadan sadece bir ikisi.

Basement en iyi caz kulübü.

Loft ve Yu bütün güzelleri bir arada görmek için gidilebilecek en iyi adreslerin başında geliyor.

Double Bay ve Rose Bay’e mutlaka gidilmeli ve sıra sıra dizili kahvelerden birinde kahvaltı edilmeli.

Pitt Sokağı alışveriş merkezi.

Turist işi denilip burun kıvrılmamalı, liman turu yapılmalı.

Bondi Beach’e uğranmalı.

The Rocs ve Paddington adım adım gezilmeli.
Yazarın Tüm Yazıları