Işıklı...

İŞTE en kısa günleri yaşıyoruz. Işıklı saatlerin cimriliği azamiye çıktı.

Güneş mi geç doğuyor ve gökteki devr-i daimini bir çırpıda bitirip, çabucak başka yerlere kaçıyor.

Biz Kuzey Yarımküre insancıkları da dımdızlak ve karanlıklar içinde kalıyoruz.

Zaten, ne radyonun sabah latinlikleri, ne de notanın akşam cazları bu ışıksızlık hüznünü teselli edebiliyor.

Kabul, yılbaşı da geliyor falan deyip dışarı vurmak ve kentin, vitrinlerin, farların, reklamların, kalabalıkların yakamozlarında yıkanmak var ama aynı şey değil ki!

Onların orada olması yüreğe su serpse bile züğürt tesellisinden öteye gitmiyor.

Esas aradığımız şey, erken şafak huzmesiyle pırıldamak ve gurup vaktinin çok geç ineceğini biliyor olmak.

Ah, karanlıklar bir bitse ve de ah, ışıklar bir dönse.

*

ELİ kulağındadır, işte bitti, bitecek.

Eli kulağındadır, işte döndü, dönecek.

Şunun şurasında bir hafta, en kabadayısı on gün kaldı, kış dönencesini atlattık mıydı, salise be salise, saniye be saniye, dakika be dakika derken, aniden, karanlıkların azaldığını ve aydınlıkların arttığını fark edeceğiz.

Önümüzde daha çok zemheri soğuklar, karlar, tipiler, boralar varmış fark etmez, bizi esas ısıtacak olan şey ışıklardır.

Gerisinin üstesinden nasılsa geleceğiz.

Evet evet, sayılı günlerimiz kaldı ve o ışıklara kavuştuk, kavuşuyoruz.

*

SANMAYIN ki aydınlığın dönüşünü dört gözle beklememin arkasında herhangi bir küçük burjuva kaygı var.

Sıfırları yükselen lanet elektrik faturamı yahut şarjı biten külüstür otomobil akümü düşünerek bezirgan hesaplar peşinde koşmak kim, ben kim.

Uzun akşam üstlerinden istifade, milletin kaldrım teraslarında çene çalacağı kahveler, lokantalar, barlar da işletmiyorum.

Geldik gidiyoruz, şen olasın Halep şehri, böyle şeyler defterimde yazmaz.

Hayır, benim ışığı istiyor olmam yalnız insani bir refleksten kaynaklanıyor.

Daha açık söyleyeyim, hayat - ölüm ilişkisinde, ikincisinden kaçışı simgeliyor.

Doğru, pırıldayan güneş kumsalında sekte-i kalpten derhal öbür tarafa gidilmeyeceğine veya ışık huzmesi hastane odasını yıkarken kanserli urun son sözü söylemeyeceğine dair bir kural yok.

Bunu tabii ben de biliyorum ama neyi değiştirir ki?

*

EVET neyi değiştirir, çünkü hiç şüphesiz, insan insan olduğunun bilincine vardığı andan itibaren ışığı aradı.

Aradı ve hayatı, dolayısıyla da yaradılışı onunla özdeşleştirdi.

Burada dünyevi ve uhrevi; fizik ve metafizik birbirleriyle bütünleşir.

İşte, Hıristiyanların on gün sonra İsa Mesih'in Beytüllahim ağılındaki doğum günü olarak kutlayacakları Noel özünde tamamen bir ‘‘ışık bayramı’’ değil mi?

Kökeni çok, çok eskilerden, günlerin nihayet uzamaya başladığını keşfetmiş kadim zamanlar Asurilerinden, Mısırlılarından, Babillilerinden kaynaklanmıyor mu?

Farsi Zerdüştlük hayatla ölümün mücadelesini ışıkla karanlığın çelişkisinde kitabileştirmez mi? Eflatun'un ışığı evrensel hayatı göstermez mi?

Eski Ahit, Tanrı'nın Tur-i Sina'da Hazreti Musa'ya belirmesini ışık huzmesiyle anlatmaz mı?

Zaten Allah'ın adlarından bir tanesi olan ‘‘Nur’’, Kur'an-ı Kerim'in aynı ismi taşıyan suresinde yaratılış aydınlığının mesajını vermez mi?

Tasavvuf'tan Masonluğa da ışık daima ana eksen oluşturmaz mı?

*

EH, peygamberinden mesihine durum her zaman ve her yerde böyle olmuşken, müsaade buyurun da benim gibi sıradan bir fani şu en karanlık günlerden şikayet etsin ve bir an önce aydınlığın geri gelmesini arzulasın.

Bundan daha normal, daha doğal, bilhassa da daha insani bir şey olamaz!

Tamam, yukarıda dediğim gibi, geldik gidiyoruz şen olasın Halep şehri ama bir; mümkün mertebe geç gidelim ve de iki; madem yolculuk kaçınılmazdır, o halde bari çabucak kararmış bir patikada değil de, yürü yürü hep ışıklı bir şosede gidelim.

Aman aman neyse, işte şunun şurasında bir on gecemiz daha kaldı ve ardından, yavaş yavaş, o ışıklara tekrar kavuşmanın sevincini yaşayacağız.

Önümüz uzun ışıklı günlerdir ve hepimize şimdiden müjdeler olsun.
Yazarın Tüm Yazıları