İnsanın en güzel hali, aşk hali

Farklı biri olduğu kesin. Daha onunla tanışmadan seveceğimi biliyordum. Sevdim. Olumlu elektrik veren biri. Sakin. İnsan ondan öğrenebiliyor. Bunu da kafana kakarak yapmıyor, bilgiyi, paylaşmak olarak görüyor. Kan portakalı ikram etti. Beni çıplak ayakla karşıladı, çıplak ayakla yolcu etti. Daha ne olsun...

Haberin Devamı

Sizinki çok rastlanan bir soyad değil...

 

- Değil. Her gittiğim ülkede telefon defterlerine bakarım, bir başka Vassaf'a rastlar mıyım diye. Bugüne kadar rastlamadım. Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın “Vassaf Efendi” diye bir romanı, bir de Çukurcuma'da Vassaf Apartmanı. Onun dışında yok. Vassaf, sınıflandıran, nitelendiren demek. Ama bazen başıma iş açıyor...

 /images/100/0x0/55eaa442f018fbb8f88d4ee6

Nasıl yani?

 

- Oğlum Londra'da doğdu. Ben hem Türk hem Amerikan vatandaşıyım, onun da öyle olmasını arzu ettim. Amerikan pasaportu iki saatte çıktı. Nüfus cüzdanı alabilmesi için de Londra'da Türk Konsolosluğu'na gittim. Formları doldurdum, Ankara'ya gidip gelecek. Ama bir türlü gelmiyor. Bir gün yine gittim, beni bir yetkilinin odasına soktular, ayakta dikiliyorum, o da masada oturuyor, bana hiç bakmıyor, önündeki kağıtları imzalıyor. Birden, “Oğlunuz, Türk vatandaşı olamaz!” dedi. “Neden?” dedim. “Çünkü siz onun annesiyle evli değilsiniz!” Yani demek istiyor ki, bir piç Türk vatandaşı olamaz. Ekledi: “Zaten soyadınız da Türkçe değil, Arapça. Nereden buldunuz bu tuhaf soyadını?” Ben hiç hazır cevap biri değilimdir. Ama bu küstah adamın arkasında Atatürk resmi vardı, “Akrabamız olur, o vermiş herhalde” dedim. Müthiş bir sessizlik oldu. Çekmecesinden oğlumun nüfus cüzdanını çıkardı ve bana fırlattı...

Haberin Devamı

 

Nasıl bir ailede büyüdünüz?

 

- Ailemizin geçmişi çok maceralı. Annemin annesi ve babası, Balkan Savaşı'nda öldürülüyor. Annem, 8 yaşından itibaren yetim ve öksüz. Tek kurtuluşunun okumak olduğunu fark ediyor. Daimi yatılı olarak okuyor. Yaz kış okulda. Psikologtu benim annem. Üniversiteyi bitirdikten sonra burs kazanıyor, Amerika'da master ve doktora yapacak. Babamla da bir yıllık evli ama okumaya o kadar meraklı ki, babamı bırakıp Amerika'ya gidiyor.

Haberin Devamı

 

Baba ne yapıyor?

 

- O da çok aşık anneme. Ama arkasından gidecek parası yok. Bir sinir ilacı icat ediyor. Patentini alıyor, o kazandığı parayı yol parası yapıyor. Ver elini Amerika. Güya birkaç yıl kalacaklar fakat 2. Dünya Savaşı patlıyor, tam 11 yıl kalıyorlar. Annem doktorasını alıyor, psikologluk yapıyor, babam da psikiyatristlik. Ve dünyaya ben geliyorum...

 

Siz doğduğunuzda dünya nasılmış?

 

- Amerika'nın imparator olmaya başladığı yıllar. Savaşı bitirdi diye atom bombasını bile haklı görenler vardı. Ne mutlu bana ki, böyle düşünenler bugün azınlıkta.

 

Annezi babanızı bugün nasıl hatırlıyorsunuz?

 

- Annemi hep evde çalışır görürdüm, ya kitap yazar ya kitap tercüme ederdi. Akademisyen bile olsa, bir kadının en büyük sorumluluğunun çocuklarıyla ilgilenmek olduğuna inanırdı. Sevgi doluydu. Babam da öyle. Ne var ki, babamı erken kaybettim. Babamın öldüğü gün, koşmak istedim. Sonsuza kadar. Onun ölümünden sonraki üç ay içinde de saçlarımın dörtte üçünü kaybettim. Öyle büyük bir sevgiydi. 21 yaşındaydım. Babamı tanıyamayacak kadar gençtim.

Haberin Devamı

 

Anneniz?

 

- Ooooo 100 yaşına kadar yaşadı. Ve çok beraber olduk. Annemden hayata dair pek çok önemli bilgi edindim. Bir tanesini paylaşayım: “Anneler, babalar çocuklarını asla eleştirmemeli!” Çünkü bir insan, en çok anne - babası tarafından onaylanmaya ihtiyaç duyar hayatta. En çok onların eleştirisine karşı savunmaya geçer. Ve insanı en çok anne - babası tarafından eleştirilmesi yaralar. Aksini yaparsanız gereksiz bir inatlaşma olur. Annem mesela beni hiç eleştirmezdi ama ben hissederdim nelerden hoşlanıp, hoşlanmadığını. Şöyle bir davranış disiplini vardı: Diyelim ki ağaca çıktım, ince bir dalın ucuna doğru gidiyorum, düşeceğim. “Dikkat et düşeceksin!” demezdi. “Ne olacağını düşündün mü orada?” derdi.

Haberin Devamı

 

Annesi psikolog, babası psikiyatrist olmanın nasıl bir sonucu oldu?

 

- Amerika'daki çocukluğum akıl hastanelerinde geçti. Orada akıl hastaneleri üniversite kampusu gibiydi. Doktorların lojmanları var, yemyeşil alanlar. Benim arkadaşlarım daha çok hastanedeki hastalardı. Okuldan gelirdim, onlarla golf oynar, yürüyüşler yapardım, gizli gizli sigara içtiğim de olurdu...

 

Ne kadar ağır hastalardı onlar?

 

- E ağır. 5 yıldır, 10 yıldır oradalar. Ailelerinin bakmak istemediği, bir anlamda kurtulmak istediği hastalar. Akıl hastalıklarının böyle bir problemi oluyor, insanlar onları atmak istiyor. Şimdi Amerika'da bu tür hastaneleri kapattıkları için, hepsini hapishaneye tıkıyorlar. Akıl hastanesi öyle bir şeydir ki, girince çıkamazsın. Ben orada “deli” denen insanları tanıyınca, genç yaşta, onların ne kadar normal olduklarını gördüm. Ve asıl delilerden korkanların önyargılı ve tehlikeli olduğunu...

Haberin Devamı

 

Oraya girdikleri için mi ağırlaşıyorlar?

 

- Tabii ki. Boğaziçi'nde hocayken öğrencilerimi Bakırköy Akıl Hastanesi'ne götürdüm. Giren 50 kişi diyelim, ölenler çok fazla, iyileşip çıkan ise neredeyse yok. Biz bu rakamlara bakarken, hastalardan bir tanesi yanımıza yaklaştı ve bizi hastanenin içinde dolaştıran doktora, “Doktor Bey, ben iyileşip, buradan çıkacağım!” dedi. Doktor da, hiç ona bakmadan bana ve öğrencilerime bakarak, “Tabii tabii” dedi, “Bunlar hep böyle derler, iyileşeceklerini zannederler, asla iyi olamazlar!”

 

Peki siz, bir yakınınızın ihtiyacı olsa akıl hastanesine götürmez misiniz mesela...

 

- Tabii ki gereken durumlar olur ama günümüzde, bu tür kurumlar gayri insani. Doktorlar hastayı haftada bir görüyorlar, o da belki. Ve sürekli ilaç dayıyorlar. Mümkün olduğu kadar dışarıda bir imkan sağlanmalı. Mesela Osmanlı'da bu iş için müthiş ortamlar vardı. Vergiden muaf tutulan köyler. Dengesini kaybeden oraya giderdi, inekten süt sağar, tarımla uğraşır. Dengesini yeniden kurar, sonra da dönerdi.

 

Çocukluğunuzun “deli”lerle bir arada geçmesi sizi etkilemedi mi?

 

- Etkilemez mi? “Deli” denilenin, senden benden farklı olmadığını gördüm. Ve biraz da tesadüfen deli olunduğunu anladım. Genellikle ailenin zayıf halkası hastaneye yatırılır. Belki de başkasının yatırılması lazım. Belki kimsenin yatırılmaması lazım. Aile içinde yapılabilecek bir tedavi de olabilir.

 

Küçüklüğünüzde Amerika'da bir Türk olarak büyürken herhangi bir farklılık hissettiniz mi?

 

- Hissetim, o yüzden de hep diğer Amerikalı çocuklar gibi olmak istedim. Oldum da. Onlar gibi giyindim, onlar gibi konuştum. İlk adım Yusuf, Yusuf da Joseph, yani Jo oldum. 11 yaşında öyle bir an geldi, annem ve babamla Türkçe konuşmaktan utanır oldum. Ama ondan sonra yatılı okula gittiğimde, orada bambaşka bir Amerika gördüm. Snop bir Amerika. Cumhurbaşkanlarını, milletvekillerini çıkaran bir okuldu. O Amerika'yı görünce nefret ettim, “Ben bunlardan değilim” demeye ve “Ben Yusuf Gündüz Vassaf”ım diye ortalıkta dolaşmaya başladım.

 

Sonraki yıllarda kendinizi hep dünya vatandaşı gibi mi hissetiniz?

 

- Son 10 yılda çok değişik ülkelerde ders verdim ve yaşadım. 6-7 ülke. Evet, kendimi dünya vatandaşı gibi hissediyorum.

 

Sizin de psikolojiyi seçmeniz doğal bir sonuç mu?

 

- Olabilir. 18-19 yaşına kadar akıl hastanelerinde gardiyan olarak çalıştım, evim oradaydı, bari yardımcı olayım dedim. Annemle babamla, psikoloji psikyatri kongrelerine gittim. İlgiyle de dinlerdim...

 

Akademisyen olmak?

 

- Aklımdan bile geçmiyordu. Lise sonu Robert Kolej'de, Türkiye'de okudum, üniversite için tekrar Amerika'ya gittim, sonra master ve doktora için Türkiye'ye geldim. Tam da ne yapmak istediğimi bilmiyor, o yüzden de okuyordum. Akademisyen olmamı ise Şerif Mardin'e borçluyum.

 

Nasıl yani?

 

- Doktoramı yeni almıştım, Ankara Üniversitesi'nde psikolog olarak çalışıyorum. Kafam da karışık, geleceğim konusunda kararsızım. İstanbul'da Boğaziçi Üinversitesi'nde bir arkadaşımın konuşması vardı, ben de dinlemeye gittim. Konuşmanın başlığı “Türkiye'de alkolizm, intihar ve boşanma.”Dinledim. Konuşma bitti, elimi kaldırdım: “Çok güzel bir konuşmaydı ama anlamadığım bir şey var, “Alkolizm kötü, bir hastalık, intihar daha kötü, çünkü ölüm ama boşanma son derece sağlıklı olabilir. Niçin boşanmayı da diğerleriyle birlikte ele aldınız?” dedim. Aslında Anglosakson püritanizmin, sosyal bilimlere yansımasını eleştirdim. Salondan tam çıkarken, o zamanki bölüm başkanı Şerif Mardin, “Bizde hoca olmak ister misiniz?” dedi. Birden bire kendimi akademik kariyerin içinde buldum.

 

Ne kadar sürdü Boğaziçi macerası?

 

- 12 Eylül'den az sonra YÖK'le birlikte istifa ettim. Üniversitede özgürlük- mözgürlük kalmadığı için. Bir sürü arkadaşımın işine son verildiği için. İnanılmaz bir sansür vardı. Asker, evlere girip çıkıyordu, herkes kitaplarını saklıyordu. Askerin hoşlanmadığı bir kitapla yakalanırsanız hapse girebilir, işkence görebilirdiniz. Boğaziçi kütüphanesi bile kara kara düşünüyordu: “Asker gelirse ne yapacağız?” Şerif Mardin'in “Din ve ideoloji” kitabından bile, başlığında ideoloji kelimesi var diye korkuyorlardı, düşünün artık. O tarihten itibaren yurtdışındaki üniversitelerde ders vermeye başladım.

 

Hayatın dışında yaşayan akademisyenlerden hiç olmadınız mı?

 

- Olmadım. Hatta Boğaziçi'ndeyken, üniversitenin genel sekreterine şikayet bile edildim. Siyasi faaliyetten değil, öyle bir şey olsa zaten yakalayıp, hapse tıkacaklar. Yaşantımı bir üniversite hocasına yakıştıramadıklarından. Meğer takip ediyorlarmış. Onların akademisyen diye bildikleri insanlar, fakülteden çıkar evlerine gidermiş. Ben öyle değilmişim. Bohem yaşıyormuşum. Ne biçim hocaymışım...

 

Yazarlığa nasıl başladınız?

 

- Almanya'da Malburg Üniversitesi'inde ders verirken, bir sabah oturdum, yazmaya başladım. Amacım kitap yazmak filan değildi. Birden bire 15-20 yıldır ne okuduysam, öğrencilerle ne paylaştıysam, bir bütün içinde, kendimi tutamayacağım bir şekilde içimden çıkmaya başladı. O da “Cehenneme Övgü” kitabım oldu. Oğlumuz doğunca da, evde boş oturan biri olmak istemedim, o sırada üniversitede ders de vermiyordum, ikinci kitabımı yazdım.

 

Aşk ne kadar önemli?

 

- Çok önemli. Bir gün Levent'teki evin çatı katında eski gazeteler filan vardı, onlara bakarken, babamla yapılmış bir mülakat görüm. Papyon kravatlı babama, gazeteci soruyor. “Doktor bey” diyor, “Aşk hastalığının tedavisi nedir?” Babam da, “Aşk hastalığı yoktur, aşık olmama hastalığı vardır” diyor. Ben de öyle hissediyorum. Aşık olma hali, insanın en güzel hali. Ama ne ile aşık olursanız olun. Aşk, bir sarhoş olma sürecidir. Kitap yazarken de insan sarhoş olur, kokular, renkler her şey üzerinize üzerinize gelmeye başlar. Aşk, sizi tamamlar..

 

Kadınlarla aranız hep iyi miydi?

 

- Yok tam tersine, kadınlarla ilişkimde şanssızdım. Kimse bana aşık olmuyor, hep ben oluyordum.

 

Neden?

 

- Bilmiyorum. Ben çok genç yaşta aşık olmaya başladım. Çok kadın vardır benim ona aşık olduğumu bilmeyen.

 

Sanki flörtöz biriymiş gibi duruyorsunuz...

 

- Öyle bir yanım da var. Dişinin varlığına erkek olarak hitap etmekten hoşlanıyorum. Daha doğrusu, kendimi tutamıyorum.

 

MÜJDE! İNSAN TÜRÜNÜN GELECEĞİ İYİ

 

“Tarihi Yargılıyorum” kitabında, insan türünün geleceğinin iyi olduğunu söylüyorum. Çünkü kötü şeyler duymaktan fena halde sıkıldım. Savaşlar, küresel ısınma... Ben bunun tersini söylüyorum. Türümüzün birlikte yaşama tecrübesi çok çok az. Tarım toplumuna geçtiğimizden bu yana 10 bin yıl oldu. Toplu halde yaşamaya başladığımızdan beri. Daha önce 30-40 kişilik gruplar halinde yaşıyorduk. İnsanın birlikte yaşaması çok güç ve biz bunu sadece 10 bin yıldır yapmaya çalışıyoruz. Büyük şehirlere gelmemiz daha da yeni. O yüzden kendimize haksızlık etmeyelim. Bu dönemi geçeceğiz ve tür olarak çok olgunlaşacağız. Birinci Dünya Savaşı öncesinde, savaşa katılmayı reddeden vatan haini muamelesi görürdü. Ama şimdi aynı ülkelerde bu, yasal bir hak. İsrail'de bile vicdani redci var. Bu, müthiş bir gelişme. Bakın İlyada'da, Mahabarata'da ve bütün efsanelerde hep askerlik yüceltilmiş. Kültürümüz böyle. Ama şimdilerde birden bire barış ve barışseverlik gündeme gelmeye başladı. Mesela Japonya anayasasında savaş yasaklandı. Bunlar müthiş ilerlemeler, bilinç değişiyor, şuur değişiyor. Roma'da köle, sahibinin canına kast ederse, cezası ölümdü. Onun yüzünden diğer köleler de öldürülüyordu. Evrensel Çocuk Hakları beyannamesi çıktı, anne babanın çocuğuna bir fiske bile vurmasına engel olunmaya çalışılıyor. Nereden nereye geldik.

Yazarın Tüm Yazıları