Hollandalı turist Kapalıçarşı’da neden bayıldı

Four Seasons Oteli’ndeyiz. Bir avuç gazeteci, Elginkan Topluluğu’nun davetlisi olarak öğle yemeği yiyecek ve topluluğun Kapalıçarşı’da sosyal sorumluluk kapsamında gerçekleştirdiği yenileme projelerinden söz edeceğiz.

Uzun masanın başında, davet sahibi Hakan Günderen, sağında da gönüllü olarak uğraştığı bu işler yüzünden bir dokun bin ah işitgillerden olmuş Kapalıçarşı Esnaf ve Sanatkarlar Derneği Başkanı Dr. Hasan Fırat oturuyor.
Karşımıza kurulu perdeden, Kapalıçarşı tuvaletlerinin eski ve yeni hallerinin görüntüleri geçmeye başlıyor.
Yeniler yeni yenilendiğinden pırıl pırıllar da eskiler?
Gözümüz ekranda, midemiz ayakta, kulağımız Hasan Fırat’ta dinliyoruz.
yemek-mutfak *
ağırlama-sofra
adres-mekan *
içki-sigar
mey-meyhane
lokanta-bar
çay-kahve
ev-dekorasyon *
tasarım *

düzenleme
çiçek-bahçe
televizyon
haber-dizi
tatil-gezi-şehir *
otel-spa-sağlık
kişisel gelişim
güzellik-makyaj
moda-alışveriş *
sinema-tiyatro

Sayılarla konuşuyor Fırat: Kapalıçarşı’ya her gün ortalama 350 bin turist gelir, diyor. Bu sayı yaz aylarında 500 bini bulur. Bu rakama çarşıda çalışan 25 bin esnaf dahil değildir. Alışverişe gelenler dükkanların kapısının önünde atmacalar misali bekleyen çığırtkanlar tarafından içeri davet edilir, geleneğimiz gereği hemen bir çay kahve söylenir, yenilir içilir alınır verilir, çıkıp bir sonraki dükkana girilir, derken doğanın kanunu işlemeye başlar, adımlar sıklaşır insanlar gidecek bir lavabo aramaya başlar.
45 bin metrekarelik dev çarşıda hepi topu 12 tuvalet vardır, bunların da yarısından çoğu hanlardadır.
Fırat konuşmasına devam ederken dalıp, Kavukçu Han günlerime gidiyorum. Sabah girdiğim atölyeden öğle saatlerine doğru şimşek hızıyla fırlar, soluğu o zamanlar Babıâli’yi mesken tutan gazetelerden birinde alırdım. Orada çalışanlardan birinin adını vererek kapıdaki güvenlikten geçer, alı al moru mor tuvalete gider kimseye görünmeden de geriye dönerdim. Bu koşu günde en az üç kez tutturulurdu, çünkü bizim çiçek bozuğu handa gidilebilecek bir yer yoktu. Daha doğrusu vardı da, önünden burnunu tutmadan geçtiğin takdirde baygınlık geçireceğin o hücreye kara delik denir de belki, tuvalet denemezdi.
Ben anılara dalmışken masadan gülüşmeler yükseliyor.
Meğer geçenlerde Hollandalı bir turist, burnunu tıkamadan ve paçaları sıvamadan girdiği belediyeye ait tuvaleti görmesiyle şak diye düşüp bayılmış.
Belediyeye ait tuvalet de ne ola ki diyorsunuz değil mi?
Çarşının 12 tuvaleti de farklı ellerde. Kimi özel mülk, kimi derneğe ait, kiminin de sahibi belediye.
Elginkan Topluluğu’nun eli değmişken hepsini değil de sadece üçünü yenilemesinin nedeni de bu aslında. Ama bürokrasiyi aşmayı becerememişler.
Pes ki pes.
Rakamlar ortada işte. Tuvalet başına 35 bin kişi düşer mi?
Biz hamamlarımızla, sebillerimizle, su yollarımızla övünen, on beşinci yüzyılda İstanbul’daki su tüketimi bütün Avrupa’dakinden fazlaydı diye gelişmiş temizlik anlayışımızla böbürlenen bir millet değil miyiz?
Peki ne zaman hela seviyesinden lavabo aşamasına geçeceğiz?
Bir sözüm de çarşı esnafına... Metrekaresine tonlarca hava parası ödediğiniz ve günün en az on saatini geçirdiğiniz çarşının sorunları biraz da sizin sorunlarınız değil mi?
Son sorum da Büyükşehir Belediye Başkanı Topbaş’a.
Çarşının en işlek yerindeki belediyeye ait o maşrapalı iki tuvaletin hali pür melali hiç mi içinizi sızlatmıyor? İstanbul Avrupa Kültür Başkenti olmaya böyle mi hazırlanıyor?

İç Bedesten 42 numara

Kapalıçarşı’nın güzellikleri de dertleri gibi saymakla bitmez. Ön yüzü cafcaflı, arka yüzü cefalı bu çarşının biz kadınlar için en civcivli ve iç hoplatan köşesi kuşkusuz İç Bedesten’dir. Çarşının orta yerinde küçük bir labirenttir. Bir ucundan girip diğer ucundan çıkmak kolaydır ama aradığınız adresi bulmak neredeyse imkansızdır. Bir sokağa girer diğerinden çıkar, sağa döner sola sapar, az gittim uz gittim derken kendinizi az önce geçtiğiniz yerde bulmanızla bir adım bile gitmediğinizi anlarsınız. Bedesten’de dönüp dolaşmamak için iyi mim koymayı bilmek gerekir. Ya da kaybolmayı istemek.
Ömrümün yirmi yılı Kapalıçarşı’da geçtiği halde Bedesten’de hâlâ kaybolurum ben. Ve hiç şikayet etmem. Geçenlerde gene o sokak bu sokak yürürken, yolum 42 numaranın önüne düştü. Sahibi Faruk, uzun yıllar Kanada’da yaşadıktan ve dünyayı dört kez dolaştıktan sonra yurda dönmüş ve bu küçük dükkanı açmış. Etnik takı sevenlerin mutlaka gidip görmesi gereken bir adres olduğunu düşünüyorum. Papua Yeni Gine’den gelme bir kolye, Bali’den alınmış deniz kabukları, Nepal menşeli bilezikler, Afrika’nın dört bir yanından toplanmış kültablası büyüklüğünde küpeler, Bedevi gümüşleri, Hint işleri, hepsi harika. Avrupa’ya gitseniz ancak galerilerde rastlayabileceğiniz ve almaya kalktığınızda elinizi yakacak fiyatlar istenecek binbir çeşit takı burada, İç Bedesten 42 numarada. Meraklısına...

Ya Fes’e ya Subaşı’na

Halı açtırdık, gümüş tarttırdık, kumaş seçtik, inci dizdik derken acıktık mı? O zaman iki seçeneğiniz var. Ya çarşının en afili kafelerinden Fes’te konaklayacak ve birşeyler atıştıracaksınız ya da adam gibi Türk yemeği yemek için Subaşı’na yollanacaksınız. Her gün yirmi farklı yemeğin çıktığı Subaşı’nda karın doyurmak demek, yapılan alışverişi perdahlamak demektir biraz da.

Broadway’e kostüm dokuyan dükkân

Bedesten’den, köşesinde bence çarşının en iyi antikacası Ziya Aykaç’ın dükkanının bulunduğu kapıdan çıkıyor ve ağır ağır yukarı, Yağlıkçılar Caddesi’ne doğru yol alıyoruz şimdi. Fesçiler, Terlikçiler, Yorgancılar, Yağlıkçılar...
Hey gidi günler heyy. Aynı işi yapan esnafın aynı sokakta bulunduğu, kimsenin dükkanın önüne çıkarıp da mal sergileyemediği o güzelim lonca geleneğinden kala kala bu sokak adları kalmış yadigar. Ortada ne bir yorgancı var ne bir yağlıkçı. Yağlıkçılar Caddesi sağlı sollu, allı pullu kumaş satan dükkanlar, raflardan topları indirten metre metre kumaş kestiren kadınlarla dolu. Burası yeminle Türkiye’nin aynası. Her gelişimde uğramadan geçmediğim Murat’ın minicik dükkanına doğru gidiyorum. İstanbullu Sivas Yazmacısı.
İçeride, ellerinde Murat üzerine yazılmış bir haberin olduğu Çek dergisi tutan Çek turistler var. Onlar çıkmadan Venedikli üç İtalyan ve girişteki yazmalara vurulduklarını söyleyen Eğinli üç köylü giriyor. Murat’ın yeri hakkında az buz şey yazılmadı. Her yazıyı da Allah için Rıfat Özbek’lerin Dolce Gabbana’ların adları süsledi. Şimdi Osmanlı motifleriyle bezeli ikatlar yaptırtmış. Bir de ipek kadifeler var ki, bakmaya kıyamıyor insan. Ben kumaşlara dalmışken laf arasında Broadway’de sergilenecek Ben Hur müzikalinin kostümlerinin kumaşlarını da kendisinin dokuttuğunu söylüyor. Elbiseden döşemeye farklı kumaş arayanlar bi zahmet Yağlıkçılar’a kadar uzansınlar derim.

Koleksiyon parçası çiniler

Gene Bedesten. Bu kez Şerifağa Sokak 188 numara. Daha önce var mıydı, yeni mi açıldı bilmiyorum ama vitrindeki Kufi yazıyla yazılmış çini Besmele’yi görmemle içeri dalıyorum. Raflarda gerçekten her biri bir sanatçının elinden çıktığı belli çiniler dizili. Çoğu çininin vatanından; ya İznik ya Kütahya’dan gelme. Sevgili Sıtkı Usta’nın bir iki parçasını usulca okşuyor ve Günhan Dayıoğlu’nun çalışmalarına, yine yeniden bayılıyorum. Nefti bir fon üzerine serpiştirilmiş mercan laleler, bir fermanın ucuyla bir dua gömleği, bir karanfil, bir çintemani.
Hiçbiri ucuz değil, 1-1,5 bin lira arası ama hepsi koleksiyon parçası.
Özellikle yurtdışındaki yabancılara ne hediye götürsem diye düşününler için çiniye gönül vermiş ve eğitimini Kütahya Ahmet Yakupoğlu atölyesindeki çalışmalarıyla pekiştirmiş Günhan Dayıoğlu imzalı bir eser bulunmaz nimet diye düşünüyorum.


Yazarın Tüm Yazıları