Havanda su dövme şenlikleri başladı

SANIRIM, bir süredir ciddi bir siyasi kriz yaşamadığımız için mahkemeler "kriz" kararı aldılar.

Vatana, millete hayırlı olsun. Havanda su dövme şenliklerine hepiniz hoş geldiniz!

Şimdi bir yandan DTP’lilerin mahkemeye polis zoruyla götürülüp götürülmeyeceklerini tartışacağız, diğer yandan da Cumhurbaşkanı’nın yargılanıp yargılanamayacağını!

Bu yüzden mahkemeleri suçlayacak değilim.

DTP’liler, o yaptıklarının ne kendilerine, ne Türkiye’de demokrasinin yerleşmesine bir yararı olmadığını da biliyor olmalıydılar.

Tribünlere oynama sevdası, bir önemli sorunu çözme fırsatıyla TBMM’ye girmiş olmalarına galip geldi ve şimdi bugüne kadar sağlanan her şeyi geri götürebilecek bir olayla karşı karşıyayız.

Aynı durum Cumhurbaşkanı Abdullah Gül için de geçerli.

Söz konusu davadan dokunulmazlığı sayesinde kurtulduğunu, kendisiyle aynı suçtan yargılananların mahkûm olduğunu biliyor olmalıydı.

Cumhurbaşkanlığı gibi bir makama aday olurken, bunun karşısına bir gün çıkarılabileceğini bilmeli ve ille aday olacaksa da bu davadan aklanmayı beklemeliydi.

Ama olmadı. Siyaset ve makam hırsı bunları görmezden gelmeye neden olabiliyor.

Öte yandan şöyle bir sorunumuz da var:

Hukuk düzeni, bir toplumda sorunların kavgasız dövüşsüz çözümlenmesi işine yarar.

Bizim adalet düzenimizin elindeki hukuk ise tam tersine neden oluyor: Sorun çıkarmak!

Bunun için yargıçları mı suçlamalıyız, kanunları çıkarırken ileriyi göremeyenleri mi suçlamalıyız, kestirmek zor.

Bu iki davanın yol açacağı siyasi kriz ile boğuşurken, asıl sorunlarımızı yine unutacağız.

Eğitim sistemimiz berbat, işsizlik diz boyu, ekonomi krizde ve biz bir kez daha "meleklerin cinsiyetini" tartışacağız.

Komik bir roman arayanlar için

HİNDİSTAN’da yapılan genel seçimin sonuçları açıklandı ve Ulusal Kongre Partisi çoğunluğu kazandı.

Eskiden olsa okur geçerdim ve Hindistan gibi milyarı geçen bir nüfusa sahip, bin bir türlü etnik ve dini sorunları olan devasa bir ülkede demokrasinin yaşayabiliyor olması üzerine arkadaşlarıma kısa bir nutuk çekerdim.

Bu sefer böyle olmadı, çünkü çok komik bir roman okuyordum ve kendimi Yeni Delhi’nin, Kalküta’nın kalabalık sokaklarında hissediyordum.

Hindistan’a olan ilgim çocukken okuduğum E.M. Forster’ın "Hindistan’a Bir Geçit" isimli romanıyla başlamıştı. Yıllar sonra Hindistan’a giderken bu romanı ikinci kez okumuştum.

Hindistan’a bakışımı değiştiren romanı bir günlüğüne Almanya’ya gidip, dönerken uçakta okuyup bitirdim. Aravind Adiga’nın "Beyaz Kaplan" isimli romanı bu. (Pegasus Yayınları, Çeviren: M. Begüm Güzel.)

Bu sefer karşımızda yozlaşmış, adaletsiz, insanın içini kaldıracak pislikte bir ülke var. Oyları topluca alınıp satılan insanlar var. Nefretlerini kendilerini o duruma düşürenlere değil, kendilerine benzeyenlere yönelten çaresiz insanlar.

Romanı böyle anlatınca iç karartıcı bir eserden söz ettiğimi de zannetmeyin.

Karşımızda bir tür Aziz Nesin var. Acımasız bir mizah, keskin bir hiciv romanın içinden çıkıp, insanı sarıyor.

Oscar’lı "Slumdog Millionaire" tadında bir roman bu. Hafta sonu tatilinde eğlenceli bir roman okumak isteyenlere ve çok uzaklardaki muhteşem bir ülkenin bir turist olarak asla göremeyeceğiniz yüzüne merak duyanlara öneriyorum.

Barbie’deki erotizmi görme becerisi

BAKTIKLARI her yerde, normal birisinin göremeyeceği "gizli erotizmi" görebilenlerin sayısının bu ülkede ne kadar çok olduğunu biliyoruz.

Vahim olanı bu kişilerin eğitim kurumlarımızın ta içine kadar sızmış olmalarıdır diye düşünüyorum.

Bunları görünce aklıma çok eski bir fıkra geliyor. Bilenler çoktur ama yine de anlatayım:

Adam psikoloğa gidiyor. Psikolog káğıdın üzerine bir çarpı işareti çizip soruyor: "Bu nedir?"

Adam yanıtlıyor: "Bu bir dört yol ağzı. Köşedeki çalılığın altında bir adamla bir kadın."

Psikolog lahavle çekiyor, bir üçgen çiziyor. Adamın yanıtı: "Bu bir çadır, içinde bir adam ile bir kadın." Psikolog bu kez bir kare çiziyor. Adamın yanıtı: "Bu bir yatak odası, içinde bir adamla bir kadın." Böyle devam edip gidiyor, sonunu burada yazamayacağım. Geçtiğimiz günlerde bir Milli Eğitim Müdürü, çocukların çantalarındaki Barbie resimlerini "erotik" buldu ve hazırlattığı Keloğlan’lı çantaları basına tanıttı.

Türkiye’de büyüyen bir çocuğun çok yaygın bir halk masalının kahramanı olan Keloğlan’ı tanıması elbette gerekiyor. Eğitim sistemimiz, kendi geleneklerimizden ve geçmişimizden kaynaklanan bu tür öyküleri çocuklarımıza elbette öğretmeliler. Burada bir sorun yok.

Sorun Keloğlan’ın, "Barbie"den kaynaklanan erotizme rakip çıkarılmasında. Nasıl bir insan, bir Barbie bebeğe bakarken erotizm görebilir? Bunu gerçekten merak ediyorum. Fıkradaki adam gibi sanki!
Yazarın Tüm Yazıları