Geçen hafta dinlediklerimden biri ‘Arif Sağ-70’ler’ uzunçaları.
Plağın içinde Türkçe–İngilizce olarak hayatının, sanatının yer aldığı bir yazı yer almaktadır.
Oradan alacağım birkaç cümle, hayatı üzerine bir hatırlatma özelliği taşıyor.
Sanatçının dönemlerini, o çalışmalardaki ürünlerini buradan okuyabilirsiniz.
Köln’de, Hollanda’da birçok konserler verdi.
Orhan Veli öldüğünde kız kardeşi 26 yaşındaydı. ‘Ağabeyim Orhan Veli’ kitabında bakın onun için ne diyor Füruzan Yolyapan: “Annemi, babamı, Adnan Ağabeyimi, eşimi, arkadaşlarımı kaybettim. Ağabeyimin ölümü kadar şu kalbimi acıtmadı.”
İki kardeşin birbirine yakınlığı, Yolyapan’ın her şeyini abisine danışması bu kitabın en ilgi çekici yanlarından biri.
Edebiyatçıların eserleri dışında yaşamlarının ayrıntısını, seyrini ortaya koyan kitaplar onların yazdıklarını da başka açıdan yorumlamayı sağlıyor.
Ağabeyim Orhan Veli
Seray Şahinler
Doğan Kitap
Bilinmeyen merakları
Özkök, sanat-edebiyat dünyasından birçok kişinin fotoğrafını çekti.
Onun arşivinde bulunan, hem dünyadan hem de Türkiye’den çektikleri birkaç kez kitaplaştı.
Feridun Andaç’ın yönettiği Dünya Yayınları’ndan çıkan kitabın adı ‘Portreler–Türk Edebiyatına Dönemsel Bakış’tı. Fotoğrafların yanında biyografi de yer alıyordu.
Orhan Pamuk’un Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldığı yıl İsveç’e gittiğimde editörü Feridun Andaç’la evine gitmiştim.
Duvarlarında çektiği fotoğraflar duruyordu.
Özkök, şairdi de. Şiirlerini ‘İçimizdeki Sıla’ başlığı altında yayınlamıştı.
Osman İkiz’
Ayrıca sözünü edeceğim uzunçalarların bazıları da yeni.
Sevdiğiniz türlerin müziğin önemli adlarının çalışmalarını yazacağım bugün.
Leman Sam’ın ‘Livaneli Şarkıları’ bunlardan biri. Livaneli’nin iyi Türk şairlerinin metinlerini bestelediği, yıllardır dinlediğimiz, sevdiğimiz parçalar.
* Nâzım Hikmet’ten Orhan Veli’ye, Sabahattin Ali’den Ülkü Tamer’e, Bedri Rahmi’ye kadar şairler. İyi şiirler, iyi bestelerle buluşmuş.
* Bir diğer LP (uzunçalar), Gürol Ağırbaş’ın ‘Bas Şarkıları’.
Sanatçının LP’nin iç kapağındaki yazısından bir bölüm çalışmanın ortaya çıkışını öğrenmemizi sağlıyor:
“Albüm, benim için çok özel bir kavuşmaya vesile oldu. Belki de o yüzden beklemişim onca yıl... (1934–1989) Babam Salim Ağırbaş’ın kayıtları 1972’de yapmış olduğu 45’liğin kayıtları İlayda’nın hediyesidir bize. Albümdeki Koşan Çocuk şarkısı –baba ve iki oğulun buluşması– bu sayede oldu...
Salim, Birol ve Gürol Ağırbaş... Canım oğlum Uzay, babası, amcası ve hiç göremediği dedesini bu albümün o şarkısında tanıyıp büyüyecek...”
Ayşe Emel Kefeli, ‘Halide Edib Adıvar’ın Sunuş’unda bu tür kitapların önemine değiniyor, hayatından yola çıkarak eğitimini, onun üzerine yazılanların özelliğini vurguluyor: “Nesiller arasında kültür köprüleri olarak görev yapan eserlerin tanıtılması, farklı zaman dilimlerinde yeniden okunması geçmişle bağlarımızı güçlendirmek kadar bugünü anlamak ve geleceği şekillendirmek bakımından da önemlidir. Doğum ve ölüm yıldönümleri okurlara yazarları, biliminsanlarını anma ve eserlerini farklı bir zaman diliminde yeniden değerlendirme olanağı verir.” Kefeli’nin bu saptamasını yazılarımda sık sık yineliyorum. Bu açıdan da Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın bu dizisini güçlendirmesini öneriyorum. Kitaplığımda bu diziden birçok yapıt bulunuyor. Ben de bu dizi için Cemal Süreya’yı hazırlamıştım. Çeşitli yazarların yorumları, değerlendirmeleri araştırma yapacaklar için tam bir başvuru niteliği taşıyor.
Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları
Kitabın bölüm başlıkları şöyle:
- İzlenimler, Değerlendirmeler
- Ölünün Ardından Yazılanlar
- İncelemeler
- Halide Edib’in Kaleminden
O yılların en meşhur şarkısı Adamo’nun söylediği “Her Yerde Kar Var”dı, aslı Fransızcaydı ama Adamo Türkçesini de söylemişti.
Kırık bir Türkçeydi.
Beni şaşırtan şey, bazı Türk sanatçıların da o şarkıyı kırık bir Türkçe ile okumalarıydı. Hadi Adamo –yanılmıyorsam– Belçikalı, ya Türkler.
İstanbul’a kar lapa lapa yağardı, Ayazpaşa’da oturduğumda, otomobille ya yokuş aşağı inmek ya da yokuş yukarı çıkmak gerekirdi. Ertuğrul Özkök’ün arabası ağır olduğundan hepimiz benim arabaya dolup gazeteye öyle giderdik.
Benim de oturduğum Sarayarkası Sokağı’nda kimler komşuydu: Ertuğrul Özkök, Nurcan Akad, Neyyire Özkan.
Nurcan’la balkonumuz yan yana olduğundan o geç saatlere kadar çalışır, kedisi Yavruş da bizim evde yaşardı.
Nurcan Akad’ın bir sözü ile kendimi statta buldum.
Şifo Mehmet
Kitap üç bölümden oluşuyor:
Birinci Bölüm’de platformun faaliyetleri, 24 ayda milyonlarca kişiye ulaşan projenin hedefleri yer alıyor.
İkinci Bölüm’de toplantılarda belirlenen sorunları, çözüm önerilerini, dünyadan örnekler ve makaleler eşliğinde okuyabilirsiniz.
Üçüncü Bölüm ise proje geliştirmek isteyenlere kapsamlı bir kılavuz sunuluyor.
Platformun kurucular listesinden sonra anket formu geliyor.
Anket içerikleri şöyle sıralanıyor:
Demografi
Pratikler
Ferit Edgü ve Murat Katoğlu verdiler bana acı haberi.
Türk yazarlarının bedel listesi yüklüdür, sadece edebiyat tarihine bedel ödemezler, darbelerin de kara faturası onlara çıkar.
Demir Özlü hem 12 Mart’ta hem de 12 Eylül’de ağır bedeller ödedi.
Yalnız dostum, arkadaşım, kuşakdaşım değildi.
İki kız kardeşi de edebiyat ve çeviri dünyasındandı.
Tezer Özlü yazardı, Sezer Duru da hem yazar hem çevirmen. Gençliğimizde nice edebiyat toplantısını onların Fatih’teki evlerinde yaptık.
İsveç’te yaşayan
‘Canım Melek Annem Ayşe Arıyak’a Ağıt’.
Şefika Kutluer’in birçok CD’sini dinledim. Flüt virtüözünün ulusal ve uluslararası birçok ödülü vardır.
Türkiye Cumhurbaşkanlığı Büyük Ödülü, Avusturya Cumhurbaşkanı’ndan aldığı Avusturya Liyakat Ödülü vardır.
‘Şefika Kutluer Festivali’ de bu alanda önemli bir etkinliktir.
Sanatçının ‘Mevlânâ Rûmi’ CD’si benim için önemli bir çalışmasıdır.
Yunus Emre Yılı için çalışmaların yapıldığı bugünlerde buradaki besteler daha da öne çıkmaktadır.
Neler icra edilmişti:
Derya Bengi - Erdir Zat’ın hazırladığı kitabı okurken ‘gündelik yaşamımın günlüğü’ duygusu uyandı bende.
Kitabın adını, kapsadığı tarihi dönemi yazmam gerekir önce: ‘100. Yılında Cumhuriyet’in Popüler Kültür Haritası 1’ (1923 – 1950) / “Her savaştan bir yara”’. (Sadettin Kaynak’ın Yanık Ömer’inden alıntı.)
- Daktilo aranıyor ilanını görünce sekreterlik müessesesinin başlangıcını anımsadım. Kısa zaman önceye kadar sadece kurumlarda değil, mahkemelerde de zabıt kâtibi olarak çalışırlardı. Kantosu bile vardı.
- Müzik tarihini merak ederseniz zamanın popüler solistlerinin hayatını bulabilirsiniz, CD’lerini de dinleyebilirsiniz. Bu listenin başında ‘Deniz Kızı Eftalya’ gelir.
- Çocukluğumun bir bölümünde, II. Dünya Savaşı sırasında akşamları evimizde siyah istorları kapatırdık. Hedef olmayalım diye.
Ekmek karnesinin bizim kuşağın nüfus kâğıdında damgası vardır. Şimdi çeşit çeşit ekmeği görünce o günlerin bıraktığı iz kendini belli ediyor. Kahvenin bile bulunamayışından söz edilir, hatta nohudun kavrularak içildiği söylenirdi. Yaşadığımız, yaşadığım o günleri Rıfat Ilgaz’ın ‘Karartma Geceleri’nde okuyabilir, filmini de görebilirsiniz.
- Buzdolabı frijder olarak bilinirdi. Frigidaire bir buzdolabı markasıydı. İlk o geldiği için buzdolabı sözünü o zaman hiç duymadım. Ayrıca kapı açacağında kilit vardı. Herhalde çocuklar düşünülerek yapılmıştı.
- Devlet büyükleri, başta Atatürk, oraya gittiği için Florya gözde bir yazlık yeriydi. Ailemle bazı pazar günleri Florya’daki plaj gazinosuna gider, ‘komple 5 çayı’ içerdik. Çay, bisküvi, kurabiyeler...
İstanbul üzerine yapılan her inceleme benim dikkatimi çeker ve İstanbul’a, İstanbulluya katkısı vardır.
İstanbul’un semtlerini canlandıranları da sık sık anımsarım ve anımsatırım.
Çelik Gülersoy, Yeşil Ev’i açtıktan sonra Sultanahmet canlandı. Birçok otel yapıldı.
İstanbul üzerine kitap yazacakların Gülersoy’un kurduğu ‘İstanbul Kitaplığı’ndan yararlandığını biliyorum.
İstanbul Araştırmaları Enstitüsü’nün çıkardığı ‘Yıllık’ bu gereksinimi karşılayan yayınlardan biri.
Yazılardan önce okuduklarım, şehrin kültürüne, edebiyatına dair çalışmalar.
İncelemelerin yanı sıra, İstanbul’u anlatan romancıları, şairleri, öykü yazarlarını da okuyun, böylece bu bilgileri edebiyatla süslersiniz.
*
Eskiden Anadolu’dan gelenler Haydarpaşa İstasyonu’na inerler, oradan Kadıköy’e, Sirkeci’ye giderlerdi. Onları İstanbul’da ilk karşılayan vapurlar olurdu.
Adalar’da yazlığa gidenlerin de tek ulaşım aracı vapurlardı.
Vapur muhabbetleri meşhurdur, çoğu zaman Anadolu tarafında oturanlar belli bir vapurda buluşurlardı.
Köprülerin olmadığı zamanlarda, Anadolu yakası ile İstanbul’u birleştiren arabalı vapurlardı.
Gece karşıdan İstanbul’a geçebilmek için saatlerce beklerdik. Ben işim geç biterse orada bir otelde kalmayı tercih ederdim.
Hiç kuşkusuz Boğaz’ın Anadolu yakasında oturanların da vapur sefaları söz konusuydu.
Bütün Adalar’ı dolaşanlara dilenci vapurları denirdi.
Burgazada’da oturan
Aziz okurlarım bilirler, bir coğrafyanın müziğini dinlemeden orayı tam benimseyemiyorum. Çünkü oranın müziğini dinlemeden, orada yaşayanların zevkini, alışkanlıklarını, aşklarını, hasretini fark edemezsiniz.
Açılışında bulunduğum Baksı Müzesi’nin yükseliş çizgisini sevgiyle izledim, izlemekteyim.
Hiç kuşkusuz türküleri dinledim, daha sonra da Melih Duygulu’nun ‘Bayburt Halk Müziği’ kitabını okudum.
Melih Duygulu, müzik kitaplarıyla bu alanın önemli bir adı.
CD’yi ayrı bir duyarlılıkla dinledim.
Kapakta şu yazı vardı:
“İlk Kayıtlarıyla Bayburt Türküleri”.
Bildiğiniz türkülerin özgün bir icra ile sunulması ayrı bir tat veriyor. Kapak resmi de, o dönemin müzisyenleri, çalanlar, söyleyenler.
Üç tanınmış mimar, mimarlık, Türkiye’deki mimarlığın sorunları, özellikle İstanbul üzerine derin bir sohbete daldılar.
Ceren Çıplak Drillat da bunları kaydetti ve ortaya bu kitap çıktı: 'Mimar Doğan'lar: Doğan Kuban, Doğan Tekeli, Doğan Hasol...'
Üçünü de yakından tanıdım, mimarlık üzerine düşüncelerini epeyce dinledim.
Kitabı hazırlayan Ceren Çıplak Drillat, Sunuş bölümünde adının nereden geldiğini belirtiyor: “'Üç Doğan’ın tek ortak tarafı isimleri ve meslekleri değil. Onlar aynı hocaların öğrencileri, aynı şehrin sakinleri, yine ayrı şehrin, İstanbul'un mimarları...
Mimar Doğan'lar... Üç Doğan
Ceren Çıplak Drillat
İlber Ortaylı, Murat Bardakçı, Halil İnalcık’ın da görüşlerinin yer aldığı bir yazıydı. Osmanlı arşivinin birçok belgesinin tasnifinin yapılmadığını belirtmiştim.
Adı geçenler 12 Eylül döneminde önerilere de ilgi gösterilmediğini söylemişlerdi.
Yazımda bazı konularda rakamlar da ortaya konulmuştu.
150 milyon belgenin o tarihe kadar 50 milyonunun tasnif edilebildiği, Arşivler Genel Müdürlüğü Osmanlı Arşivleri Daire Başkanlığı verilerine göre 79 yılda arşivlerden sadece 3 bin 40 yabancı araştırmacının yararlandığı belirtilmişti.
Bir yazının yankı bulması elbet yazarı sevindirir. O kurumun geliştiğini görmek de ayrı bir mutluluk.
YAZIYA 20 YIL SONRA VERİLEN YANIT
CUMHURBAŞKANLIĞI Devlet Arşivleri Başkanı Prof. Dr. Uğur Ünal’ın Özel Kalemi Ali Kadercan çalışmaları, arşivlerin bugünkü durumu üzerine bir bilgi gönderdi.
Televizyonda çıkan bir haberi görünce böyle bir açıklama yazma gereği duymuşlar. Söz konusu benim yazımdı.
Bürokrat olarak çeşitli görevlerde bulundu, politikaya girdi, bakanlık yaptı.
Cumhuriyet kuşağının çalışkan, üretken bir neferiydi ve 104 yaşında veda etti dünyaya.
Siyaset içinde ve dışında bulunduğu, tanıklık yaptığı dönemleri de dizilerinde, kitaplarında yansıttı.
Cahit Kayra ile ilk buluşmamız Moda’da İdil Biret–Şefik Büyükyüksel’in evindeydi.
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde sevgili Hilmi Yavuz’un fahri doktor unvanı töreninde konuşmuştuk.
Kadıköy Belediyesi Kütüphanesi’nde Behçet Necatigil Toplantısı’nda Ayşe Sarısayın, Hilmi Yavuz ve beni dinlemeye gelmişti.
Bazı kitaplar sizde iz bırakır, belleğinizden bir türlü çıkmaz.
Ödül başlığı: ‘Piyanolu Üçlüler’.
35 yaş altı besteciler katıldı.
CD’nin kitapçığında Kadıköy Belediye Başkanı Şerdil Dara Odabaşı’nın yarışma üzerine bir sunum yazısı var.
Jüri aşağıdaki adlardan oluşmuştu:
- Besteci – müzikolog – müzik teorisyeni Yalçın Tura
- Besteci Özkan Manav
- Hasan Uçarsu
- Turgay Erdener
Portre kitaplarına merakımı okurlarım bilir. İki açıdan yararlanırım. Tanıdıklarımın başka yönlerini öğrenirim, tanımadıklarım hakkında da bilgi edinerek eksiklerimi tamamlarım.
İsmail Kara’nın iki ciltten oluşan portrelerini beğendim, birçok yeni şey öğrendim.
Portre yazılarının birkaç özelliği içermesi gerekir. Onların çalışmalarını nesnel açıdan okura sunmak, kişisel tespitlerini, yorumlarını da öznel bir anlayışla yansıtmak...
İlk cilt için ‘Sözü Dilde Hayali Gözde’ adı kullanılmış. Bu, Şair Arşî’nin şair Hayalî Bey’in vefatına düştüğü tarih. İkinci cilt, ‘Dağ Ne Kadar Yüce Olsa’ ise Yunus Emre’nin iki dizesinden alınma...
“Dağ ne kadar yüce olsaYol onun üstünden aşar”
Kitabın başında da alıntının tamamı yer alıyor.
Birinci cildin başında, ‘Birkaç Söz’de tür üzerine düşüncelerini iletiyor: “Bu kitapta tesadüf edeceğiniz zevat hakkında hatıra-deneme metinleri kaleme almamın benim için vazife diyebileceğim bir tarafı var.”
Portrelerin bir bölümü:
“Belki de bir Tanrısı var acının, hüznün, ayrılığın
Ki durup dururken öyle ansızın yürüdükleri...”
Cansever’in dizeleri uğurluyor ansızın gidenleri.
Gökhan Akçura’nın ‘Lokantacıların şahı diye anılırdı: Pandeli’ yazısında en ilgimi çeken Şirket-i Hayriye vapurlarındaki “Sazlı tenezzüh seferleri”.
Artun Ünsal’ın ‘Kış keyfi: Nostalji ve hüzün dolu içeceğimiz boza’ yazısı. Eski İstanbul gecelerinin önemli duraklarından biriydi. Mermer kabından yoğun boza bardaklara doldurulur, üzerine de sarı leblebi konulurdu.
Birçok kişi gece Vefa’daki yere gelir boza içerdi.
Şimdi geceleri o ilgi sürüyor mu sanmıyorum, marketlerde plastik şişelerde satılıyor. İkram listesinde ne kadar yer alıyor, bilemiyorum.
Şamran Hanım’
Doğan Hızlan: Kaç kelimeyle konuşuyoruz
DEDE EFENDİ'nin Hüzzam Ayini ve Dindışı Eserleri'nden oluşan CD'yi dinlerken (Kalan Müzik) Hakkı Devrim'in 'İnsan anlaşılmak için yazar' adlı yazısı aklıma geldi. (Raodikal, 3 Mayıs 2000, Çarşamba).
Dede Efendi'nin bestelerinin güftesini genç kuşağın, hatta bu konuda bilgi sahibi olmayanların anlamayacağını düşündüm. Müzik olduğu için başka bir özellik öne geçiyor.
Hakkı Devrim, Şevket Süreyya Aydemir'in İkinci Adam'ının dilinin yenilenmeden verilmesini hata olarak değerlendiriyor.
Tam katılamıyorum bu görüşe. Ben, okuru Özgen Karakutlu gibi düşünüyorum:
‘‘Beni şaşırttınız. İkinci Adam telif eserdir. Telif eserlerin de dilini düzeltmek gerekirse, o zaman Türk edebiyatının, bu arada 1960'tan önce yazılmış bütün örnekleri elden geçirip yeniden mi yazılacak?’’
Olmaz böyle şey. Yazarın üslubunu zedelemeye hakkımız var mı?
Ancak edebi eserle diğerleri arasındaki ayrımı gözden uzak tutmayalım.
Konuşma dilinin kolaylığı ile yazı dilinin emek isteyen özelliğini birbirine karıştırdık. İstiyoruz ki; okuduğumuz her metni şıpın işi anlayalım. Dil tembelliğinin tutsaklığından bizi azad edecekler arasında ben daima Hakkı Devrim'in adını birinci sıraya koydum. Yoksa o da bu mücadeleden yorgun mu düştü?
Kişisel sözlüklerimiz bir kaç sayfayı geçmiyor. İlaç prospektüsleri kadar. Konuşma dilinin dışındaki her kelime bize birer çetin ceviz, hatta demir leblebi gibi geliyor. Soyulmuş badem, ayıklanmış fıstık tercihimiz. Bir de böbürlenerek, sanki marifetmiş gibi, ben anlamıyorum, diyoruz. Böylece akan sular duruyor.
* * *
KONUŞMA dilimiz 100 kelime içinde dolanıp duruyor. Yazımızı da onlarla yazıyoruz. Ötesindeki her kelime bize yabancı dildenmiş gibi geliyor.
Dilimizin sadeleşmesi yıllar önce bir tartışma yaratmıştı.
Kimileri eski edebiyatı, eserleri okuyabilelim diye Osmanlıca'nın ders olarak okullarda okutulmasını savunmuştu, kimileri de Batı kültürünü benimsediğimiz için Yunanca-Latince okutulması tezinde ısrar etmişlerdi.
Biz iki seçimsizlik arasında kaldığımızdan bu ıstıraplara muhatap oluyoruz.
Hakkı Devrim, bu yazısıyla, kolaycılardan yana çıkıyor.
Ben okurlara sözlük kullanmalarını tavsiye edeceğim, kelime hazinelerini zenginleştirmenin başka yolu yoktur.
Üstelik konuşma dili ile yazı dili arasındaki farka neden dikkat edilmiyor. Biri daha yoksuldur, diğeri daha zengin. Yazı dilinin bir işlevi de, insanların yeni kelimelerle, kavramlarla karşılaşması, bunları öğrenmesidir. Dil ile, kelime zenginliği ile kültür kavramları arasındaki doğrudan bağlantıyı belirtmenin gereği var mı?
Diyeceksiniz ki, bir roman ya da deneme kitabı okuyoruz, bilimsel bir çalışma değil.
Hakkı Devrim, Halit Ziya Uşaklıgil'in kendi eserlerini sadeleştirmesini örnek göstererek, Şevket Süreyya Aydemir de keşke böyle yapsaydı, diyor.
Aydemir'in yazdıkları onun da belirttiği gibi edebi değildir ama ben, yazarın düzeltmelerine rağmen ilk yazdığı özgün metni de okumak isterim.
Attilá İlhan, Dersaadet'te Sabah Ezanları'nı yazdığında Osmanlıca kelimelerin fazlalığından şikayet edenlere, öğrensinler diye cevap vermişti.
Her şey bir bestseller romanının sığlığında ve kolaylığında yazılamaz ki.
Yazarın, şairin gösterdiği çabanın bir bölümünü de okur göstermelidir.
Okur; konuşma dilinin rahatlığını kitapta da bulmak istiyor.
Bilgisayarı kullanmak için bir önbilgiye ihtiyaç duyuyorsunuz, müzik setinizi çalıştırmak için de bir kaç sayfayı okumak zorundasınız.
İş edebiyata gelince sözlüğe bakmadan, ek bir çaba göstermeden yazılanları hemen anlamak istiyorsunuz.
* * *
YAZARIN özgün metni, bence yazıldığı gibi bırakılmalıdır.