Bir önceki A takımı tasfiyesi bize Rumeli’yi kaybettirdi

Hükümetin emeklilik yaşını 61'e indirme kararının kesinleşmesinden sonra, 80 civarında tecrübeli büyükelçi otomatikman emekli olacak. Biz, bir önceki ‘‘A takımı tasfiyesi’’ni bundan tam 93 sene önce yapmış ve sadece diplomatları değil, önde gelen bazı kumandanları da emekliye sevketmiştik. Ama bu tasfiyenin bedeli ağır olmuş ve hemen arkasından patlayan Balkan Savaşı'nda Rumeli elimizden çıkmıştı.

NEHİR geçerken at değiştirmeye pek meraklıyızdır. Bu ádetimiz şimdilerde gene depreşti; çok yakında başlaması beklenen savaşın arefesinde en kıdemli ve tecrübeli diplomatlarımızı emekliye sevketmek üzereyiz.

Hadise málum; hükümet, emeklilik yaşını 61'e indirmeye karar verdi. Askerler, istihbaratçılar, emniyet mensupları, üniversite hocaları ve hákimlerle savcılar bu kararın dışında tutulacaklar ama Dışişleri Bakanlığı'na ayrıcalık tanınmadığı için, kararın kesinleşmesinden sonra 80 civarında büyükelçi otomatikman emekli olacak. Yani, Hürriyet'in geçen cuma günkü manşetinde söylenen olacak, 'Savaş gelecek, A takımı gidecek'.

Devlet kadrolarında gerçi cumhuriyetin kuruluşundan sonra da büyük bir temizlik yapılmış, eski devrin binlerce bürokratı mecburi emekliliğe sevkedilmişti. Ama o senelerde ortada artık ne bir savaş ihtimali vardı, ne de sınırlarımızın ötesi bugünkü gibi karmakarışıktı.

Biz, savaş öncesindeki son 'A takımı tasfiyesi'ni bundan tam 93 sene önce yapmış ve sadece diplomatları değil, bazı kumandanları da emekliye sevketmiştik. Ama bu iş edilirken sınırlarımızın dört bir tarafındaki savaş tehlikesi gözönüne alınmamış, dolayısıyla tasfiyenin bedeli ağır olmuş ve temizliğin hemen arkasından çıkan Balkan Savaşı'nda Rumeli'yi kaybetmiştik.

İşte, bundan önceki 'A takımı tasfiyesi'nin kısa öyküsü:

1908'de ilán edilen İkinci Meşrutiyet'ten bir sene sonra İstanbul'da 31 Mart ayaklanması patlamış, ayaklanmayı Selánik'ten gelen Hareket Ordusu bastırmış ve fatura zamanın hükümdarı İkinci Abdülhamid'e çıkartılmıştı. 33 seneden beri tahtta bulunan hükümdar, ayaklanmadan iki hafta sonra, 1909'un 27 Nisan'ında tahtından indirilip Selánik'e sürgüne gönderilmişti.

İpler, İttihad ve Terakki Komitesi'nin eline geçmişti ve İttihadçılar hem iktidara daha güçlü şekilde hákim olabilmek, hem eski dönemin izlerini silebilmek, hem de devletin masraflarını biraz olsun kısabilmek maksadıyla yoğun bir tasfiyeye giriştiler.

Kıdemli diplomatların tasfiyesi, Meşrutiyet'in ilánından hemen sonra başladı. Paris'te Salih Münir Paşa, o zamanki Rusya'nın başkenti Petersburg'da Hüseyin Hüsnü Paşa, Roma'da Mustafa Reşid Paşa, Sofya'da Sadık Paşa, Madrid'de İzzet Fuad Paşa, Atina'da Mehmed Rif'at Bey, Belgrad'da İbrahim Fethi Paşa, Lahey'de Yusuf Misak Efendi, Berlin'de Ahmed Tevfik Paşa, Londra'da Musurus Paşa, Viyana'da Mahmud Nedim Paşa vardı ve senelerdir görev yaptıkları Avrupa başkentlerinden geri çağırıldılar. Yerlerine İttihadçılar'ın itimadını kazanmış olanlar gönderildi.

Bürokrasideki tasfiye, Sultan Abdülhamid'in tahttan indirilmesinden sonra daha çılgın bir hal aldı. Hükümdarın yakın çevresindekilerin bir kısmı İttihadçılar'ın hışmına uğramamak için 31 Mart sonrasında zaten Avrupa'ya geçmişlerdi ve Abdülhamid zamanında yükselmiş olup da memlekette kalan kim varsa artık hedefteydi. Hemen her an birileri azlediliyor, paşalar, elçiler ve bürokrasinin en tepesindekiler gruplar halinde emekliye sevkediliyordu.

Yeni iktidar, bürokratları sadece azille yahut emekliye sevketmekle kalmıyor, haysiyet kırıcı hareketlerde de bulunuyordu ve bunların başında ünvanlarla rütbelerin geri alınması vardı.

'Paşa' ünvanı o devirde sadece askerlere değil, sivillere de verilirdi. Meselá sadarete yani başbakanlığa getirilen bir kişi asker değil de sivil ise mutlaka 'vezir' ve 'paşa' yapılır, önemli bir bakanlığa tayin edilen bir sivil de 'paşa' olabilirdi.

31 Mart sonrasındaki tasfiye kampanyasında, devrik hükümdarın yakın çevresindekilerin asker yahut sivil olduğuna bakılmaksızın, bu ünvanları da ellerinden alındı. Bir gece önce 'paşa' olarak yatanlar, sabah uyandıklarında sadece 'bey' yahut 'efendi' idiler. Gazetelerin sayfaları, tasfiye listeleriyle ve ünvanları alınan bürokratların fotoğraflarıyla doluydu.

Tasfiye, devlete sadece feláket getirdi. Kıdemli diplomatların neredeyse tamamı emekli edilmiş, işin başına tecrübesi daha az olanlar geçmişti. Meselá Roma'ya büyükelçi yapılan sonraların sadrazamı Hakkı Paşa, İtalya'nın o zaman bize ait olan Libya'yı işgal edeceğini hiçbir şekilde hissetmemiş, işgalden herşey bittikten sonra haberdar olabilmişti.

Tecrübesiz bürokratların asıl gafleti Balkanlar'da yaşandı. O zamana kadar yürürlükte olan 'Kiliseler Kanunu' sayesinde Balkan memleketleri birbirleriyle didişirler ve bizden pek bir talepleri olmazdı. İttihadçılar'ın 'daha fazla hürriyet' námına bu kanunu durup dururken iptal etmeleri üzerine Balkan devletleri arasındaki bütün çekişmeler bir anda sona erdi, gözlerini Rumeli'deki topraklarımıza diktiler. Ne iktidardakiler, ne de gençleşmiş olan hariciye olup bitenleri farkedemedi, neticede Balkan Harbi patladı ve bütün Rumeli elimizden çıktı.

Bir önceki 'A takımı tasfiyesi'nin hüzünlü hikáyesi işte böyle...


Bu kitaba sakın güvenmeyin!


BİR devrin meşhur gazetecilerinden olan Nahid Sırrı Örik genellikle kültür ve sanat üzerine yazmış; romanlar, hikáyeler, piyesler kaleme almış ve Fransızca'dan çok sayıda tercüme yapmıştı. Hayata 1960 senesinde 65 yaşında veda ettiğinde, arkasında telif yahut tercüme bir hayli eser bıraktı ve en meşhur kitabı, 'Sultan Hamid Düşerken' isimli romanıydı.

Nahid Sırrı, 1950'lerin bazı tarih dergilerine o günlerde Türkiye'ye girmeleri yasak olan Osmanlı hanedanı mensupları hakkında makaleler de yazdı. Bu makalelerin ortak özelliği maalesef yanlış, kulaktan dolma ve yanıltıcı bilgilerle dolu olmalarıydı. Yazar isimleri birbirine karıştırmış, o senelerde hayatta olanları ahrete göndermiş, ölmüş olanlara hayat bağışlamış ve hata üstüne hata yapmıştı, dolayısıyla da yazdıkları hiçbir şekilde kaynak olamayacak bir yanlışlıklar silsilesinden ibaretti.

Sözkonusu makaleler, 50 küsür sene sonra, İş Bankası'nın Kültür Yayınları tarafından 'Bilinmeyen Yaşamlarıyla Saraylılar' adıyla kitap haline getirildiler. Ama ne kitap!

Bir yazarın eski dergilerin sayfaları arasında kalmış makaleleri kitaplaştırılırken, her makalenin sonunda o yazının nerede yayınlandığının bir satırla olsun kaydedilmesi ádet olduğu halde, kitabı yayına hazırlayan zat, bunu yapmamıştı. Üstelik, yayınlananlar da Nahid Sırrı'nın bu konuda yazdıklarının tamamı değildi, noksandı.

Gene bu tür derlemelerde yazarın hatalarının dipnotlarla düzeltilmesi ádetten iken, makaleleri yayına hazırlayan zat, konuya herhalde áşina bulunmadığından buna girişmemiş, eski hataları aynen nakletmekle yetinmişti. Meselá son Halife Abdülmecid Efendi'nin halen hayatta olan ve Londra'da yaşayan kızı Dürrüşehvar Sultan, kitaba göre bundan yarım asır evvel terk-i dünya etmişti ve bunun gibi yanlışlar daha pek çoktu.

Ama işin daha vahim tarafı, kitaba yapılan ilávelerdi. Meselá 63. sayfada Abdülkadir Efendi olduğu iddia edilen şehzade, Abdürrahim Hayri Efendi idi. 71. sayfadaki resim Mihrimah değil, Mihrişah Sultan'a; 39. sayfadaki fotoğraf da Semiha değil, Mediha Sultan'a aitti ve Osmanlı ailesinin 'Semiha' adında bir mensubu zaten yoktu. Mısır'ın 'Hüseyin' adında bir kralı da hiçbir zaman varolmamıştı, 209. sayfada 'Kral Hüseyin' olduğu iddia edilen kişi 'Sultan Hüseyin' idi ve Mısır'ın ilk ve son 'sultan'ıydı.

Daha önce çıkmış bir eseri 'yayına hazırladığını' iddia edenlerin bir iş yapmış olmak için áhenkli ve güzel Türkçe'yi yapmacık, kakofonik ve yetersiz hále getirme gayretkeşliğinin kurbanları arasına bu kitap da girmişti ve yapılan 'Türkçeleştirme', eseri yayına hazırlayanın Türkçe'ye ne derece áşina olduğunu göstermedeydi. 'Tarih Dünyası' isimli derginin 1 Nisan 1951'de yayınlanan 22. sayısından alınmış olan 'V. Murad'ın Kızları' başlıklı yazıdan birkaç örnek vermekle yetineyim: 'Sonsuza kadar' demek olan 'ebediyyen' sözü 'hiç' olmuş (s. 102), 'rivayet edilen' ifadesi 'söylenen'e çevrilmiş (s.107), 'irfan' kelimesi yayına hazırlayanın dil kültürünü ve irfanını gösterircesine 'kültür' diye 'güncelleştirmiş', 'çaresiz' demek olan 'biçare' sözü 'zavallı' yapılmıştı (s.101).

Biçare ve de zavallı Türkçe!

Bu kitabı yayına hazırlayan Alpay Kabacalı'nın böyle bir işe niçin kalkıştığını bilmiyorum. Bildiğim tek şey, Nahid Sırrı'nın zaten yanlış bilgilerle dolu makalelerinin çok daha fazla hatalar ilávesiyle ve eksik bir şekilde ortaya sürüldüğü, bundan kültür dünyamızın kazancının da sadece koskocaman bir 'Hiç!' olduğudur, o kadar!
Yazarın Tüm Yazıları