Ayşe'nin Gözlüğü

Ayşe ARMAN
Haberin Devamı

Hayvan olsaydım koala olurdum

Siz İstanbul'a döndüm mü sanıyorsunuz?

Yanılıyorsunuz.

Ben hala oradayım.

*

Hani, reklam şirketleri bir malın tanıtımını yapmak için çalışırken, söz konusu ürünün özelliklerini canlı varlıklara benzetmeye çalışırlar.

Hani, sorulardan biri şudur:

- Hayvan olsa ne olurdu?

Allah sizi inandırsın, ne bir ürünüm, ne de reklamı yapılacak bir malım var ama aynı soru bugünlerde benim için sorulsaydı vereceğim cevap hiç tereddütsüz koala olurdu.

Şu aralar o kadar tembelim ki!

*

Siz, İstanbul'a döndüm mü sanıyorsunuz?

Yanılıyorsunuz.

Ben hala oradayım.

Giderken kanguru olma niyetiyle gitmiştim.

Ama ben ola ola koala oldum.

Ve tembellikten orada kaldım.

Bedenen burada olabilirim ama aslında, aşırı sıcak altındaki ruhum Yağmur Ormanları'nda kaldı. Oraları püfür püfür esiyor biliyor musunuz. Ben de şu anda Avustralya'da, yenmiş tırnaklarımı, dev bir ağacın dallarına geçirmiş, aylarca hareket etmeyecek, orada öyle kıpırtısız duracak dünyanın en tembel hayvanı koala'yım. Öylece duruyorum. Bu koalalar inanılmaz yaratıklar, durdular mı ya da bir şeye yapıştılar mı, siz deyin üç ay, yetiştiricileri diyor ki, altı ay, öyle miskin miskin oturuyorlar.

Ne var ki ben Avustralya'ya giderken kangurularla özdeşleşmek niyetindeydim. Durmak ne kelime, zıp zıp zıplamak istiyordum.

*

Bir de keselerinden sürekli yavruları çıkıyor ya...

İnsan bu durumdan pek bir etkileniyor.

Keşke, insanların da göbeğinde öyle keseler olsa diyor.

Yani öyle diyor(dum).

Artık ona da halim yok.

Önce çocuğun teorik ve pratik şartlarını hazırlayacaksın, hava çok sıcak, olmaz! Sonra o çocuğu yapacaksın, air condition'sız bir ortamda mı, hava çok sıcak, olmaz! Sonra o çocuğu doğuracaksın, bu nem oranında mı, hava çok sıcak, olmaz! Bir de üstelik, o kesendeki çocuğun teni, bu sıcak havada senin tenine yapışacak, dayanılması imkansız olacak. Benim gibi bir çocuk manyağı bile bu sıcak havalarda bu duruma katlanamaz. Kanguru olmak da kolay iş değilmiş. Sen zıpladıkça, o da, kese içindeki çocuk da zıplayacak, ara ara kafasını dışarı uzatacak, bazen sadece dik kulakları görünecek. Hoş ama ağır aynı zamanda.

Zaten hiçbir şeye takatim yok.

Muhtemel çocuğumu bile göbeğimdeki sanal kesede taşıyacak halde değilim.

Kısacası artık kanguru olmak istemiyorum.

Kıştan geldiğim için midir nedir?

Dönme sürecinin başlamasıyla, havalar 35 küsür dereceyken, yüksek nem oranı insanı hasta ederken ve nefes alacak halim bile yokken ben kararımı verdim, hayvanımı seçtim.

Koala olmaya niyetlendim.

*

Bu satırları yazarken beni görseydiniz, siz de inanırdınız.

Oysa ben neler hayal etmiştim.

Sizlere acayip Avustralya bilgisi sunacaktım, o kıtayı evinize getirecektim. Mesela Avustralya'daki eğitim sisteminin bir özelliğini anlatacaktım. Çok büyük bir alanda, az sayıda insan yaşıyor ya, o kıtanın bazı yerlerinde okul sekiz saat uzaklıkta ya, ama çocukların okula gitmesi de şart ya, işte ‘‘School of the air’’ (Telsiz Okulu) orada devreye giriyor. Bizim açık öğretime benziyor. Öğrenciler telsiz vasıtasıyla eğitim görüyorlar. Çocuk sabahları önce tavukları doyuruyor, 7.5'ta telsiz başına geçiyor, ‘‘Günaydın Mr. Kegan’’ diyor. Telsizde yoklama yapılıyor ve ders başlıyor. Boru değil. Japonca öğreniyor, matematik, fen, tarih, coğrafya derslerini görüyor. Medeniyet de aslında buna deniyor.

Ama hava o kadar sıcak ki, ben ‘‘School of the Air’’i size anlatamadım.

*

Hava bu kadar sıcak olmasaydı, yine sadece Avustralya'ya özgü olan ‘‘Flying Doctor’’lardan (Uçan doktorlar) sözedecektim. Diyecektim ki, o kıtadaki uzun mesafeleri yenebilmek için, bir taraftan çocuklar radyo vasıtasıyla eğitim görürken, bir taraftan da doktorlar aynı sorun nedeniyle (mesafe, mesafe!) hastalarına ulaşabilmek için çırpınıyorlar.

Buldukları çözüm helikopter.

Son derece örgütlü bir biçimde çalışıyorlar.

Acil müdahale gerektiğinde haber ulaşır ulaşmaz, doktorlar uçmaya başlıyor. Ve en kısa sürede olay yerinde müdahale edebiliyorlar. Bir de evlerde ilaç kutuları var, o kutulardaki ilaçların üzerine numaralar yapıştırılmış. Çocuk ateşlendi mi? Anne telsizin başına geçiyor, hastalığın belirtilerini söylüyor doktora. O da diyor ki, üç numaralı ilaçtan günde bilmem kaç tane içsin. Yani medeniyet böyle bir şey oluyor, uçsuz bucaksız mesafeler, eğitim sağlık gibi temel hizmetler söz konusu olduğunda sorun olmaktan çıkıyor.

Ama hava o kadar sıcak ki, ben ‘‘Flying doctor’’ları da size adam gibi aktaramadım.

*

Hava bu kadar sıcak olmasa Avustralya'da anlatacak çok şey var.

Mesela Quicksilver platformu.

Yine sebebsiz yere promosyona girdik. Zaten hiç çıkamıyorum ki! Ama ben ne yapayım, Pasifik Okyanusu'ndaki o platforma o ismi kim verdiyse o utansın. Demek ki Quicksilver'ciler para verdi. O zaman da paranın gözü kör olsun. Ama değmiş, çünkü ortaya denizin içinde öyle bir milli park çıkmış ki, olursa bu kadar olur. Öyle hafif bir şey değil, sadece oraya ulaşabilmek için katamaranla saatlerce yol tepiyorsunuz. Kıyıda köşede bir yerde değil, okyanusun göbeğinde. Bir gününü orada geçiriyorsun. Platformun üstü değil, altı ilginç olan. Çünkü müthiş mercanlar var. Daha doğrusu bir mercan medeniyeti var. Denizaltıyla onların aralarından geçiyorsun. Canlı olmalarına rağmen, dilsiz olduklarından selam veremiyorlar. Olsun. Siz hızınızı alamıyorsunuz, kış-mış dinlemeyip şnorkelleri takıp kendinizi Pasifik'in laci sularına atıyorsunuz.

Binbir türlü renk, binbir türlü form, güzellik keşfediyorsunuz.

Ama bütün suç bu aşırı sıcaklarda...

Anlatamıyorum.

Bir anlatabilsem o platformun çok tehlikeli bir yer olduğunu da ekleyeceğim. Şundan, günün sonunda katamaran platformu terkederken, siz tuvalette filansanız, yani görevliler düdük çaldığında yanlışlıkla duymazsanız ve mecburen orada kalırsanız, yandınız.

Öldünüz demek istiyorum.

Gerçekten.

Öyle unutulmuş iki insan var.

Artık aramızda değiller, ölmüşler.

On dakikada bir, bize bu hikayeyi anlatmalarının sebebini hala anlayabilmiş değilim.

Hava bu kadar sıcak olmasaydı belki anlardım!

*

Bu sıcakta bu kadar yazı yazdıktan sonra, biraz daha takatim kalsaydı, Aboriginal'leri de anlatacaktım. Onlar ilk Avustralyalılar. Sonradan gelenler onlara Aboriginal diyorlar. Yani orijinal olmayan. Ne alçaklık değil mi? Dağdan gelenin bağdakini kovması olayı. Asıl orijinal olan onlar. Tabii İngilizce bilmedikleri ve o sonradan gelen beyaz adamların ne yapmaya çalıştıklarını anlamadıkları için olan oluyor. Toprakları ellerinden alınıyor. Bir nevi soykırım yaşanıyor, sayılarında acayip bir azalma oluyor. Bu yüzden olsa gerek hala adamcağızlar ve kadıncağızlar içlerine kapanık bir biçimde yaşıyorlar.

Ama artık devlet onları kontrol altında tutmayı (yok etmeyi demek istiyorum) başardığı için iyi geçiniyor. Onlardan turistik, folklorik unsur olarak faydalanıyor.

Bir kısmı kadrolu yerli.

Bu Aboriginal'lar biraz kızılderililere de benziyorlar.

Pek bir tembeller.

Koala olmaktan vazgeçip Aboriginal mı olsam?

Bir de sürekli içiyor, sarhoş sarhoş geziyorlar.

Fena fikir değil, hani.

Hüzün verici bir halleri var.

Bir kere, Allah affetsin ama inanılmaz çirkinler. Yok yani böyle bir şey. O ne burundur öyle, hele yanaklar, kollar, bacaklar. Ayıp ama sanki insanoğluna sürekli atasını hatırlatmak için yaratılmışlar. En çok ilgimi çeken, ten renklerinin Afrikalı siyahlar gibi dominant olmaması. Onların nesline beyaz ırk karışırsa, ilk kuşaktan itibaren bembeyaz bir bebek doğabiliyor. Nitekim hala Orta Avustralya'da yaşayan Aboriginal'lar arasında beyaz olanlarını görmek mümkün. Kafanız karışıyor ama adam diyor ki, ‘‘Ben Aborginal'im, dedem nenem simsiyah. Ben beyaz oldum’’.

Soyunu inkar edecek hali yok herhalde.

Benim de sıcağa tahammül edecek halim!

*

Şimdi gelelim işin aslına...

Sıcak mıcak dinlemem!

Koala moala tanımam.

Kangurular da keseleri de, (Aboriginal'ler cabası) sizin olsun, ben Mel Gibson'ı isterim. Kendisi Avustralyalı, aynen Mary Poppins'in yaratıcısı Pamela Travers gibi. Bu cümle biraz çıkıntı kaldı. Şimdi ne alaka Mary Poppins. Anlatamayacağım, hava çok sıcak. Ama Mel Gibson deyince adıyla birlikte insanın tenine bir rüzgar esmeye başlıyor. İnsanın tüyleri hafiften hafiften dikiliyor. Neyse şekerim, biz Bounty'e gelelim. Sadece çöllerde dolanmadık, Sidney'de de bir takım hoşluklar yaşadık.

Mel Gibson yoktu, üzüldük, ama gemisi oradaydı, idare ettik.

Gemisinin adı Bounty, filmin de adı oydu.

Mel Gibson'ın bir süre bulunduğu bir mekanda olmak doğrusu pek bir hoştu. Çünkü orası kıştı. Ama burası Türkiye. Üstelik hava çok sıcak. Beynim sulanmış vaziyette. Yazının başında kabul ettiğim herşeyi reddediyorum. Herşeyi itiraf etmeye hazırım: Evet, Avustralya'ya gittim. Döndüm geldim. Yazısı biraz tuhaf oldu ama bitirdim. Koala moala değilim. Bu sıcakta bu kadar yazı yazana tembel diyeni de onsekiz yerinden şişlerim!

Yazarın Tüm Yazıları