Alya’nın ilk veli toplantısı

7 km yeni bitti. Ben de bittim. Kan ter içindeyim. Eve gir- duş al- geri çık-okula git...

Haberin Devamı

Üşeniyorum.

Alya’yı okuldan almaya bu halimle gidiyorum.

Nasıl olsa beni kimse görmez...

Derken...

Olamaz!/images/100/0x0/55eb6bd9f018fbb8f8c002f7

Sınıfın kapısında VELİ TOPLANTISI yazıyor.

Tamamen aklımdan çıkmış.

Al sana...

Hem de 15 dakika sonra...

*

Üzerimde bir şort bir tişört...

Öğretmenine, "Koşudan geliyorum. Bu halde karşısınızda olmak istemezdim, özür dilerim" diyorum.

"Rica ederim" diyor.

Ben zaten bu aralar, herkesten, her şeyden özür diliyorum.

Alya çok yaramaz, özür dilerim.

İnat ve başına buyruk bir çocuk, özür dilerim.

Her zaman lütfen demiyor, teşekkür etmediği de oluyor, özür dilerim.

Oyuncakçılarda, "Annem, şimdi almıyor. Ama rafta kalmasın, başkası alır. Ben yarın gelirim" diyor, hayalini süsleyen bütün oyuncakları kasaya yığıyor, görevlilerden alt raflara saklamalarını rica ediyor, özür dilerim.

Lokantalarda cikletini masanın altına yapıştırıyor, özür dilerim.

Yemek seçiyor, asla peynir yemiyor, özür dilerim.

Ne isterse onu giyiyor, inanılmaz rüküş dolaşıyor, özür dilerim.

"Beni hep sen uyut" diyor, ne derse yapıyorum, akşamları de her yere geç gidiyorum, özür dilerim.

Ama itiraf ediyorum, küçücük yatağında sıkış tıkış yan yana yatmaktan, kollarım havada, gülerek ona masal kitapları okumaktan, bitmez tükenmez sorularına yanıt bulmaktan, o uykuya daldıktan sonra da parmak uçlarımda odasından çıkmaktan inanılmaz bir mutluluk duyuyorum, bunun için özür dilemem gerekiyor mu bilmiyorum.

Ama laf dinlememesi...

Konuşurken araya girmesi...

Şımarıklık yapması, tutturuk olması hep benim yüzümden...

O yüzden öğretmeni daha konuşmaya başlamadan önce başıma gelecekleri bildiğimden özür dilemek istiyorum.

Kendimi kötü hissediyorum...

Sınavdaymışım gibi...

Kim bilir neler söyleyecek bana şimdi...

*

Haberin Devamı

"Olağanüstü bir çocuk" diyor.

"Bir kere çok parlak..."

"Terbiyeli, sosyal, sevgi dolu, kibar, çok bağımsız ama başkalarına saygılı, sırasını bekliyor, parmağını kaldırmadan konuşmuyor..."

"Özür dilerim " diyorum, "Biz aynı çocuktan mı bahsediyoruz!"

"Evet tabii Alya..." diyor.

"Ama Alya şımarık bir çocuk" diyorum.

"Sınıfta değil..." diyor.

"Nasıl yani?" diyorum.

"Tutturmuyor mu? Kendini yere atmıyor mu? Ayaklarıyla yerde tepinmiyor mu? Yemek ayırmıyor mu? Pembe olan bütün oyuncaklar benim demiyor mu? İstediği tokayı takmazsanız dünyayı başınıza yıkmıyor mu?"

"Asla!" diyor.

"Çok iyi terbiye almış bir çocuk Alya!"

Deli mi ne, benim çocuğumdan başka biriymiş gibi söz ediyor!

Ya da bu Alya, evde başka, okulda başka...

Bana sürekli "Evde naughty’yim (yaramazım), okulda değil" diyordu...

Demek ki doğruyu söylüyormuş küçük şeytan!

*

Öğretmeni bir sürü iyi şey daha sıralıyor...

Acayip paylaşımcıymış, tek çocuk olduğuna kimse inanmazmış...

İngilizcesi böyleymiş, kelime dağarcığı şöyleymiş...

"Matematikte de sınıfın en iyilerden biri" deyince...

"Yok artık daha neler!" diyorum.

Ben ki aldığım iki tişörtün hesabını yapamam, o kadar kötüdür sayılarla ilişkim...

Bak sen şu küçük maymuna!

Mrs. Hitchcock (adı bu, Alfred’le bir akrabalığı yok) öldürücü darbeyi şöyle indiriyor:

"Ve sizi çok seviyor..."

Öğretmeninden bunu duymak hoşuma gidiyor tabii, yutkunuyorum, "Bütün çocuklar annelerini severler" diyorum.

"Evet ama Alya sizi tutkuyla seviyor" diyor, "Birlikte oynadığınız oyunlardan söz ediyor. Onu nasıl karşıladığınızı, nasıl uyuttuğunuzu anlatıyor. Çizdiği resimlere bakın. O, mutlu bir çocuk. Annesi- babası olarak kendinizle gurur duymalısınız, ne yapıyorsanız devam..."

İşte burada kopuyorum.

Özür dilerim diyorum ve ağlamaya başlıyorum.

Ama nasıl bir ağlama...

İlk veli toplantımda...

Sarsıla sarsıla...

Elime bir kutu mendil verip, beni gönderiyor.

*

Sınıftan çıkıyorum.

Alya koşarak yanıma geliyor.

"Neden ağlıyorsun?" diyor.

Hemen alt dudağı uzuyor.

"Bir şeye mi üzüldün?"

"Yok o kadar güzel şeyler anlattı ki Mrs. Hitchcock, mutluluktan ağladım, seninle iftihar ediyorum" diyorum.

Birbirimize sarılıyoruz.

Benim aşkım kızım, canım kızım, akıllı kızım...

"Hadi şimdi önce eve, sonra yüzmeye" diyorum, "Bugün yüzme dersin var..."

Nasıl oluyorsa oluyor, o tatlı kız gidiyor, yerine benim küçük cadım geliyor.

"Yüzmeye gitmem!"

"Nasıl yani?"

"Canım istemiyor!"

"Böyle bir şey yok küçük hanım, gideceksin!"

Suratıma bakıyor ve:

"Bana oyuncakçıda gördüğümüz o büyük otobüsü alırsan, giderim" diyor.

4 yaşındaki şantajcıya bakar mısınız, benden fidye istiyor.

Hiç oralı olmuyorum.

Derken hayatta sinir olduğum şeylerden biri geliyor başıma.

Disipliniyle meşhur bir İngiliz okulunun orta yerinde kendini yere atıp, "Sen beni sevmiyorsun" diye tepinmeye başlıyor.

Aman Allah’ım!

Bu çocuk muydu demin öğretmenin övgüler düzdüğü, yere göğe sığdıramadığı...

Nasıl da inat, kalkmıyor...

Buharlaşıp yok olmak istiyorum.

Yanımızdan her geçenden özür diliyorum.

Yapmamam gerekiyor biliyorum ama yapıyorum:

Kulağına eğilip, "Alacağım o lanet olası otobüsü, yeter ki yerden kalk!" diyorum.

Kalkarken de yemin ederim yüzündeki o zafer ifadesi görüyorum.

Benim güzel ve parlak kızım, aynı zamanda bir canavar ve annesini maymun ediyor, özür dilerim.

Duyduk duymadık demeyin

Nisan ayların en zalimidir...

Ve en şahanesidir!

Eskisi kadar çalışmayı düşünmüyorum haberiniz olsun.

Haftada iki söyleşi yapmaktan imanım gevredi.

Son iki yıldır, hem cumartesileri hem pazarları söyleşi yapıyordum.

Niye?

Ben de bilmiyorum.

Hani bu kadar uzaktan, onu da yaparım türünden manyakça bir iddia.

Türkiye’de yaşarken bu kadar çalışmıyordum.

Çözdüğüm kasetlerin haddi hesabı yok.

Sıkıldım.

Ve bıktım.

Bu ilkbaharda bakımlı bir kadın olarak ortalıklarda dolaşmak istiyorum.

Sevgilimle daha fazla kaçamak yapmak istiyorum.

5 çift haftaya (çocuksuz) Maldiv’e gidiyoruz mesela, gayet makul fiyatlarda bir otel ayarladık, sağol Ayşen, 1 X 3 gibi bir iddiamız var, çocuklar evdeyken yapamadığımız romantik kavuşmaları her gün 3’e çıkarmak...

Hatta, Demet, 1 X 3 tişörtleri yaptırıyor...

Mecburen bundan böyle bu cumartesi günleri benim maceralarımı okuyacaksınız...

Başucu kitabım bu aralar bir yemek kitabı: "net 425 g e"

Günlerdir aklımı bir yemek kitabıyla bozmuş bulunuyorum.

Adı "net 425 g e"

İnsan, "Önce bu ne ya?" oluyor, kitabın ismine bir anlam veremiyor, sonra durumu çakıyor, kitabın kapağındaki enfes pirzolanın net ağırlığı 425 gram, Gamze Bursa, kitabın adını bu yüzden böyle koyuyor.

İnanılmaz özenli, titiz ve orijinal bir çalışma...

Tebrik ediyorum.

Bir kere tariflerin hepsi anlayabileceğimiz bir dilde.

Modern bir dil, basit bir dil, gereksiz ayrıntılar yok.

Malzemeler de kolay ulaşabileceğimiz malzemeler.

Okuyup, "Ben şimdi nereden bulacağım bunları?" diye bunalıma girmiyor insan.

Denedim, yaptığım şeyler acayip lezzetli oldu.

Çünkü modern bir ev kadınının arkadaşlarından topladığı tarifler gibi içindekiler.

İlk defa kafama göre bir yemek kitabı buldum, sevindirik oldum.

Evet pahalı 50 YTL, ama değer.

Alın ve sevdiklerinize yemek yapın.

Bir adama yemek yapmaktan daha güzel ne var?

Gamze Bursa, yemek stilistliği yaptığı için işi biliyor, kitap daha önce Türkiye’de gördüğüm hiçbir yemek kitabına benzemiyor, fotoğrafları Gökçe Erenmemişoğlu çekmiş, onu da tebrik ediyorum...

Yazarın Tüm Yazıları