100 sene önce olsaydı Sezer hem iftar hem de diş kirası verecekti

Çankaya Köşkü'nde geçen cuma günü iftar arası verilmeden yapılan MGK toplantısıyla ilgili haberleri okuyunca ‘‘Bu toplantı bundan meselá 100 sene önce yine böyle bir Ramazan gününe rastlasaydı, acaba ne olurdu?’’ diye düşündüm ve devlet zirvesindeki eski iftar ádetlerimizin bir kısmını anlatayım dedim.

Eski zamanların o protokolü devam etseydi, başbakanın ve bakanların evsahibi olan Cumhurbaşkanı Sezer sadece iftar değil, oradaki herkese parasını cebinden ödediği kıymetli hediyeler vermek zorunda kalacaktı.

HÜRRİYET'in dünkü manşeti, devletin zirvesindeki bir oruç bozma anını anlatıyordu.

AKP'li başbakan ile bakanların katıldığı ilk MGK toplanmış, toplantı iftar vaktine kadar uzamış ama iftar arası verilmemişti. Çankaya'nın garsonları iftar vakti yaklaştığında salona kanepe, sandviç, kuru pasta ve portakal suyu getirmişler, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök de orucunu bu iftar mönüsüyle açmış ve MGK toplantısı devam etmişti.

Haberi okuyunca, aynı şekildeki bir toplantı bundan çok değil, 100 sene önce yine böyle bir Ramazan gününe rastlasa idi, acaba ne olurdu diye merak ettim. Hele, Ertuğrul Özkök de 'Keşke iftar için ara verselerdi' diye yazınca devlet zirvesindeki eski iftar ádetlerimizin bir kısmını anlatayım dedim.

Eski zamanlarda hayati bir toplantı Ramazan gününe rastlarsa, genellikle iftardan ve hatta teravih namazından sonra yapılır ve sahura kadar devam ederdi. Ama bu toplantının aciliyeti varsa, yani hiç geciktirilmeyecek derecede önemli ise, devletin zirvesi Sadrazam Paşa'nın, yani başbakanın konağında gündüzden biraraya gelir, iftar vaktine kadar çalışılır, derken mükellef sofralara geçilir, dini vecibeler de yerine getirildikten sonra çalışmaya devam edilirdi.

İftar, bizde devlet zirvesi için bir çeşit protokol demekti. Öncelikle zamanın başbakanı, bakanlar ve devletin önde gelenleri hemen her akşam resmi iftarlar vermek ve masrafı da ceplerinden karşılamak zorundaydılar. Sarayda da her akşam mutlaka iftar verilir ve davetiyeler, liste hükümdar tarafından görülüp uygun bulunduktan sonra gönderilirdi. Padişah sofraya gelmez, orucunu tek başına açar, davetliler saray memurlarıyla beraber iftar ettikten sonra huzura çıkarlardı.

100 sene önceki protokol kuralları bugün hálá uygulansaydı, kalabalık gruplara her akşam iftar vermek zorunda olan Ahmet Necdet Sezer'e, iftar masrafının üstüne, oldukça tuzlu bir harcama mecburiyeti daha çıkacaktı: Diş kirası masrafı... İftara davet ettiği devletin önde gelenlerine mutlaka iyi birer hediye verecek ve bu hediyelerin parasını da cebinden ödeyecekti. Üstelik verebileceği en ucuz hediye mineli, gümüşten bir sigara tabakasıydı.

Hele bir de, davetlilerden biri Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış'ın yaptığı gibi, kahveyi üzerine dökmeyegörsün...

Bakan bey, kahvenin azizliğine mesai sırasında uğradığı için, Sezer, Yaşar Yakış'ın evine en azından kendi terzisini göndermek ve bir değil, birkaç elbise birden diktirmek, parasını da kendi cebinden ödemek zorundaydı.

Bendeniz 'Aaaah, ah!' Nerede o eski Ramazanlar, o eski günler? Vaktiyle Direklerarası şöyleydi, Virjin kantosunda böyle kıvırtırdı, hele o Boğaziçi álemleri...' gibisinden nostaljik sözler etmekten pek hoşlanmam ama bu iftar bahsini de şimdilerde pek bilinmeyen eski bir iftar fıkrasıyla nihayete erdirmeden edemeyeceğim:

Topun atılmasına yakın, sokakta koşarcasına yürümekte olan adamın biri, arkadaşına rastlar. Arkadaşı sorar:

- Hayrola, evin bu tarafta değil, böyle aceleyle nereye?

- Filánca Paşa'nın konağında iftara davetliyim...

- Aman! Beni de götürsene!

- İyi de, davetli değilsin ki... Paşa'ya seni kim diye takdim edeceğim?

- 'Arkadaşımdır' dersin...

Adamcağız ses çıkarmaz, ‘‘Hadi gel’’ deyip beraberce yürür, derken yolda bir başka arkadaşıyla karşılaşır, o da aynen ‘‘Beni de götürsene! Arkadaşımın arkadaşıdır diye takdim edersin’’ der. Adamcağız gene reddedemez, yanına onu da alır ama bu defa bir başka arkadaşına rastlar ve o da 'Ne olur, ben de geleyim, sevaptır' diye tutturur:

- Peki ama seni nasıl takdim edeceğim?

- Paşa hazretleri beni zaten tanırlar...

Dördü birden konağa giderler. Paşa, misafirlerini kapıda karşılamaktadır. Davetlisini 'Aman efendim, şeref verdiniz' gibisinden alışılmış sözlerle buyur edeceği sırada arkada bekleyenleri görür:

- Beyefendiyi tanıyamadım?

- Arkadaşımdır, Paşa hazretleri...

- Buyursunlar ama ya bu diğer beyefendi?

- Arkadaşımın arkadaşıdır efendimiz...

Paşa bozulmuştur ama nezaketi gene de elden bırakmaz 'Eh, o da buyursun' der. Fakat dördüncü adamı görünce artık hiddetle sorar:

- Ya bu bilmemne oğlu bilmem ne herif neyin nesi?

En sondaki adam hemen haykırır:

- Paşa hazretleri beni tanırlar dememiş miydim? İşte tanıdılar!..


İftar yüzsüzlerine devlet ihtarı


BİZDE Ramazan demek, bir zamanlar bazı kişiler için iftar vaktinde kapı kapı dolaşıp mükellef sofralarda karın doyurmak, bakanların yahut önde gelen diğer devlet büyüklerinin konağında iftar sonrasında hediye kuyruğuna girmek demekti. Sadece yemek ve hediye peşinde koşan sıradan insanlar değil, devlet memurları bile konakların kapılarını aşındırır, ámirlerinden birşey kapma yarışına girerlerdi.

Her sene 30 gün boyunca devam eden bu garip ádet gelenek halini almış gibiydi ve devlet idaresinde önemli bir makamı elinde bulunduran evsahibi Ramazan bittiğinde neredeyse iflása uğramış, nesi varsa harcamış olurdu.

Saray, Sultan Abdüláziz'in tahtta bulunduğu 1862 Ramazan'ında bu ádete artık bir son verilmesi gerektiğini hissetti ve o sene Mart ayına rastlayan Ramazan'ın ilk günü, gazetelerde resmi bir ilán ile ihtarname arasında bir metin yayınlandı. Metin gerçi nazik bir üslupla kaleme alınmıştı, 'iftara gitmeyin' demek yerine 'iftarlara katılmaya mecbur değilsiniz' deniyordu ama 'Kapı kapı dolaşmayın, oturun oturduğunuz yerde' diye ihtar edildiği de açıkça belliydi.

İşte, 1862 Ramazan'ının ilk günü yayınlanan bu resmi uyarının bugünün Türkçesiyle tam metni:

‘‘...Devlet memurlarının Ramazan sırasında bakanların ve ámirlerinin dairelerine ve evlerine iftardan önce gitmeleri resmi bir mecburiyet zannedilmektedir ama iş böyle değildir ve bunun böyle olmadığını tekrar söylemeye de gerek bulunmamaktadır.

Bu alışkanlık artık herkese zahmet ve külfet verir bir hal almıştır. Zaten memurlar için böyle bir görev yoktur ve dolayısıyla bazı ihtarlarda bulunulması zaruri görülmüştür:

Şöyle ki: Hocaların, şeyhlerin, din öğrencilerinin ve dervişlerin iftar için diledikleri yerlere gidebilmeleri hakkında bir yasak mevcut değildir. Bunlar istediklere yere iftara gidebilirler. Ancak bu kişilerin dışında kalanlar ve memurlar davet olunmadıkça iftara gitmeye mecbur değildirler. Hattá gitmemeleri gereği bir yana, davetli olanlar bile gidip gitmeme konusunda serbesttir.’’



İftara davetsiz gelen paşayı nasıl kovdular


LÜTFİ Simavi Bey, Sultan Reşad ile son padişah Sultan Vahideddin'in 'baş mabeyincisi' idi. Yani, bugün Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri'nin yaptığı işi yapardı.

Baş Mabeyinci Lütfi Simavi Bey, bir akşam iftara davetsiz gelen emekli bir sivil paşayı saraydan nasıl çıkarttığını hatıralarında bakın nasıl anlatıyor:

‘‘...Ramazan geldi. Eskiden varolan bir ádet değiştirildi ve davetsiz kişilerin saraya gitmemeleri gerektiği gazetelerde ilán edildi. Buna rağmen, Ramazan'ın ilk günü top atılacağı sırada, eski idarecilerden bir Paşa'nın davetsiz olarak sarayda bulunduğunu gördüm ve diğerlerine ibret olması için Paşa'yı saraydan çıkarttım.

Bakanların padişah adına iftara davet edilip saray memurlarıyla beraber sofraya oturmaları ádetti. Önceden hazırlanıp kutulara konulan ve üzerlerinde verilecek kişilerin isimlerinin yazılı olduğu saat ve sigara kutusu gibi hediyeler iftardan sonra bir tepsi içinde salona getirilir, dağıtımı ben yapardım. Ama bizler, yani saray memurları bu lütuftan mahrum idik. Bakanlar daha sonra padişahın huzuruna çıkar ve hüükümdarın hem ramazanını tebrik eder, hem de aldıkları hediye için şükranlarını sunarlardı (Lütfi Simavi, ‘‘Sultan Mehmed Reşad Han'ın ve Halefinin Sarayında Gördüklerim’’, sah: 64)’’
Yazarın Tüm Yazıları