Yine kısır ve çalkantılı bir dönem

BM Güvenlik Konseyi geçici üyeliğine seçilmemizin sevinci pek uzun sürmedi. Ekonomik, toplumsal ve siyasi krizler birbirini izliyor.

Küresel mali krizden gelişmiş ülkeler kadar etkilenmedikse de, ekonomimizin 2009 yılında daralacağı ve şimdiden yükselen işsizliğin daha da hız kazanacağı, enflasyonun artacağı, ekonomik dengelerinin korunması için gereken dış finansmanı bulmakta bir hayli zorlanacağımız kesin. Fakat endişe yaratan gelişmeler ekonomik faktörlerden ibaret değil. PKK terörünün tırmanması, terör eylemlerinin yeniden şehirlerde sivil halkı hedef alması, ülkenin çeşitli yerlerinde etnik milliyetçilikten kaynaklanan gerginliklerin şiddete dönüşmesi, Öcalan’a İmralı’da kötü muamele yapıldığı şayiaların yayılmasının ardından Güneydoğu’da halk ile güvenlik kuvvetlerinin çatışması siyasi bunalımı derinleştiriyor. Ergenekon davası politik kutuplaşmayı artırırken, Anayasa Mahkemesi’nin karar ve gerekçelerinin anayasal sistemimizi ciddi zaafa uğratmaktan geri kalmadığı da bir gerçek.

* * *

Her zaman olduğu gibi terör tırmanmaya geçince Kürt meselesi hakkında pek çok fikir ortaya atılıyor. Bunların birçoğu son derece isabetli. Ne var ki bazı şartlar bir araya gelmedikçe tutarlı bir politika ve çözüm konsepti ortaya çıkaramayacağımızı biliyoruz. Bu koşulların en önemlisinden hálá yoksunuz, çünkü problemin özü hakkında siyasi oydaşmaya dayanan bir teşhis mevcut değil. Bir kesim sorunu sadece bir terör sorunu olarak görüyor, teröristlere karşı mücadele başarı ile yürütülürse işin biteceğine inanmakta direniyor. Eskiden beri hákim dürtülerimizin tesiriyle sorunun dış müdahalelerden kaynaklandığı kanaati de yaygın bulunduğundan, çözümü de başkalarından beklemek eğilimi oldukça kuvvetli. 25-30 yıldan beri bu yaklaşımın bir türlü sonuç vermediğini, terörün zaman zaman duraklasa bile birdenbire yeniden daha büyük bir ivme ile canlandığını ise artık kabul etmeliyiz. Siyasi bir hedef olmadan terörle mücadele orduyu da yıpratıyor.

* * *

Kürt meselesinin tarihi gelişmesinin bugünkü açmazdaki rolünü de iyi irdelemeliyiz. Osmanlı İmparatorluğu, Kürtleri, etnik ve kültürel farklılıklarını tanıyarak bir ölçüde devletin otoritesine tabi tutmuştu. Cumhuriyet asimilasyon politikasını benimsedi, fakat bu politikanın başarılı olmasını sağlayacak uygulamaları gerçekleştiremedi. Kürt nüfusunun artması, sınırlarımız dışında Kürt milliyetçiliğinin güçlenmesi meseleyi daha da kritik hale getirdi. Bugün ise tek çare, devlerin bütünlüğünü koruyacak ve toplumsal barış ve dayanışmayı sağlayacak bir entegrasyondur. Bunu da Kürt kimliği tanınmadan ve bu tanımanın gerekleri yerine getirilmeden başaramayız. Birtakım kavramların içine kapanıp hareketsiz kalmamalıyız. Örneğin Genelkurmay Başkanı 17 Eylül’deki iletişim toplantısında, AB üyeliği bağlamında, "Ulus devlet ve üniter devlet yapısı ile oynanmamalıdır" dedi.

* * *

Üniter devlet kavramında kuşkusuz sorun yok. Üniter devlet federasyonun tersidir, ülkenin her yerinde aynı kanunların geçerli olduğu bir sistemdir. Fakat bu sistem içinde de, demokrasilerde, bir ölçüde ademi merkeziyete gidilebilir. Ulus devletin ise iki türlü anlamı olabilir. Birincisi Avrupa’da kuvvet dengesini korumak amacı ile 1648 Vestfalya Antlaşması’nın kurduğu sistemi ifade etmektedir. Merkezden yönetilen, sınırları belirli, birbirlerinin egemenliğini tanıyan bir devletler manzumesi. Bu devletlerin nüfusunun aynı etnik kökenden gelen veya aynı kültürü benimsemiş bir nüfus olması şart değildir. Bu anlamda Osmanlı devleti de bir ulus devletti. Fakat başka bir kavrama göre ulus devlet aynı etnik kökenden gelen veya aynı kültürle kaynaşmış bir milletin devletidir.Bu tarifi seçersek Kürt meselesini nasıl hallederiz?

* * *

Bugünkü hükümet, en doğru politikayı seçebilse dahi, ciddi kırılganlıkları ve maruz kaldığı şiddetli siyasi ve kurumsal muhalefetle fazla mesafe kaydedemez.

Görünen o ki bocalamaya devam edeceğiz.
Yazarın Tüm Yazıları