O ‘adım’ın hikâyesi...

Neil Armstrong, Temmuz 1969’da Ay’daki ilk yürüyüşü gerçekleştirirken “Bir insan için küçük, insanlık için büyük bir adım” demişti. Damien Chazelle’in filmi ‘Ay’da İlk İnsan’ işte bu yürüyüşe gelene kadar yaşanan süreci, Amerikalı astronotun hayatı üzerinden anlatıyor.

Haberin Devamı

O ‘adım’ın hikâyesi...

Bilimkurgu sineması uzun bir süredir eski aksiyonel yapısını terk edip ya da öyküdeki yerini azaltıp “Nerden gelip nereye gidiyoruz?” türü varoluşsal soruların peşine takıladursun, insanlık ailesinin (sayıları çok az da olsa) kimi üyeleri, filmlerde (ya da romanlarda) ortaya atılan tüm bu soruların ne anlama geldiğini bizatihi yaşadı... Ve bu gruptan iki kişi de Ay yüzeyine ayaklarını değdirip uzayın sonsuzluğunda kendince hesaplaşmalara girişti... Damien Chazelle’in son filmi, bu özel insanlardan birinin, Neil Armstrong’un hayatından bir kesit alarak (1961-69 arası) onun öyküsü odağında türümüzün yaşadığı tuhaf serüvenin yolculuğuna bizleri de davet ediyor.

Haberin Devamı

Müziğe ara veriyoruz!..

Chazelle, hatırlanacağı gibi arka planına müziği alan ama temel olarak insan psikolojisinin karanlık dehlizlerinde dolaşan ‘Whiplash’le tanındı. ‘Müzikaller çağı’na saygı duruşu niteliğindeki ‘La La Land’la da -bence- abartılı övgülere mazhar oldu. İlk filmi ‘Guy and Madeline on a Park Bench’ de göz önüne alındığında ilgi alanı müziğin dışına hiç taşmamıştı. Bu bakımdan dördüncü yönetmenlik uğraşı ‘Ay’da İlk İnsan’ (‘First Man’), gezindiği sular kadar tür olarak da farklı bir adım. James R. Hansen’ın ‘First Man: The Life of Neil A. Armstrong’ adlı kitabından Josh Singer’ın senaryosuyla çekilen filmi, ‘biyografik bilimkurgu belgeseli’ olarak nitelendirmek de mümkün.

O ‘adım’ın hikâyesi...
Filmde Neil Amstrong’u (sağda), Ryan Gosling (solda) canlandırıyor.

2012’de aramızdan ayrılan ve Ay’da yürüyen ilk insan olarak kayıtlara geçen Armstrong’un hayat serüvenine 1961’de test pilotuyken dahil olan öykü, daha sonra ana karakterinin ‘Gemini 8’ projesinin önemli hedeflerinden biri olan ‘Atlas-Agena roketi yerleştirme programı’ndaki yerini, ardından da ‘Apollo 11’ mürettebatının kaptanı olarak Ay’a olan yolculuğunu anlatıyor. Tabii ki bütün bu ana arterlere çıkmadan ara yollarda Armstrong’un aile hayatını, meslektaşlarıyla (diğer astronotlar yani) olan ilişkilerini, NASA’nın kimi projeleri itibariyle Amerikan Kongresi’yle olan uyuşmazlıklarını, muhafazakâr politikacılar kadar (onlara göre uzay çalışmaları yanlış yatırım) sol çevrelerden (onların tezi de açlık gibi sorunlar varken gökyüzünde macera aramak lüks bir çaba) de aldığı eleştirileri izliyoruz. Bir de işin ‘Soğuk Savaş Dönemi’ne ait özellikleri var; Sovyetler uzayda cirit atıp tarih yazarken NASA’nın birçok alanda nal toplaması, ulusal itibar açısından problem yaratıyor.

Haberin Devamı

Kaybedilen evladın acısı...

Chazelle, hikâyeyi ön ve arka planda gelişen kimi sosyolojik ataletleri de hatırlatarak anlatırken temel olarak Armstrong’un iki yaşında kaybettiği kızı Karen’ın astronotun hayatında bıraktığı izleri sürerek ilerliyor. Olaylar karşısında sürekli metanetini koruyan bir profil çizen, mesela Ay’a gitmeden önce oğullarıyla bile vedalaşmakta zorlanan (ya da bu türden bir seremoniyi tercih etmeyen) Armstrong için, nihayetinde böylesi bir yolculuğa çıkma hedefi de yüreğinden hiç atamadığı bu acıyla baş etmenin bir yolu aslında. Film, bir anlamda efsanevi astronotun motivasyonunu bu duyguya bağlıyor ki, bazı kaynaklar Chazelle’in tercihini doğruluyor: Mesela aile dostu olan Grace Walker’ın, “Neil bir kaçış olarak çalışmayı tercih etti” şeklinde bir açıklaması var.

Haberin Devamı

Performanslara gelince: Ryan Gosling’in Armstrong’un acısını ve hüznünü yansıtmakta gayet başarılı olduğu düşüncesindeyim. Keza ailenin sakin gücü konumundaki karısı Janet’ta da Claire Foy çok iyi oynuyor. Ölçüp biçip tartmadan aklına gelen ilk şeyi söyleyen ve sürekli kalp kıran Buzz Aldrin’de de Corey Stoll gayet iyi...

‘Ay’da İlk İnsan’ın bence başarısı şu: Doğru çizilmiş portrelerle ve tercih noktalarıyla ilerliyor. Filmde bilim fazlasıyla var ve astronotların ne kadar çok bilgiyle yüklü olarak hareket ettiklerini görüyorsunuz. Öykünün uğradığı duraklar yaşanmışlıklarla dolu; örneğin Roger Chaffee, Ed White ve Gus Grissom’ın yangın sonucu hayatlarını kaybettiği olay, ‘Amerikan Havacılık Tarihi’nin en büyük trajedilerinden biri. Ve en önemlisi Chazelle’in anlatımında Amerikanvari kahramanlık tonu, perdeye en alt düzeyde yansıyor.

Haberin Devamı

‘Ay’ inanmıyorum...

Bir zamanlar Ay’a ayak basma hikâyesinin bir Amerikan yalanı olduğu ve her şeyin stüdyoda gerçekleştirildiği iddia edilirdi. Birçok dalda Oscar’a aday olması beklenen ‘Ay’da İlk İnsan’, Neil Armstrong, Buzz Aldrin ve Mike Collins üçlüsünün 1969’da gerçekleştirdiği ve resmi kayıtlara göre 8 gün, 3 saat, 18 dakika ve 35 saniye süren tarihi yolculuğu stüdyo yardımıyla (!) tekrar yaşatıyor ve seyirci olarak biz de salondan çıkarken “Gitmiş kadar olduk” diyoruz...

Yine yeni ‘Bir Yıldız Doğuyor’

O ‘adım’ın hikâyesi...Lumière Kardeşler’in 1895’te yaptıkları ilk gösterim baz alındığında, aradan geçen 123 yıla bakarak sinemanın artık yaşlı bir sanat olduğunu kabul edebiliriz. Böylesi bir tanım, tekrarlara, eski hikâyelere dönmeyi belli ölçülerde mubah sayıyor. Bu açıdan Bradley Cooper’ın, az biraz modernize ederek ‘Bir Yıldız Doğuyor’ (‘A Star is Born’) hikâyesini dördüncü kez perdeye taşımasına bir itirazımız olamaz (itiraz, mesela Sam Raimi imzalı serinin ilk adımının 2002 tarihli olduğu düşünülürse 15 yılda üçüncü seri ve altıncı ‘Örümcek Adam’ filmiyle karşı karşıya kaldığımızda olur).

Haberin Devamı

‘Bir Yıldız Doğuyor’a dönersek; malum, öykü ünlü bir şarkıcının genç bir yeteneğin elini tutması ve ona şöhretin kapılarını aralaması üzerine kurulu. Lakin bir noktadan sonra boynuz kulağı geçer, bu durum uyuşturucu ve alkol bağımlısı eski şöhretin bir tutunamayan olarak düşüşünü hızlandırır ve bir gün...

Cooper’ın yönettiği (ilk kez bu işe soyunuyor) ve rock şarkıcısı Jackson Maine’i canlandırdığı yapımda, daha önceki versiyonlarda Janet Gaynor, Judy Garlard ve Barbra Streisand’ın (bu arada yerli versiyon olan ‘Minik Serçe’de de Sezen Aksu’yu izlemiştik) canlandırdığı karaktere bu kez Lady Gaga hayat veriyor.

Biz bir öncekini çok sevmiştik...

Cooper’ın ‘Bir Yıldız Doğuyor’u iyi başlıyor, özellikle bir barda ‘La Vie en rose’u söylerken farkına vardığı Ally’yle tanışıp yakınlaştığı, âşık olduğu ve nihayetinde sahneye çıkarıp düet yaptığı bölümler gayet iyi. Ama film, ikili arasında problemler başlayıp çöküşe doğru ilerlerken büyüsünü kaybediyor sanki. Oyunculuklara göz atarsak: Bence Bradley Cooper, Jackson Maine’de çok iyi ve muhtemelen ‘En İyi Erkek Oyuncu’da Oscar’a aday olacak. Lady Gaga (bu arada fizik olarak Liza Minelli’yi hatırlatıyor) da iyi ama zaten profesyonelce yaptığı işi (şarkıcılık) filme taşımış gibi. Frank Sinatra takıntılı babada Andrew Dice Clay, işbilir menajer Riz’de Ravi Gavron da başarılı ama benim gözdem tabii ki üvey ağabey Bobby’de izlediğimiz, her devrin klas aktörü Sam Elliott’tı.

Son olarak şu durumun altını çizmek gerekiyor sanırım: Bizim kuşak bu öyküyü Kris Kristofferson-Barbra Streisand ikilisinden (yönetmeni Frank Pierson’dı, yapım yılı da 1977) izledi ve çok sevdi; yani ilk göz ağrısı meselesi. Dolayısıyla hatıralarımıza sadık kalıyor ve Bradley Cooper’ın filmini (en azından ‘yabancı eleştirmenler’ kadar) bağrımıza pek basamıyoruz...    

‘Frigidaire’ sesiyle uyanmak...
O ‘adım’ın hikâyesi...
Yıl 1963... Ankara’da startı verilen bir darbe girişiminin İstanbul ayağında yer alan ve ordudan daha önceden tasfiye edilmiş bir grup asker (Albay Reha, Binbaşı Kemal ve Rıfat’la Teğmen Şinasi) harekete geçer. Amaçları, darbe bildirisini İstanbul Radyosu’ndan okumaktır. Ama işler, istedikleri gibi gitmez...

Mahmut Fazıl Coşkun’un  kariyerindeki üçüncü film ‘Anons’, vakti zamanında Talat Aydemir’in gerçekleştirmeye çalıştığı başarısız darbe girişiminin İstanbul cephesinden absürt bir hikâye anlatıyor. Eylemi gerçekleştirme aşamasında devreye giren gündelik hayatın hayhuyları, piyasaya yeni sürülen ‘Frigidaire’ marka buzdolabının sağladığı avantajlar, işlerine yarayacak bir elemanı ararken gittikleri evdeki yaşlı komşuyla muhabbetler, Orhan Boran’ın sunduğu ‘İpana Bilgi Yarışması’ vs. derken ortaya tuhaf diyaloglar çıkıyor.

Hüzün ki en çok yakışandır ona!

‘Anons’ta genel olarak perdeye Coen Kardeşler ve Aki Kaurismäki mizahı ve de Corneliu Porumboiu imzalı ‘Bükreş’in Doğusu’ tadı yayılıyor. Mahmut Fazıl Coşkun’un temiz rejisi (ben özellikle girişte ‘Film-noir’ hissiyatı veren gece yolculuğu bölümündeki yönetmen dokunuşunu çok beğendim), Ercan Kesal’ın dönem ruhunu ve Türkçesini perdeye taşıyan diyaloglardaki ustalığı ve de gerçekçiliği, görüntü yönetmeni Krum Rodriguez’in etkileyici kadrajları, yapım tasarımında Laszlo Rajk’in titiz çalışması ve tabii ki oyunculuk cephesinde karşımıza çıkan uyum ve ortak ritm (Batılıların deyişiyle ‘Ensemble’) filmin artıları...

Öte yandan darbelerin bu coğrafya üzerinde kapıyı sık sık çalma ve insanların hayatlarını karartma, demokrasinin gidişatını sürekli sekteye uğratma ısrarı düşünülürse, meselenin sadece gülmece unsuru olarak ele alınması elbette bir tercih ama bu limana uğranılmışken filmin siyasi açıdan da daha akılda kalıcı cümleleri olsaydı diye düşünüyorsunuz (ya da ben öyle düşündüm)...

Bir de kendi adıma şunu söylemeliyim; Mahmut Fazıl Coşkun’un duygularımıza direkt seslenen, hüznü ve melankoliyi öne çıkaran eski filmlerinin (‘Uzak İhtimal’ ve ‘Yozgat Blues’ yani) tonunu ve havasını daha çok seviyorum.

Diğer seçenekler
O ‘adım’ın hikâyesi...
A. Taner Elhan imzalı ‘Sevgili Komşum’da başrolleri Selin Şekerci, Sezin Akbaşoğulları, Selim Bayraktar ve Erkan Can paylaşıyor. ‘El Ummar: Cin Yuvası’Tuncer Gürbüz yönetmiş, oyuncular Mustafa Miraç Kaya, Esra Öztop, Aysun Güven ve Zeynep Şahin. Maggie Gyllenhaal, Gael Garcia Bernal, Rosa Salazar ve Michael Chernus gibi isimlerin rol aldığı ‘Anaokulu Öğretmeni’ (‘The Kindergarden Teacher’) Sara Colangelo imzasını taşıyor. Haftanın animasyon seçeneği ‘Karlar Prensi Elliot’ (‘Elliot the Littlest Reindeer’), yönetmen Jennifer Westcott. Volkan Kocatürk imzalı ‘Keşif’te Burak Can, Sude Zulal Güler, İbrahim Yıldız ve Yurdaer Okur gibi isimler rol alıyor. Gregory Plotkin’in yönettiği ‘Cehennem Festivali’nin (‘Hell Fest’) başrollerinde Bex Taylor-Klaus, Reign Edwards ve Amy Forsyth.
O ‘adım’ın hikâyesi...

 

 

 

Yazarın Tüm Yazıları