Ebru Erke

Miso’lu kabak tatlısı, demirhindili mantı

16 Mart 2024
Başlıktaki yemekleri Bolonya’daki ‘Future Food Institute’ yani Gıdanın Geleceği Enstitüsü’nde aldıkları eğitim sonrası iki genç şefimiz hazırladı; İtalyanlar bayıldı, ben de oradaydım. Gıdanın geleceği için bu akademide neler yapıldığını incelerken İtalyanların en gastronomik şehrinde midemiz de bayram etti.

Future Food Institute’teki eğitimin ikinci günü yerel parmesan üreticilerini (en sağda) ziyaret ettik. Özge Nur Yılmaz ve Volkan Özkur (ortada) akademide fırında balkabağı (en solda)yaptılar.

Aşırı pişmiş ve kurumuş bir tavuğu yardımcısının gözünün içine sokacak kadar yaklaştırıp “Çabuk özür dile” diyordu baş şef. “Bizim için hayatını vermiş bir hayvana yaptığın bu muamele karşısında ondan özür dilemelisin” diyerek temsili de olsa malzemeye gösterilmesi gereken saygıyı anlatıyordu ‘Burnt’ (Çok Pişmiş, 2015) filminin kahramanı. Mutfak dünyasının malzemeyle olan sınavı epeyce bir zamandır iyi pişirmekten çok daha öte. Geçen hafta ziyaret ettiğim Future Food Institute de gıdanın geleceğine boyut atlatan uygulamalarıyla dikkat çekiyor.
Geleneksel lezzet mabedi olan Bolonya’ya bu kez geleceğe yönelik yapılan, heyecan veren çalışmalara şahit olmak üzere iki genç şefle birlikte gittim; Özge Nur Yılmaz ve Volkan Özkur. Bu iki genç şefimiz aralık ayında Metro Türkiye ana sponsorluğunda Dude Table tarafından organize edilen 35 Yaş Altı 3 Şef Yarışması’nın kazananlarıydı. Aslında bir de Ayşegül Uslu vardı ama maalesef vizesi çıkmadığı için katılamamıştı. Aralık ayındaki yarışmanın teması ‘Gıdanın Geleceği için Atıksız Mutfak’ idi. Mart ayında onları bekleyen ödülse bu genç şeflerin bambaşka bir pencereden bakmasını sağlayacak, vizyonunu açacak türdendi: Future Food Institute’te üç günlük bir ‘Smart Culinary and Sustainability yani Akıllı Mutfak ve Sürdürülebilirlik atölyesiydi.

Adil bir dünya için

İşte ben de bu üç gün boyunca onlara eşlik ettim. Future Food Institute’ün hazırladığı program müthişti: İlk gün akademide eğitim, ikinci gün parmesan ve balsamik üreticilerine gezi ve akşamına bizimkilerin yemek sunumu, üçüncü gün şehirde geleneksel lezzet turu. Dünyanın en eski üniversitelerinden biri olan Bolonya Üniversitesi’yle işbirliği içinde çalışan akademinin Türkiye’deki tek iş ortağı ve stratejik partneri Dude Table. Ajansın ortaklarından Merve Akgül eş durumundan yarı Bolonyalı olunca şehirdeki lezzet duraklarını da nokta atışı keşfetmenin keyfine vardık.

Nedir bu Gıdanın Geleceği Enstitüsü, önce bir bunu anlayalım. Sadece Japonya ve İtalya’da olan akademi, tarımsal gıda sistemlerinde eğitim ve inovasyon ile gıdanın geleceğindeki büyük zorlukları ele almak üzere yola çıkmış. Birleşmiş Milletler’in 2030 gündeminde olan sürdürülebilir kalkınma hedeflerinin uygulanmasını destekleyecek işler yapan uluslararası bir ekosistem olarak kendini tanımlıyor. Üç eylem alanları var; bilgi, toplum ve inovasyon. Bu eylem alanları aracılığıyla inovatör grupları -endüstri çalışanları, küçük üreticiler, tüketiciler ve hatta dağıtımcılar- aydınlatarak daha adil bir dünya yolunda çalışıyorlar. Dönüşüm için başlangıç kararı alan büyük şirketlere de danışmanlık yapıyorlar.

Tarhana hazırlayacaklardı ama...

Laboratuvar benzeri bir ortamda kombuça, miso gibi ürünler üzerinden fermantasyonun ilmi anlatıldı. Geleneklerimizden gelen sağlıklı bir uygulamayı atık döngüsüne dikkat ederek modern bir şekilde hayata geçirmeleri istendi. Yaratıcılık, tabaktakilerin uyumu, teknikler ve bunların uygulama doğruluğu, ekolojik ayak izi, bitki bazlı yaratım ve tabii ki lezzet çok önemli dendi.

Yazının Devamını Oku

Yemek pişirmek kanında var

9 Mart 2024
O, beş kuşaktır aşçılık yapan bir ailenin en tutkulu ferdi. Küçükken duvarına popstar değil ünlü şeflerin posterini asacak kadar mutfağa tutkulu… Rus mutfağının varlığını dünyaya duyuran şef Vladimir Mukhin’in ‘mediterrasian’ konseptli restoranı Sakhalin artık İstanbul’da...

Vladimir Mukhin’i dinleyince yetenek kadar genlerin de bir insanın hayatında ne kadar önemli olduğunu bir kez daha idrak ediyorsunuz: “Babam sanki malzemelerle konuşurdu. O bir aşçıdan çok daha fazlasıydı. Büyükbabam aşçılık okulunda eğitmenlik yapardı. Büyükannem ise evde çok önemli insanlara özel yemekler hazırlardı. Özel diyorum çünkü Sovyetler Birliği döneminde tüm restoranlar devlete bağlıydı. Tariflerde değişiklik falan yapamazdınız. İşte ben böyle bir evde büyüdüm.”

Şef ailesindeki geçmiş dört kuşağın mutfak birikiminin sofistike bir yansıması gibi. Düşünsenize devlete bağlı restoranlar, değiştirilemeyen geleneksel tarifler ama tüm bunların arasında evde kendi yeteneklerini özgürce misafirlerine sergileyen bir büyükanne. Zaten Vladimir rol modeli olarak büyükannesini görüyor ve onunla ne kadar gurur duyduğunu anlatıyor her fırsatta. Ama babasının teknik tarafını es geçmiyor. Malzeme bilgisi ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Moskova’da açtığı lokanta aslında onun şu anki kariyerinin mayasını oluşturmuş.

Vladimir Mukhin yatırımcısıyla birlikte açtığı White Rabbit ile dünyanın en iyi restoranları listesine girdiğinde gastronomi dünyasında şaşkınlıkla birlikte merak da uyandırmıştı. Ve herkes onun sayesinde Rusya’da da gastronomi adına konuşacak bir şeyler olduğunu fark etmişti. Sonra iddialı bir iş daha yaptı: Sakhalin. İlk bakışta Japon ama onun deyişiyle ‘mediterrasian’ yani Akdeniz ve Asya füzyonu bir mutfak. Yenilikçi Rus mutfağının öncüsü olup da kendi profesyonellik alanı dışında bir işe imza atmak iddialı bir şey. Ama Vladimir geçmiş hayatında Japon olduğunu düşünecek kadar hayranı bu kültürün. Sadece hayranı olmakla da kalmamış, en ikonik suşi ustalarından Jiro Ono’nun yanında çalışıp işin inceliklerini öğrenmiş. Yetmemiş, Japon mutfağının en disiplinli ve yenilikçi isimlerinden Narisawa’dan eğitim almış. O da yetmemiş, şu anda dünyanın en iyi ikinci restoranı olarak gösterilen Peru’daki Maido’nun Japon şefi, arkadaşı Mitsuharu ile teşriki mesaisi olmuş. Şu anki suşi istasyon şefi Alex Kogan’ı da Maido’ya yollamış. Ve tüm bunların sonunda ortaya Sakhalin çıkmış. Sakhalin’lerin dekorasyonu ve ortamı da Vladimir’in çok etkilendiği bir Japon hayat felsefesi olan ‘wabi sabi’yi yani hayatın sadeliğini yansıtıyor.

Vladimir Karadeniz çocuğu. Soçi yakınlarında doğmuş. Aynı denizin karşı kıyısını paylaşıyor olmamız kendini bize yakın hissetmesini sağlayan sebeplerden biri. Sakhalin’de temel bir menü var ama yine de bulundukları yere göre ufak tefek eklemeler mutlaka yapıyorlar. İstanbul menüsünü oluştururken de en büyük destekçilerinden biri dört yıldır birlikte çalıştıkları şef Doğukan Kaya olmuş.

 

İYİ MALZEME VE DOĞRU TEKNİK

Yazının Devamını Oku

Ne istediğini bilen iki genç şef

2 Mart 2024
Biri People’ın mutfağındaki Volkan Türe, diğeriyse Okra’nın başındaki Mert Yalçıner... İkisi de çok iyi şeflerin rahlei tedrisinden geçmiş pırıl pırıl gençler. Şimdiyse öğrendiklerini kendi yetenekleriyle birleştirerek başında oldukları restoranlarda dikkat çekici, lezzetli menüler hazırlıyorlar.

Ekol yaratmış olan bazı şeflerimiz var. Bunlar yıllardır pek çok genç şefe örnek oldu. Ama bazıları var ki yanında yetişenleri hazırladığı tabaklardan hemen anlayabiliyorsunuz. Şef Maksut (Aşkar) bunlardan biri. Malzemeleri yorumlayış şekli, birkaç komplike tekniği aynı tabakta uyumla birleştirme, sade ama etkileyici bir sunum. İşte bunların tamamı Volkan’ın (Türe) tabaklarında da var.

Dış kısmına koyduğu şık sandalyeler, ön tarafta oturan hoş insanlar ve iç taraftaki beyaz keten örtülü masalarıyla Fransız havası estiren tatlı bir yer gözüme çarpıyordu son zamanlarda Nişantaşı’nda, adı People. Meğerse ortamı kadar yemekleri de güzelmiş. Nişantaşılı gusto sahibi bir arkadaşımın tavsiyesi üzerine gittim People’a yemek yemeye. Ve ne yalan söyleyeyim beklediğimin ötesinde bir performansla karşılaştım. Malum, dekorasyonu güzel yer çok ve bunların çoğunda yaratıcılıktan eser olmayan, ezbere dayalı, kişiliksiz menüler mevcut.  

 

MUTLAKA YOLUNUZU DÜŞÜRÜN

Volkan Türe yurtdışında başladığı gastronomi eğitimine USLA’da devam etmiş. Üryan Doğmuş ve Cihan Kıpçak şeflerin eğitmen olduğu zamanlarda yani bundan 10 yıl kadar önce. Aşçılık programını tamamladıktan sonra eğitmen şefleri onu yeni açılan bir yerin, Neolokal’in mutfağına staja yollamış. Stajın ardından kadrolu olarak Neolokal’de işe başlayarak kariyerine de çok doğru bir başlangıç yapmış. Beş yıl kadar Maksut’la çalıştıktan sonra Mürver, Frankie ve son olarak da Aheste’de yardımcı şef olarak iyi işler çıkarmış...

Artık biraz daha farklı bir şeyler yapmayı kafasına koyduğu sırada Aydan ve Ali Özbora çiftiyle yolları kesişmiş. İlk izlenimimi söyleyeyim; Volkan çok şanslı. Önünü bu kadar açan, kâr etmeye odaklanmaktan ziyade sıradışı denecek kadar idealist davranan, dünya görgüsü olan patronlarla çalışmak bir şef için büyük avantaj.

Yazının Devamını Oku

Ve Japonlar baklavayı keşfetti

24 Şubat 2024
Damak tatları ve mutfak kültürleriyle uzaktan yakından alakası olmayan bir ürüne bu kadar ilgi göstermeleri enteresan gelebilir ama ben bu duruma şaşırmadım. O incecik yufkaları açabilmek, ayarında pişirip kıvamında şerbetleyebilmek yani her aşamasını usulünce yapabilmek ayrı ustalık işi. Bir baklava ustasının yetişmesi yıllar alıyor. Japonlar gibi mükemmeliyetçi yapıya sahip insanlar için de baklava tatlıdan öte bir ustalık eseri haline geliyor...

Nadir (Güllü) Abimizin oğlu Murat’ın sosyal medyasında son zamanlarda sürekli Japonya’da olduğunu, baklavayla alakalı bir şeyler yaptığını görüyordum. Baktım Murat, Japonya’ya daha sık gider oldu. Bir de Japonca öğrenmeye başladı. O zaman anladım yaptıklarının da geçici bir şey olmadığını. Instagram hikâyelerini bir görseniz... Murat geçmiş tezgâhın arkasına, omakase (seçimin ve servisin şefe bırakıldığı tadım deneyimi) tatlı servisi yapıyor. Japonlar bizim baklavanın önünde kuyruk... O zaman olan biteni Murat Güllü’den dinlemek şart oldu.

Damak tatları ve mutfak kültürleriyle uzaktan yakından alakası olmayan bir şeye bu kadar ilgi göstermeleri enteresan gelebilir ama ben bu duruma o kadar da şaşırmadım açık söylemek gerekirse. Baklava ustaları mutfağımızın en önemli zanaatkârlarından. O incecik yufkaları açabilmek, ayarında pişirip kıvamında şerbetleyebilmek yani her aşamasını usulünce yapabilmek ayrı ustalık işi. Bir baklava ustasının yetişmesi yıllar alıyor. E, o zaman haliyle Japonlar gibi mükemmeliyetçi yapıya sahip insanlar için de baklava tatlıdan öte bir ustalık eseri haline geliyor.

Kendilerinden örnek vereyim. Geleneksel çay seremonilerinde ‘usta’ olarak adlandırılabilmek için en az 10 yıllık eğitim artı tecrübelerinin olması gerekiyor. Seremonide toplam kaç hareket var ki demeyin. Ritüelin tüm akışını eksiksiz, her aşamayı kusursuz yapabilmek için büyük bir sabırla çalışıyorlar. Ve arkasındaki emeği bildikleri için de ustalarına saygıda asla kusur etmiyorlar. İşte bizim baklavaya gösterdikleri bu büyük ilginin arkasında da genlerinden gelen ‘ustaya saygı’ geleneği var.

Japonlar bir şeyi keşfederken tüm yönleriyle onu anlamaya çalışırlar. Yani sadece yedim, tattım, ne güzelmiş kafasından öte onun arkasındaki hikâyeye, tarihine, içindeki hammaddeye, nasıl saklanıp tüketilmesi hatta yanında ne içilmesi gerektiğine kadar öğrenmek istiyorlar. Murat baklavada altıncı kuşak olduğunu ve aile hikâyelerini anlattıkça imza isteyeni de
fotoğraf çektireni de günden güne artmış.

Aslında burada gerçekleşen sadece baklavanın Japonya’da tanıtılması değil. Şimdiye kadar sadece Kaliforniya ve Sicilya fıstığını bilen Japonlar Antep fıstığının kalitesinden öyle etkilenmişler ki... “Baklavanın yanında ne içelim” de en çok aldıkları sorulardan biriymiş. Şimdilik kendi çaylarıyla idare ediyorlar ama Murat yakın zamanda Anadolu topraklarının endemikleriyle hazırlanmış özel bitki çayı harmanlarıyla kendi tatlılarının eşleşmelerini yapıp onlara anlatacak. Yani tek bir ürün arkadan pek çok şeyi oraya götürecek. Bir bakıma bütünsel bir deneyimden bahsediyoruz. Çünkü onlar bunun peşinde. Murat bana sosyal medyada paylaşılanları gösterdi. Matsuya Ginza’da açtıkları mekândan aldığı baklavayı evde özel bir tabağa koyup, yanına varsa Türkiye’den aldığı bir eşyayı iliştirip fotoğraf paylaşan, altına da yerken hissettiği çıtırtıyı, çıkan hışırtıyı veya fıstığın lezzetini anlatan o kadar çok insan var ki...

Yazının Devamını Oku

‘Şef restoranı kafası’ işte tam da bu...

17 Şubat 2024
Danilo Zanna’nın açtığı Filo d’Olio restoranlarda derin dondurucu yok. Makarnasından tatlısına her şey günlük yapılıyor ve bu Zanna’nın kırmızı çizgisi. Farklı şehirlerdeki şubelerin menüleri birbirinden tamamen farklı. Çünkü her biri ayrı bir İtalyan şehrini temsil ediyor. Mesela İstanbul’da Roma, İzmir’de Floransa, Bursa’da Sicilya mutfağından örnekler var...

Ton balığı soslu dana eti dilimleri

Şimdiye kadar pek de merak etmemiştim Filo d’Olio’yu açık söylemek gerekirse. Malum her yerimiz İtalyan restoranı kaynıyor. Üstelik çoğunun şefi İtalyan bile değil, hatta İtalya’ya bile gitmemiş. Varın siz düşünün o çakma İtalyanların menüsünü. Şefi İtalyan olanların da büyük çoğunluğu Türklerin vazgeçemediği klasiklerden giderek güvenli sularda yüzmeyi tercih ediyor. Bunun altında biraz ticari kaygılar da var elbette.
İşte tüm bu bahsettiklerimden çok daha farklı profilde bir İtalyanla karşılaştım Filo d’Olio’da. E, şefi de
Danilo Zanna gibi ülkenin en ünlü birkaç şefinden biri olunca şefin isminin restoranın önüne geçmesi son derece normal. Ortalama mekânlar için bu durum belki avantaj olabilir ama net olarak söylüyorum ki burası için dezavantajlı bir durum olmuş. Kendisine de söylediğim gibi bunda Danilo’nun da suçu var. Biraz daha anlatmalı burada ne yaptığını, nasıl bir misyon üstlendiğini. Zira kolay bir operasyon yürütmüyor. O da haklı. Yılın neredeyse üçte ikisinde ‘MasterChef’ için stüdyodalar. Kendine stüdyoda bir çalışma odası yapmış ve çekim araları sürekli toplantıyla geçiyormuş. Şimdi birkaç aylık çekim molasında da Filo d’Olio’nun gerçek
yüzünü anlatmaya karar vermiş.Piemonte usulü agnolotti makarna

Şu anda üç tane restoranları var; İstanbul, İzmir ve yeni açılan Bursa. İki tane de yakın zamanda farklı şehirlerde açılmak üzere yolda. Danilo ile Vadistanbul’daki şubesinde buluşup yemek yedik. Her zamanki gibi güler yüzü, yüksek enerjisi ve parlayan gözleriyle anlattı yaptıklarını. Bu esnada sıklıkla yanına gelip fotoğraf çektirmek isteyen hayranlarına da sabır ve sürekli güler yüzle yaklaşması dikkatimden kaçmadı.

Evet, gelelim beni bolca şaşırtan Danilo’ya ve yaptıklarına... Açtığı tüm Filo d’Olio’ların menüsü farklı. Çünkü her biri ayrı bir İtalyan şehrini temsil ediyor ve haliyle de oranın mutfağını servis ediyor. Mesela İstanbul’da Roma, İzmir’de Floransa, Bursa’da Sicilya mutfağından örnekler var. Ülkesinin başkentiyle eş tutmak istemiş İstanbul’u, İzmir’deyse eski konsolos Floransalı olduğu için Floransa’yı seçmiş. Bursa’daysa tamamen ters köşeyle İtalya’nın en renkli noktalarından birini, Sicilya’yı işleyerek şehre enerji ve renk katmak istemiş.

“Türk pazarının kurallarına uygun değil de daha ruhsal bir restoran olsun istedim. Benim istediklerim olsun, gerçek İtalyan yemekleri olsun istedim. Sonra dedim ki bunu ne kadar yaygınlaştırabilirsem o kadar kendi kültürümü Türkiye ile paylaşmış olurum. Ama bir yandan şöyle bir problem var; restoran sayınız arttıkça franchise oluyorsunuz. Ve bir noktada sıradanlaşıyorsunuz. Ben bunu istemedim. Her bir dükkânda farklı konseptler yaratalım ki buraya gelen müşteri bir diğerini de merak etsin” diye anlattı “Delilik bu, nasıl başa çıkıyorsun” diye sorduğumda.

Yazının Devamını Oku

Uzakdoğu tatları burada ona emanet

10 Şubat 2024
İyi bir Uzakdoğu veya Asya mutfağında tecrübe edinmek, farklı tekniklere, özellikle de farklı lezzet dengelerine hâkim olabilmek adına çok önemli. Roka’nın da şef Suna Hakyemez’in gelişimine çok katkısı olmuş. Mesela damak tadı Japon malzemelerinin tat profilleriyle şekillenmiş, mükemmeliyetçi Japon mutfak tekniklerinde ustalaşmış.

Bu köşede gastronomik gelişmeler, mekânlar, şefler yazıyorum. Ama en hevesli neyi yazıyorum biliyor musunuz? Sektöre ve özellikle de yeni girişimciler ve gastronomi öğrencilerine ilham verecek insanları. İşte Suna Hakyemez de onlardan biri. Onu anlatmak için zihnimde beliren ilk betimleme ‘kadife eldiven içindeki demir yumruk’. Çünkü görünümünün yanında hal ve tavırları son derece zarif, narin ve kibar. Ama yaptığı iş yani global bir markanın mutfağının başında olup onu yönetmek kadın veya erkek fark etmez, öyle herkesin üstesinden gelemeyeceği bir şey.  

Suna, Yeditepe Üniversitesi Gastronomi ve Mutfak Sanatları Bölümü’nü bitirdikten hemen sonra İstanbul, Zuma’da çalışmaya başlamış. İki yıl sonra Londra’ya gidip Roka’nın farklı şubelerinde görev almış. Bilmeyenler için not düşeyim; Zuma ve Roka aynı gruba ait iki marka. Zuma yenilikçi Japon mutfağı yaklaşımıyla ilk olarak Londra’da 2002 yılında açıldığında büyük ses getirmiş, yıllar içinde menüsünü bire bir kopyalamaktan çekinmeyen onlarca mekâna da ilham kaynağı olmuştu. Zuma’nın Kurucusu Rainer Becker, Zuma’daki robatayaki (yiyeceklerin sıcak kömür üzerinde pişirildiği barbeküye benzer pişirme yöntemi) mutfağının fazlaca ilgi gördüğünü fark edince Zuma’yı açtıktan iki yıl sonra şef Hamish Brown’la birlikte merkezine robatayaki’yi alan Roka markasını yaratmıştı.

Bademli ve yoğurtlu sıcak kek

Londra’da sadece Roka’da değil, pek çok şefin hayranlık duyduğu ikonik isim Heston Blumenthal’in 3 Michelin yıldızlı
restoranı The Fat Duck’ta da iki sene çalışmış Suna. Hatta sonra dünyaca ünlü somelyemiz İsa Bal ve şef Jonny Lake’in London Bridge’deki restoranı Trivet’te yardımcı şef olarak görev almış. Tüm bunlar olurken Roka, Londra’dan çıkıp globalleşmeye başlayınca Roka markasına geri dönmeye karar verip Mallorca ve Miami’deki Roka’lara gitmiş. Son durağıysa bu ay 2’nci yaşını kutlayacak olan İstanbul olmuş. 

İki yıl önce açılışta markanın yönetici şefi Hamish Brown’la sohbet ederken İstanbul şubesini Suna’yla birlikte açmalarının kendilerini nasıl rahatlattığını şöyle anlatmıştı: “Her lokasyona özel dokunuşlarımız oluyor. Mesela İstanbul’daki menümüze enginarı ekledik. Her lokasyonun kendine özel malzeme ve tedarikleriyle ilgili zorlukları olabiliyor. Neyse ki baş aşçımız uzun süredir bünyemizde çalışan Suna. Kendisi son 6 ay malzemeler ve tedarikle uğraştı. Suna’yla onun evine gelmek çok güzel.”

Yazının Devamını Oku

Romantik tropik adaların yeni ünlüsü: Seyşeller

4 Şubat 2024
Hem kültürü hem de doğası çokrenkli. Mutfağıysa benzerlerinden daha güçlü. Okyanusun cennet adalarında balayı için adı akla ilk gelen Maldivler’den daha uygun fiyatlı otel seçenekleriyle öne çıkan Seyşeller, turizm için yaşamıyor ve bu nedenle çok samimi.


Amia iştahla kaşıkladığım tatlının tarifini veriyor: “Hindistan cevizinin iç kısmını rendeliyorum, sonra suyuyla birlikte uzun uzun ovarak sütünü çıkarıyorum, ardından taneleriyle birlikte kısık ateşte yine uzunca bir süre kaynatıyorum”. “Evde hep kendiniz mi uğraşırsınız Hindistan cevizinin sütünü çıkarmakla” diye soruyorum Amia’ya. Şaşırarak yüzüme bakıyor ve “Burada marketlerde Hindistan cevizi sütü satılmaz ki, herkes evinde kendi yapar” diyor. Seyşeller’i öyle güzel ifade ediyor ki bu anlattıkları. Bir turizm destinasyonu olmasına rağmen gelenekselliğini koruyan, köklerine bağlı ve samimi.

Amia kolumdan tutarak sofradan kaldırıyor beni ve Seyşeller’in turizm bakanıyla tanıştırmaya götürüyor; kendisi de onun yardımcılarından biri. Bay Sylvestre Radegonde ile sohbet ederken en merak ettiğim şeylerden birini soruyorum: İnsanlar buraya niye gelsinler, mesela Türklerin çok sevdiği Maldivler’den farkı ne buranın? “Burada her şey var” diyor. “Bizim bitki örtümüz, doğal plajlarımız, denizimiz yani her şeyimiz çok farklı. Biz yaşayan bir adayız, sadece turistler için var olan bir yer değil. Buraya gelenler bizim kültürümüzü yaşayabiliyor, izole değil çok daha aktif bir tatil geçirebiliyor.”

Bay Radegonde haklı. Seyşeller’de yapacak şey ve görecek yer çok fazla. Hint Okyanusu’nda 115 adadan oluşan Seyşeller, ekvatorun hemen altında, Kenya’nın 1.000 mil doğusunda. Fransız kâşifler tarafından keşfedilen ada 70 yıl sonra Birleşik Krallık sömürgesi olmuş. Ama Fransa’nın etkisi hep devam etmiş. Halen tüm okullarda çocuklara hem Fransızca hem de İngilizce öğretiliyor ve tüm ada halkı bu iki lisanı da şakır şakır konuşuyor. 1976’da bağımsızlığını kazanan Seyşeller halkı bugün Afrika’nın en kıymetli pasaportuna sahip olmakla övünüyor. Çünkü tüm ülkelerle barışçıl ilişkileri var.

El değmemiş plajlar...

Adalarda kalacağınız otelleri beklentinize göre seçmekte fayda var. Kuşbakışı manzarası ve önü havuzlu odaları ile Maldivler’deki muadillerine göre gayet mantıklı fiyatta konaklayabileceğiniz Hilton Northolme benim tercihim oldu. Yüzen tepsi içindeki tapas servisiyle buradaki havuz keyfi başka yerde kolay kolay göremeyeceğiniz bir şey.

Hâlâ el değmemiş sessiz plajlar ve daha sakin bir ortamda olmak isteyenler Mahe’nin güney kısmını tercih etsinler. Ben yemek yemek için uğradığım, yakın zamanda açılan Mango House’a bayıldım. Ada malzemeleriyle yorumlanmış İtalyan yemekleri ve gerçek Kreol (yerli dili ve kültürüyle kolonyal ülkelerin dili ve kültürünün karışımı) mutfağı sunan restoranları iyi bir yemek deneyimi için adadaki favorilerimden oldu. Mesela İtalyan restoranı Muse’da birkaç saat önce ağlardan toplanmış bir balığın karpaçyosu, üzerinde çarkıfelek meyve sosuyla sunulabiliyor.Muz yaprağında pişmiş mercan.Baharatlı, meyveli deniz mahsulleri yiyin.

Kreol mutfağındaki tüm etkiler Baharat Yolu üzerindeki ülkelerin bir sentezi gibi. Özellikle Hint mutfağının etkisi çok fazla. Bol baharatlı sulu yemek olan köriler burada da temel yiyeceklerden. Tarçın, karanfil, Hindistan cevizi ve vanilya gibi baharat türleri bolca kullanılıyor. Bu baharat çeşitleri adanın deniz mahsulleri ve sebzeleriyle birleşerek anne yemeklerine can veriyor. İşte Mango House’un Kreol restoranı Moutya’da başka yerde kolay kolay bulamayacağınız bu yemekleri tatmak mümkün. Bizim tercihimiz yumuşak baharatlı ve yanında haşlanmış pirinçle sunulan az acılı bir ahtapot köri ile muz yaprağına sarılarak pişirilmiş mercan balığı oldu. Izgara üzerinde pişirecekleri balıkların muz yaprağına sarılma sebebi daha nemli kalmasını sağlamak. Suyun sıcaklığından dolayı tropik adaların balıkları pek yağlanamıyor ve biraz lezzet yoksunu oluyor. Ama Seyşeller’de durum farklı. Burada balıkçılık daha gelişmiş ve profesyonel yapılıyor. Daha lezzetli olan derin su balıkları avlanıyor. Mercanın yanında turna ve ton balığı adadaki favori balığım oldu. Japonya’ya bile yüksek miktarda ton balığı ihracatı yapmaları zaten kaliteyi anlatmaya yetiyor bence.

Yazının Devamını Oku

Şehirde neler oluyor?

3 Şubat 2024
Lucca’nın ekibine gastronomi direktörü ve yönetici şef olarak Ralph Sason atandı; birliktelikleri uzun vadeli olursa bana göre markaya katabileceği çok fazla şey var. Şehrin bir başka klasiği Zuma da kışa menüsünde yeniliklerle girdi. Ton balığının yağlı karın bölgesiyle hazırlanan ‘otoro sandviç’ bence menüye yeni girenlerin yıldızı. Six Senses Kocataş Mansions içindeki Toro Latin Gastro Bar da kış sezonu için menüsünü yenileyenlerden...

Yıllardır koruduğu popülaritesine hiçbir zaman sırtını yaslamadı Lucca. Cem Mirap da hep “Nasılsa insanlar geliyor” kafasından ziyade “Madem buradalar, en iyisini yesinler” dedi. Sosyalleşmenin çok daha ötesinde bir şeyler oldu hep; her daim en yeni kokteylleri orada denedik, hep iyi yemek yedik. Yıllarca ilmek ilmek işleyip şehrin en sağlam markalarından birini yarattı Cem.

Ve bence şimdi de son zamanların en doğru kararlarından birini vererek Ralph Sason’u ekibine dahil edip gastronomi direktörü ve yönetici şefi yaptı.

Ralph, menüye birtakım katkılarda bulunmuş evet, ama birliktelikleri uzun vadeli olursa bana göre markaya katabileceği çok fazla şey var. Beni bu düşünceye iten, gençliğinin verdiği dinamizmden ziyade toprağa olan bağlılığı... New York ve İsviçre’de eğitimlerini tamamladıktan sonra İstanbul’a dönerek Food Department, Bowl Department ve Taco Department gibi markaları kurmuş, Patmos’un en popüler mekânında şeflik yapmış. Bu esnadaysa Almanya’ya giderek biyodinamik tarım ve ‘cosmic farming’ (ayın hareketine bağlı yapılan tarım uygulamaları) ile alakalı eğitim alıp araştırmalar yapmış ki geçmiş kariyerinde beni asıl ilgilendiren taraf bu oldu.Lucca’nın menüsünden limonlu levrek; Hüseyin Kılıç (solda) ve Ralph Sason

Mutfak vizyonunu topraktan besleyen, becerilerini malzeme üzerinden köklendiren şefler yeni dünya düzenine katkıda bulunanlar olacak. Ralph de onlardan biri. Planlarından görünen o ki yaz aylarında Bodrum’daki Lucca’da bu anlamda çok daha fazla şey yapacak. Ralph menüye bolca sebzenin yanında ‘taco’ ve ‘nigiri’ gibi yeniler de eklemiş. Halihazırdaki karpaçyoyu ‘MediterrAsian’ yani Akdeniz-Uzakdoğu malzeme ve tekniklerinin harmanlandığı bir yaklaşımla yerfıstığı ve wasabi’li sosla yorumlayıp yukarılara taşımış. İyi yemek, sakin servis ve biraz da şefle sohbet için özellikle öğle saatlerinde gitmenizi öneririm.Zuma’nın nigiri tabağı ve İstinye’deki ZumaKaburgalı Japon mantısı

Şehrin bir başka klasiği Zuma da kışa menüsünde yeniliklerle girdi. Zuma sadece Türkiye’de değil, kurulduğu 2002 yılından bu yana tüm dünyada Japon mutfağına olan sempatiyi arttıran bir marka. Çünkü Japon mutfağının konservatif yanını yumuşattı, geleneksel soslarla malzemeleri daha da çekici ve lezzetli kılan taraf oldu. Dünyanın neresine giderse gitsin yakaladığı başarının sebebinin arkasında da bu yatıyor. Yıllar geçse de Zuma’ya her gittiğinizde arayacağınız ve menüden kalkmamasını arzulayacağınız şeyler var; miso’lu morina balığı veya özel sosuyla kübik kesimli göbek salata gibi... Ama yine de menüye yeni girenlere bir şans vermenizi tavsiye ederim.
İyi bir ustanın elinden çıkan hand roll benim için başlı başına bir ziyafet. Otoro yani ton balığının yağlı karın bölgesinin sosla harmanlanıp suşi pirinci üzerinde yosuna sarıldığı ve en üste Osetra havyarıyla siyah trüf yerleştirildiği ‘otoro sandviç’ bence yeni girenlerin yıldızı. Bunun yanında miso’lu dana kaburgayla doldurulan Japon mantısı gyoza, yuzu sos ve ballı wasabi’li kılıçbalığı tartar da denemeye değer.Havyarla servis edilen istiridye ve Sarıyer’deki Toro Latin Gastro BarHiçbir başarı tesadüf değil

Şehir turumun son durağıysa Sarıyer’deki Six Senses Kocataş Mansions içindeki Toro Latin Gastro Bar. Geçen günlerde markanın kurucusu Richard Sandoval, Türkiye’deydi. Şefle biraz konuşunca ve yemeklerini yiyince hiçbir başarının tesadüf olmadığını görüyorsunuz. Toro’nun şu anda dünyada 16 tane şubesi var, bu bir. İlk açıldığı günden bu yana menüsünü çok beğeniyorum ve defalarca da gittim. Markanın kurucu şefinin elinden yemek elbette ayrı ama o yokken de hiçbir lezzet farkı olmadığını, aynı standartta yemek yenebildiğini görmek çok önemli, bu da iki... Şefin olayıysa Latin mutfağından, özellikle Meksika ve Peru’dan esinlendiği yemekleri uluslararası lezzetler ve yaratıcı tekniklerle birleştirmesi. Bu sefer gittiğimizde yenilikleri denedik. Chimichurri sos, salatalık, yeşil soğan ve kişnişle lezzetlendirilen ve narenciye sosuyla sunulan deniztarağı; deniz yosunu wakame, susamyağı ve soya sosuyla tatlandırılıp havyarla servis edilen istiridye öne çıkan lezzetler arasında yerini alıyor. Tüm bunları restore edilmiş 250 yıllık tarihi bir hamamın büyüleyici atmosferinde deneyimlemek ise bambaşka bir ayrıcalık...

Yazının Devamını Oku