Eski bir suçlu; Vincent. Sandy ve onun önceki evliliğinden oğlu DJ’le mutlu, beladan uzak bir hayatın içindedir. Derken reddettiği oğlu Rocco, hamile kız arkadaşı Marina ve eski eşi Ruth çıkagelir... Bu ziyarete ilişkin sis perdesi sonradan aralanacaktır; eski suç ortağı Leftie ve yanında çalışan Lonnie, Rocco’nun peşindedir. Peki ama bu takibin sebebi nedir; çok geçmeden bu mesele de kıyıya vuracaktır...
Senaryosunu John Pollono’nun kaleme aldığı, yönetmen koltuğuna da Dito Montiel’in oturduğu ‘Ayak Takımı’ (Riff Raff) Amerikan bağımsız sinemasının taze örneklerinden. New England kırsalındaki sakin akan yaşantısı geçmişine ait izlerin kendisini ziyaretleriyle bozulan eski kanundışı karakterin içine düştüğü çıkmaz etrafında biçimlenen yapım, kimi heyecanlandırıcı ve seyircinin kendisini kaptıracağı sahnelere sahip olsa da genel çerçevesi itibariyle ortalamayı pek aşamıyor. Çoğu arıza karakterlere sahip bir toplam içinde ‘Ayak Takımı’ kimi uçlara savruluyor, ilgi çekici noktalara uzanıyor ama yine de çarpıcı izler bırakamıyor.
Filmin ana motivasyonu genel hatlarıyla karakterlerin arıza biçimleri. Vincent western’lerdeki tövbe etmiş eski silahşorları andırıyor. Lakin tıpkı ‘Vahşi Batı’da olduğu gibi tartışmalı geçmişi bir şekilde kapısını çalıyor ve kendini hatırlatmak zorunda kalıyor. Karısı Sandy, oğlu DJ’le (ki yaşananları izleyiciye o aktarıyor) öykünün en günahsız, masum karakterleri... Eski karısı Ruth alkolik, kaba ve çılgın... Yaşının ona yüklediği ağırlıkları taşımak istemiyor, geçmiş günlerini ve ihtişamını arıyor. Rocco üzerine biçilen ‘işe yaramaz’ elbisesini çıkarmak konusunda gayretli gözükmüyor ama İtalyan kökenli Marina’ya sırılsıklam âşık ve ‘baba’ olmanın heyecanını taşırken bu durumun, ebeveyni Vincent tarafından yok sayılma hissiyatını da yok edeceği kanısında. Rocco’nun peşinde, eski suç yoldaşı Vincent’ın evine ve yeni hayatına doğru harekete geçen Leftie ise son derece soğukkanlı bir katil. Öte yandan yolculuk esnasında girdikleri dükkânın sahibinin ve uğradıkları evin komşularının öldürülmeleri için sunduğu gerekçeler de öyle eften püften ki... Onun da öncelikli sorunu, kapısını derinden çalan yaşlılık meselesi...
AYAK TAKIMI
◊ Yönetmen: Dito Montiel
◊ Oyuncular:
Fransız Aéropostale şirketinin pilotları olarak Henri Guillaumet ve Antoine de Saint-Exupéry, 1930’lu yıllarda Arjantin’de, And Dağları üzerinden kargo taşırlar. Bir sefer sırasında Saint-Exupéry uçuş rotası dışına çıkar ve nihayetinde zor da olsa okyanusa inmeyi başarır. Ne var ki Potez 25 tipi uçağı (1920’lerde Fransa’da tasarlanan tek motorlu model) dibi boylarken bir adaya sığınır ve Henri tarafından kurtarılır. Şirket bu olay sırasındaki uçağın kaybı dolayısıyla eleman eksiltmek de dahil birtakım kısıtlamalara gider. İkili, daha verimli çalışma adına farklı yollar denerken Henri Guillaumet tek başına zorlu bir yolculuğa atılır. Fakat akabinde kendisinden haber alınamaz. Mendoza’daki merkezde çalışan eşi Noëlle, kocasının bulunması için çabalarken Saint-Exupéry de yakın dostunu aramak için havalanır…
Bütün zamanların en çok okunan ve bilinen yapıtlarından ‘Küçük Prens’in (Le Petit Prince) yazarı Antoine de Saint-Exupéry 20’li yaşlarında pilot eğitimi almış; Avrupa, Afrika ve Güney Amerika’da havayolu kargo şirketleri için çalışmıştı. 2. Dünya Savaşı esnasında Fransız Hava Kuvvetleri’ne katılarak keşif uçuşlarında görev yapan Saint-Exupéry’nin uçağı 31 Temmuz 1944’te Korsika üzerinde kayboldu ve bir daha kendisinden haber alınamadı. Bu esrarengiz sonla birlikte eserlerine olan ilgi artarken her daim merak edilen, ilgi duyulan, zamana direnen kült bir yazara dönüştü… Arjantin’de doğan, daha sonra Fransız vatandaşlığına geçen ve halen Paris’te yaşayan Pablo Agüero, yukarıda konusunu özetlediğim son çalışmasında yazarın iki önemli yapıtı ‘Vol de nuit’ (Gece Uçuşu) ve ‘Terre des hommes’u (Bizde ‘Yel, Kum ve Yıldızlar’ çevirisiyle yayımlandı) harmanlayarak kurgusal bir öykü anlatmış.Filmde Noëlle Guillaumet’yi Diane Kruger, Saint-Exupéry’yiyse Louis Garrel canlandırıyor.
Çizgi roman tadında
Film elbette gerçeklere, yaşananlara ve söz konusu romanlara yer yer yaslanıyor ama Agüero’nun asıl derdi ‘Küçük Prens’in yaratıcısının hayatından bir kesiti şiirsel, hayal gücüyle donatılmış kimi dokunuşlarla sinemaya taşımak olmuş. Peki, bu amacın üstesinden geliniyor mu? Doğrusunu söylemek gerekirse hikâye çok güçlü değil ama zaten dert, metinden ziyade etkisini görsellikle sağlamak isteyen bir ‘saygı duruşu’ gibi geldi bana. Filmin adı kuşkusuz biyografik çağrışımlar sunuyor ama bu yapım gerçekçi çizgilerden ziyade hayal gücünün peşinde koşan ve bu arada sıkı bır dostluğun gerekliliklerini yerine getirmek için çabalayan, nahif, meselelere şiirsel yaklaşan bir karakterin profili üzerinde duruyor. Son derece katı bir kapitalist işleyişe sahip şirkette ‘zalim’ bir patrona hizmet eden hikâyenin kahramanları bir anlamda yüreklerinin götürdüğü yere gitmeye çalışıyorlar…
Saint-Exupéry’nin Guillaumet’yi arayışını kimi geri dönüşlerle kardeşi François’nın ölümüne bağlayan ve “Bir kardeşimi daha kaybedemem” motivasyonuyla hareket ettiğine vurgu yapan ‘Saint-Ex’in en güzel yanı elbette görüntü yönetmeni Claire Mathon’un etkileyici kadrajlarıolmuş.
Oyunculuklara gelince; Louis Garrel, zaman zaman hayal gücünü devreye sokan, çocuksu Antoine de Saint-Exupéry’yi rahatsız etmeyen bir tonda perdeye taşımış. Vincent Cassel de Henri Guillaumet’de ortalamayı tutturuyor ama Fransız kamuoyu kendisini canlandırdığı karakter için yaşlı bulmuş (ki haklılar, Saint-Exupéry 1900, Guillaumet 1902 doğumluydu). Noëlle Guillaumet’deyse Diane Kruger kısa bir rolde karşımıza geliyor.
‘Saint-Ex’in benim için en çarpıcı yanı Saint-Exupéry’nin Guillaumet’yi ararken
Paris, 1930’lu yıllar... Mischa Aznavurian, Fransa’da yeni bir hayatın rotasını çizmeye çalışırken özellikle göçmenlere hizmet eden bir restoran açar. Aznavour’s isimli bu mekânda çocukları Aïda ve Charles da çalışır. Ortamın kendine özgü atmosferi içinde çocuklar müzikle haşır neşir olur. Ne var ki lokantada işler iyi gitmez ve aile için zor zamanlar başlar. Derken Théâtre des Champs-Élysées için düzenlenen seçmelere Afrika aksanı yapan tek çocuk olan Charles katılır ve 9 yaşında ‘sahne tozu’na bulaşır...Filmde sanatçının Edith Piaf’ın himayesine girmesinin ardından ailesini ihmal etmesi de anlatılıyor. Fransız şarkıcı Edith Piaf’a Marie-Julie Baup hayat veriyor.
Sonrasında zaman 2. Dünya Savaşı dönemine atlar; genç Charles ünlü şarkıcı Charles Trenet’yi taklit ederek sahneye çıkmaktadır. Ama asıl olarak kendi şarkılarını söylemek istemektedir. Tanıştığı besteci Pierre Roche ile yola devam ederken ikilinin önü açılır ve kısa zamanda şöhrete kavuşurlar. Günün birinde kendilerini izleyen Edith Piaf’la başlayan dostluğuysa onun bambaşka güzergâhlara yönelmesine ortam sağlar.
Hafızalarda iz bırakanlar...
Mehdi Idir ve Grand Corps Malade’ın ortak imzalarını taşıyan ‘Aznavour’ (Monsieur Aznavour) yukarıdaki özetten de anlaşılacağı gibi ünlü Fransız şarkıcı ve söz yazarı Charles Aznavour’un hayat hikâyesinde dolaşan bir yapım. Malum, müzisyenlerin öyküleri sıkça perdeye taşınıyor. ABD cephesinde ‘Walk the Line’dan (Johnny Cash) ‘Ray’e (Ray Charles), ‘Elvis’ten (Elvis Presley) ‘A Complete Unknown’a (Bob Dylan), ‘Bird’den (Charlie Parker) ‘I Wanna Dance With Somebody’ye (Whitney Houston), ‘The Doors’tan (Jim Morrison) ‘What’s Love Got to Do With It’e (Tina Turner); Britanya cephesinde ‘Nowhere Boy’dan (John Lennon) ‘Bohemian Rhapsody’ye (Freddy Mercury), ‘Rocketman’den (Elton John) ‘Back to Black’e (Amy Winehouse), klasikçiler cephesinde bir başyapıt olan ‘Amadeus’tan (Mozart) ‘Immortel Beloved’a (Beethoven), ‘The Music Lovers’tan (Çaykovski) ‘Shine’a (David Helfgott) vs. her biri hafızalarda iz bırakmış yapıtlardı. Bizde de ‘Müslüm’, ‘Dilberay’, ‘Bergen’, ‘Cem Karaca’nın Gözyaşları’, ‘Murat Göğebakan: Kalbim Yaralı’ ve ‘Barış Akarsu-Merhaba’ son dönemde çekilen yapımlar olarak öne çıkıyor. Fransız sineması cephesindeyse en etkileyici adım kuşkusuz bizde ‘Kaldırım Serçesi’ adıyla gösterime giren ‘La Môme’du. Başrolünde Marion Cotillard’ı izlediğimiz Olivier Dahan’ın 2007 tarihli çalışması Edith Piaf’ı anlatıyordu. Ben Fransa kanadında kendi yetişme dönemimin şarkıcısı Dalida’nın hikâyesini nakleden ‘Dalida’yı da severim.
Biyografik çabalar her daim iki ana tercih arasında gidip gelirken eleştiri oklarını da bu yüzden üzerlerine çekerler:
Ya ele alınan gerçek karakterin hayatının tüm evrelerine odaklanılır ve bu yüzden ortaya çıkan yapıt yüzeysel bulunur. Ya da perdeye taşınan portrenin bir dönemi yansıtılır ve bu kez de ‘Niye bazı bölümler eksik kalmış; anlatılmamış’ türünden bir yaklaşımla karşımıza çıkan film beğenilmez. ‘Aznavour’un tercihi ilk seçenek olmuş. Sanatçının hayatı genel bir parantezde sinemaya taşınmış. Paris’teki çocukluk günleri, gençliği ve müzisyen olma çabaları, savaş zamanı Nazilerin peşine düştüğü kişileri evlerinde konuk etmeleri, aşkı ve ilk evliliği, ailesi, ablası Aïda’yla müziğe olan yatkınlıkları, Pierre Roche ile tanıştıktan sonra adım adım şöhrete uzanması, Edith Piaf’ın himayesine girmesinin ardından eşini ve yeni doğmuş kızını ihmal etmesi, ABD’ye, oradan da Kanada’ya (Montreal’e) geçmesi ve nihayetinde Piaf’a başkaldırarak kendi yolunu, ruhunu bulması ve tüm bu süreçte kırdığı, döktüğü insanlar...
‘Aznavour’ bir yanıyla ‘La Môme’u andırıyor (hatta önde Aznavour’u arkadan gördüğümüz, salonun tavanını da gösteren kadraj Olivier Dahan’ın filmindeki bir sahneyi akla getiriyor hemen) ama onun kadar ışıltılı olmadığı muhakkak.
Mehdi Idir ve Grand Corps Malade’ın bu ortak yapımının en dikkat çekici yanı, Charles Aznavour’un parayı ve çalışmayı seven biri olduğuna dair yaptığı vurgu olmuş. Ama bu durumu suçlayıcı bir tavırla perdeye taşımamışlar, sadece ele aldıkları karakterin aşkla, sevgiyle, muhabbetle çok ilgisi olmadığını, müziğe sığınılacak bir liman mantığıyla baktığını ve aslında yalnız bir adam olduğunu hatırlatmak istemişler. Amerika’da konserlerinde Frank Sinatra kadar ücret alacak noktaya gelen bu özel müzisyeni duygularını belli etmekte zorlanan bir profil olarak çizmişler. Öykünün en çarpıcı sahnelerinden birinde 25 yaşındaki oğlu Patrick’in ölümünün ardından cenaze töreninden ayrılıp hemen çalışmaya gittiğini ve bu arada topluluktan uzaklaşırken gözyaşlarını fark ediyoruz; bu bölüm onun mesafeli gözüken kişiliğinin bir ifadesiydi. Patrick onun evlilik dışı ilişkisinden doğmuştu ve 2018’deki vefatının ardından İsveçli eşi Ulla’dan doğan kızı Mischa, France Dimanch dergisine verdiği röportajda şunları söylemişti: “Patrick’in intiharı onun için her zaman derin bir yaraydı ve bu konuda asla konuşmak istemedi.”
Kimi bilimkurgularda sıkça rastladığımız ‘kıyamet sonrası’ bir ortam: Karanlık, cehennemi bir atmosfer ve yönetenlerle onlara köle gibi hizmet eden çoğunluk... Metalik bir hava ve haçlı ordularını hatırlatan kostümleriyle bir grup asker ve başlarındaki kadın yönetici, adeta ‘Jeanne d’Arc’ı andıran bir kadını infaz etmek üzereler. Çünkü o bir ‘cadı’dır... Adı Gray Alys olan bu cadı, ortaçağda hedef gösterilen masum kurbanlardan farklıdır çünkü doğaüstü güçlere sahiptir. Kendine özgü yeteneklerini kullanarak idam sehpasından kurtulur ve kaçar. Öte yandan Gray Alys, kendine özel güçler bahşetmesi için gelenleri geri çevirmez, belli bir ‘bedel’ karşılığı (paradan ziyade kıymetli eşya kabul eder) istenilenleri verir. Nitekim hasta yatağında ölümü bekleyen eşinin ardından tahta oturmayı hayal eden Kraliçe Merlange kapısını çalar. Ona âşık olan ve iktidarın bir parçasına dönüşmek isteyen Jerais de... Bütün hükümranlığın kendine bağlanmasını isteyen kilise, yani başındaki patrik ve himayesindekilerse cadının yok edilmesi ve tahtın kendilerine geçmesi için hamle yapar. Kendi başına buyruk bir karakter olan avcı Boyce’un yoluysa Gray Alys’le kesişir ve ikili ‘Kafatası Nehri’ne giderek asıl büyük tehlikeyi, Sardor adlı yaratığı bertaraf etmek için çabalar...
Yukarıda konusunu özetlediğim ‘Kayıp Dünya’ (In the Lost Lands), ‘Game of Thrones’un yazarı olarak tanınan George R. R. Martin’in kısa öyküsünden sinemaya taşınmış. Uyarlamanın yönetmenliğiniyse ‘Mortal Combat’, ‘Ufuk Faciası’ (Event Horizon), ‘Soldier’ gibi filmlerle öne çıktıktan sonra asıl olarak ‘Ölümcül Deney’ (Resident Evil) serisiyle tanınan Paul W. S. Anderson üstlenmiş. Anderson’la birlikte Constantin Werner’in kaleme aldığı senaryonun ifadesi olan yapım doğrusunu söylemek gerekirse tuhaf bir çekiciliğe sahip. Şöyle ki İngiliz yönetmen bu tür yaratıklı grafik aksiyonların ustası bir isim. Atmosfer yaratmayı ve seyircisini filminin içine çekmeyi bilen bir görselliğin en doğru adreslerinden. Nitekim ‘Kayıp Dünya’da da kayıtsız kalınamayacak bir stil ve özel bir dünya var.
İktidar savaşı
Kadrajları itibariyle aslında bir yanıyla bilimkurgu, bir yanıyla metalik renklerle donatılmış bir western izliyoruz. Büyük bir savaşın ardından kıyamet sonrası ortamda western türüne dair klişelerden oluşan bir anlatı var, lakin senaryonun yüzeyselliği, özellikle de kimi diyaloglarda karşımıza çıkan bu durum biçim ve öz arasındaki mesafenin bir hayli açılmasına neden olmuş. Boyce karakteri gereğinde tabancasına ve tüfeğine başvuran ‘yalnız bir kovboy’ adeta. Gray Alys ise karanlık güçlerin diyarından gelip iyinin yanında olan ve mücadele eden bir karakter. Öte yandan hikâyenin son katmanında iş başka bir türe uzanıyor ve karşımıza ‘Kurt Adam efsanesi’yle bu türün kendine özgü kuralları (ancak gümüşle yok ediliş gibi) çıkıyor. Meselenin ‘Taht Oyunları’ yanına gelince; öyküde Kraliçe’yle patrik arasındaki iktidar savaşını da izliyoruz.
Filmde öyküyü taşıyan iki ana portreden Boyce’u Dave Bautista canlandırıyor. Eski Amerikan güreş şampiyonlarından olan tecrübeli aktör hatırlanacağı gibi ‘Galaksinin Koruyucuları’ (Guardians of the Galaxy) serisindeki Yok Edici Drax karakteriyle öne çıkmıştı. Bautista ‘Kayıp Dünya’da Boyce üzerinden bir western tipolojisini ete kemiğe büründürmekte son derece başarılı. Cadı Gray Alys’te de Milla Jovovich’i izliyoruz. Malum, Ukrayna kökenli yıldız bu tür aksiyonlarda karşımıza fazlasıyla gelmiş bir isim. Burada da Bautista’yla gözü tırmalamayan bir ikili oluşturuyor (bu arada yazının başında ‘Jeanne d’Arc’ı andırma vurgusunu da kendisinin 1999 yapımı ‘Joan of Arc’ta bu tarihi figürü canlandırmasına gönderme olarak hatırlatmak istedim). Filmde Kraliçe Melange’da Amara Okereke’yi, patrikte Fraser James’i, Jerais’te Simon Lööf’ü, patriğin kadın komutanı Ash’te Arly Jover’ı, Mara’da Deirdre Mullins’i, Ross’ta da Sebastian Stankiewicz’i izliyoruz.
Sonuçta çizgi romanlara ya da yeni ismiyle grafik romanlara ilgi duyuyorsanız ‘Kayıp Dünya’ ana hattını western türü üzerinde kuran, büyülü bir dünyayı fonuna yerleştiren, ‘Kurt Adam efsanesi’ne de göz kırpan, izlemesi keyifli ama içeriği görsel ustalığıyla aynı paralellikte seyretmeyen bir film olmuş (finaldeki Gray Alys’le ‘Sardor’un mücadelesi grafik olarak çok güzeldi).
Son bir not: ‘Ölümcül Deney’ serisinin çoğunu izledim ama ilk kez ‘Kayıp Dünya’ vesilesiyle yeni bir bilginin farkına vardım; meğerse yönetmen Paul W. S. Anderson’la Milla Jovovich evliymiş ve çiftin üç çocuğu varmış...
Ve diğer seçenekler...
Yıl 1932, Mississippi’de kırsal bir bölge; Clarksdale... Elinde kırık bir gitarla kiliseye yönelen bir genç, Sammie Moore vaftizci babasının ayinine gidiyor ve kısa bir hesaplaşma yaşanıyor. Derken zaman bir gün öncesine taşınıyor. Yedi yıldır Şikago’da kendilerine (yasadışı yollardan) bir gelecek arayan ikizler, Smoke ve Stack artık memleketlerine geri dönmüştür. Kuzenleri Sammie’yi de yanlarına alarak yeni bir projeyi hayata geçirmek için hamle yaparlar. İçkili, dansın ve blues müziğin hâkim olacağı bir kulübü hemen o gece açmak niyetindelerdir. Smoke ruhani güçlerle haşır neşir olan eski sevgilisi Annie’yi davet eder mekânına. Sanatını sokaklarda icra eden blues şarkıcısı Delta Slim de sahneye çıkacaktır kulüpte. Servis ve hizmet için de Çinli bakkal Bo Chow ve karısı Grace’ten belli bir bedel karşılığı yardım isterler... Stack’ın eski gözdesi Mary ve Sammie’ye umut veren şarkıcı Pearline da konuklar arasındadır. Her şey güzel başlar; şarkılar söylenir, danslar edilir, aşklar tazelenir ama derken kapıda üç beyaz belirir ve işin rengi değişir...
‘Rocky’ serisine yeni bir halka ekleyen ‘Creed’e ve Marvel’ın solo olarak sahaya sürdüğü Afrikalı süper kahraman ‘Black Panther’ın beyazperdedeki iki serüvenine imza atan Ryan Coogler’ın, konusunu yukarıda özetlediğim son çalışması ‘Günahkârlar’ (Sinners) tuhaf bir denklemin ifadesi. Yakın geçmişteki popüler rotasını terk eden siyah yönetmen bu yeni adımında anaakım sineması içinde son derece katmanlı bir yapıta imza atmış. Söz konusu yapım siyahların eğlence dünyasında geziniyor gibi yapıyor, Şikago’nun çetelerle örülü ortamında kazandıkları deneyimin ardından para kazanıp rahat yaşamak isteyen ikiz karakterler öncülüğünde seyircisine müzik dolu bir öykü vaat ederek başlıyor. Lakin ‘Günahkârlar’ Smoke ve Stack ikilisinin ‘Blues Kardeşler’ misali takımı toparlama ve sahaya çıkma aşamalarında turladıktan sonra asıl rengini belli ediyor. İrlanda ezgileri eşliğinde kulübün kapısını çalan Remmick’le birlikte öykü yatağını değiştiriyor ve bir ‘vampir filmi’ne kapı aralanıyor.
‘ISIRILAN’ ÖBÜR TARAFA GEÇER
Bu türün klişelerini bilirsiniz, çocukluğumuzdaki ‘yakantop’ oyununda olduğu gibi yanan (yani ‘ısırılan’) öbür tarafa geçer ve rakip (düşman) kimliği kazanır. Burada da Remmick ve daha önce onun ısırıp safına kattığı Joan ve Bert çiftinden oluşan ‘üçlü’, kulüpten çıkanı ‘sobeleyerek’ vampire dönüştürüyor ve koca bir topluluk mekânda kalan az sayıda insanı da ısırmak için saldırıp duruyor... Vampirlerden korunmak için en önemli savunma unsurlarından biri olan sarımsak ve onları yok etme yolundaki en garantili yol olan göğüslerine kazık çakmak devreye girse de asıl kurtuluşu sağlayan güneşin doğma vakti, kalanlar için umudun ta kendisine dönüşüyor. Gün yavaş yavaş ışırken kayıplar listesi de oldukça kabarıyor.
‘Günahkârlar’ı dönem havası ve genel atmosferi itibariyle ‘The Color Purple’ (Yön: Steven Spielberg) ya da ‘The Thing’ (Yön: John Carpenter) gibi yapımlara da benzetenler var ama asıl adres sanırım ‘Günbatımından Şafağa’ (From Dust Till Down) olsa gerek. Hatırlanacağı gibi Robert Rodriguez’in George Clooney, Salma Hayek, Quentin Tarantino, Harvey Keitel gibi isimlerden oluşan kadroya sahip yapıtı bir ‘yol filmi’ edasında ilerlerken birdenbire vampirler hattına kayıyor ve bambaşka bir şekle bürünüyordu. Ryan Coogler’ın çalışması da pamuk tarlaları arasında siyahların dramı gibi meseleler arasından sıyrılıp benzer şekilde ‘ısıranların ve ısırılanların evreni’ne dahil oluyor.
Günahkârlar
◊ Yönetmen: Ryan Coogler
IA’in kalbinin attığı Virginia, Langley’deki George Bush Center’da masabaşı görevlisi (hassas dosyalar arasında gezinen bir bilgisayar uzmanı) olarak çalışan Charles Heller, kurumdaki bazı üst düzey yöneticilerin (müdür yardımcısı Alex Moore’la ona bağlı Caleb Horowitz) onayıyla kimi gizli operasyonların düzenlendiğini fark ettiği bir dönemde eşini Londra’ya yolcu eder. Sarah kimi toplantılara katılmak üzere İngiltere’nin başkentindedir. Derken gizli operasyonda imzaları olan üstleri Charles’ı yanlarına çağırır ve acı haberi verir: Karısı Londra’da düzenlenen terörist saldırısında rehin alınırken öldürülmüştür.Filmde Eminönü ve Mısır Çarşısı civarıyla İstanbul da perdeye yansıyor.
Charles kurumun ağırdan aldığı bu olayda, kendi gayretleri sonucu kimliklerini deşifre ettiği saldırganlarla hesaplaşmak ister. Lakin öldürme konusunda hiçbir deneyimi yoktur. ‘Kirli işlerini’ ortaya çıkarmama karşılığında üstlerinden kendisine eğitim verilmesini talep eder. Kurumun tahsis ettiği Albay Robert Henderson’ın eğittiği Charlie, kendisini yok etmek isteyen Moore-Horowitz ikilisini ve peşindekileri atlatarak intikam ateşini yakar ve Avrupa’da ikamet eden faillerle hesabını kapamak için yola çıkar...
Soğuk Savaş döneminde Newsweek’te çalışan eski bir gazeteci, Robert Littell, daha sonraları casus romanları kaleme almıştı. Bugün 90 yaşında olan yazarın 1981 tarihli eseri ‘Amatör’ (The Amateur) aynı yıl sinemaya uyarlanmış, Charles Jarrott’ın yönettiği yapımda John Savage, Christopher Plummer ve Marthe Keller başrolleri paylaşmıştı. Günümüz itibariyle aynı romana bir kez daha uğranmış ve bu kez kamera arkasına James Hawes geçmiş. Ken Nolan-Gary Spinelli ikilisinin yazdığı senaryodan çekilen son uyarlama elbette teknolojiyle donatılmış bir hikâye anlatıyor. Şimdiki zamanın Charles Heller’ı deneyimsiz, iyi kalpli, silahla işi olmayan bir karakter; en önemlisi öldürme hissiyatından uzak, saf bir kimliğe sahip. Zaten bu özelliğinin altını başlarda eğitmeni Albay Henderson, sonlardaysa karısının katili Sean Schiller kalınca çiziyor. Ama mesele hayattaki en sevdiği varlığın intikamı olunca masabaşı görevlisi zekâsını bu yönde kullanıyor ve kendine özgü teknikler ve taktiklerle amacını gerçekleştirmeye çalışıyor.
2025 tarihli ‘Amatör’e imza atan James Hawes ‘Dr. Who’dan ‘Merlin’e birçok dizide yönetmenlik yapmış ama asıl ününü İngiliz istihbaratına bağlı ‘ıskarta ajanlar’ın öyküsünü anlattığı ‘Slow Horses’ adlı diziyle elde etmiş bir isim. Dolayısıyla casusların dünyasına bu yapım vasıtasıyla hâkim... ‘Amatör’e gelince; genel iskeletini ‘casus gerilimi’ denen türün üzerine inşa ederken ana karakterini eli silah tutan, bu güzergâhta deneyim kazanmış eski bir asker ya da güvenlikçi tipolojisinin uzağında oluşturmuş. Charles Heller, yanda da belirttiğim gibi meseleleri zekâsıyla çözmeye çalışıyor. Hawes’ın yapıtı ilgi çekici anlar, adrenalin yükseltici sahneler barındırıyor elbet. Ama ne Bond türü bir yapıya, ne ‘Mission: Impossible’vari bir görkeme ne de Jason Bourne gibi karizmatik bir karaktere sahip. Eski usul bir casusluk öyküsünü teknolojik dokunuşlarla süsleyen bir yapım var karşımızda.
Mesajı inandırıcı değil
Öte yandan ‘Amatör’ zamanımızın neredeyse tüm ajan filmleri gibi farklı merkezlerde geziniyor. Virginia’da başlayan öyküde uğranan duraklar arasında Londra, Paris, Marsilya, Madrid, İstanbul ve Rusya var.
Yedi tepeli şehir daha önce de kimi James Bond yapımlarının (Rusya’dan Sevgilerle/From Russia with Love, Dünya Yetmez/The World Is Not Enough ve Skyfall) yanı sıra ‘Köstebek’ (Tinker Tailor Soldier Spy) ve ‘Uluslararası’ (The International) gibi casus öykülerine sahip yapıtlarda tüm dünyaya kendini hatırlatmıştı. İstanbul ‘Amatör’de de Eminönü, Mısır Çarşısı civarı ve Galata Köprüsü gibi mekânlar vasıtasıyla perdeye yansıyor. Ayrıca Rusya’da geçen tersane sahneleri de Tuzla’da çekilmiş.
Oyunculuklara gelince... Kaslarını ve silahı ustaca kullanan kahramanların aksine zekâsına ve laptopuna güvenerek yola çıkan ve karısının intikamını almaya çabalayan Charles Heller’da Rami Malek canlandırdığı karaktere duygusallık, ahlaki değerler içinde gelgitler yaşama, hüzün ve yalnızlık katmaya çalışırken bu çabanın üstesinden yer yer gelmiş. Inquiline adlı Rus kökenli hacker’da Caitriona Balfe’ı, Alex Moore’da Holt McCallany’yi, CIA Başkanı Samantha O’Brien’da Julianne Nicholson’ı, Charles’ın eşi Sarah’da Rachel Brosnahan’ı, katil Sean Schiller’da Michael Stuhlbarg’ı (Bond filmlerinde gördüğümüz türden felsefi derinliğe sahip kötü adam profilini bence karikatürize bir şekilde çiziyordu) izlediğimiz yapımda en dikkat çekici performansıysa CIA eğitmeni Albay Henderson’da karşımıza gelen Laurence Fishburne sunuyor.
Etkileyici bir kariyere sahip Broadway yıldızı Lillian Hall’un kapısını maalesef demans çalmıştır. Sahneye koyacakları Anton Çehov’un ‘Vişne Bahçesi’ klasiğindeki Madam Lyubov Andreyevna Ranevskaya karakterini canlandıracak olan tecrübeli oyuncu, provalar esnasında replikleri unutmaya başlar ve çalışmaların sekteye uğramasına neden olur. Bir yanda asistanı ve yakın arkadaşı Edith’in çabaları, öte yanda kızı Margaret’la arasındaki kökleri geçmişe uzanan derin uçurum derken Hall kendini bir sarmalın ucunda bulur. Bu arada oyunun sahnelenme zamanı da gelmektedir...◊ Yönetmen:
Michael Cristofer
◊ Oyuncular:
Jessica Lange, Kathy Bates, Lily Rabe, Jesse Williams, Keith Arthur Bolden, Pierce Brosnan, Michael Rose, Cindy Hogan, Jonathan Horne, Clayton Landey, Allison Mackie, David Chin, Erik Parillo, Rebecca Watson, Katerina Eichenberger
ABD yapımı
Aktör, oyuncu ve yönetmen (ki bu kategoride çok az sayıda yapıtı var) Michael Cristofer’ın imzasını taşıyan ‘Muhteşem Lillian Hall’ (The Great Lillian Hall), sahne tozu yutanların dünyasında gezinirken trajik çizgilere sahip bir hikâye anlatıyor. Filme ismini veren ana karakter, hayatını mesleği üzerine kurmuş biri. Aynı meslekten olan eşini kaybetmiş ve onun hayaleti hayatının bir köşesinde mevcudiyetini koruyor. Geride bıraktığı tortular üzerinde yükselen annelikle ilgili sorunları da var. Kızı meseleyi deştikçe beklenen çizgilerde bir ebeveyn olmadığı anlaşılıyor. Zaten asistanı Edith’le sanatçıların çocuk sahibi olması konusunda fikir teatisi yaparken Margaret’a da “Hiçbir zaman iyi bir anne olamadım” itirafında bulunuyor.
Yönetmen Cristofer, senaryosunu Elisabeth Seldes Annacone’un kaleme aldığı filmde hem bir oyunun sahneye konma safhasını hem de ışıltılı bir yıldızın yolun sonuna doğru kapıldığı girdapta ayakta kalma çabasını perdeye yansıtıyor. Hikâye belli bölümlerde prova yaptıkları oyunla Lillian Hall’un hayatı arasında geçişlere soyunuyor ama genel bir çizgide hafızanın yarattığı sorunlar arasında rotasını çiziyor. ‘Vişne Bahçesi’ni sahneye koyan grup Lillian’ın artan unutkanlık problemleriyle birlikte yerine başka bir oyuncuyu da (ismi Haley Bemmel) düşünmeye başlıyor ve bu durumu sezen ‘Diva’ da elbette tepkisini gösteriyor.Ty Maynard rolündeki Pierce Brosnan (soldaki) ve Lillian Hall’u oynayan Jessica Lange.
‘Muhteşem Lillian Hall’ ana gövdesini hafıza kaybının yarattığı yıkıntılar arasında tutunacak dallar arayan ana karakterinin yüzleşmeye çalıştığı korkular, geçmişi, şimdiki zamanı ve mesleğe olan tutkusu üzerine inşa ediyor. Bu doğrultuda ben özellikle yaşadığı soruna ilişkin teşhis için gittiği doktorda yaşadıklarını aktaran bölümü çok beğendim. Dr. DeMayo’yla birlikte Hall’un kariyeri, geçmişteki canlandırdığı roller üzerinden göndermeler ve nihayetinde nasıl bir belayla karşı karşıya olduğunun kendisine açıklanması safhalarını izliyoruz... Bu bölüm enfesti bence. Keza yaşadığı sorunu kızına aktarmayıp dertlerini sırdaşı Edith’le paylaşmasına Margaret’ın tepki gösterdiği hastane sahneleri de derin ve sarsıcı anlarla doluydu. Ben bir de filmin akışı içinde Lillian’ın seslendirdiği “Sanat hayatın sınırlarını aşar mı” repliğini çok beğendim.
Fransa’da, 2. Dünya Savaşı esnasında Nazi işgalinden kurtulma aşamasındaki Saint-Malo adlı sahil kasabası... Başında miğfer, yoğun kurşun yağmuru altında fotoğraf çekmeye çalışıyor ama bir patlamayla dağılıp gidiyor... Yanına gelen asker onu daha uygun bir yere götürmeye çabalıyor. Sonrasında zaman 1977’ye atlıyor. İngiltere’de, Sussex-Farleys’deki çiftlik evinde artık yaşlanmış bir kadın olarak karşımıza çıkıyor. Genç bir gazeteci ona sorular yöneltiyor ve anlattıkları eşliğinde geri dönüşlerle tarihsel bir yolculuğa başlıyoruz...
Görüntü yönetmeni olarak tanınan ama sonraları yönetmen kimliğini de üzerine geçiren Ellen Kuras imzalı ‘Lee’, hayat serüvenine farklı noktalarda başlayıp nihayetinde bambaşka çizgilere ulaşan güçlü, dirayetli, vicdanlı bir kadının gerçek öyküsüne kulak veriyor. Söz konusu odak noktası 1907’de New York’ta doğan Elizabeth Miller. Vogue dergisi için modellik yapan, bohem çevrelere takılan, avangart fotoğrafçı Man Ray’in gözdesi olarak dikkat çeken bu genç kadın 2. Dünya Savaşı sırasında kendine yeni bir rota çizmiş, önce British Vogue dergisi için bombardıman altındaki Londra’dan yakaladığı kadrajlarla ön plana çıkmıştı. Daha sonra cepheye giderek burada savaşın dehşetini tüm gerçekçiliğiyle yansıtan kareleriyle çığır açan bir sanatçıya dönüşmüştü.
‘Lee’ onun bir anlamda takma adıydı, çünkü bu cinsiyet ayrımını yok eden isim sayesinde savaş ortamında kadınların giremediği yerlerde çekim yapabilme imkânına kavuşuyordu. Ellen Kuras’ın yapıtı Elizabeth ‘Lee’ Miller’ın serüveninde gezinirken koca bir hayattan geri dönüşler eşliğinde pasajlar alıyor ve genel resmi seyircisinin tamamlamasını istiyor sanki. Bu pasajlarda ne var derseniz önce Miller’ın yaşadığı ‘tatlı hayat’tan kesitler izliyoruz. Onu, 1938’de Fransa’nın güneyinde model ve sanatçı arkadaşlarıyla eğlence dolu bir dünyanın içinde buluyoruz. Kendi ifadesiyle resim yapıyorlar, yiyip içiyorlar, dans ediyorlar... Lee bu ortamda ressam, tarihçi ve şair Roland Penrose’la tanışıyor, âşık oluyor ve yaptığı teklifi kabul ederek onunla birlikte Londra’ya yerleşiyor. Derken savaş kapıyı çalıyor. Miller bu dönemi şöyle tarif ediyor: “Bir sabah kalktık, Hitler Avrupa’nın en güçlü adamı olmuştu.”
Sonrasında onun savaş ortamında British Vogue’a başvurmasını, burada derginin ünlü editörü Audrey Withers’la işbirliğini, dönemin ünlü fotoğrafçılarından Cecil Beaton’la çekişmesini izliyoruz. Lee dirayetli kişiliği, tuttuğunu koparan yapısıyla çok geçmeden cepheye uzanıyor ve burada hafızalara kazınacak kareler yakalıyor. Life dergisi için çalışan David Scherman’la birlikte hareket ediyor, Paris’in kurtuluşuna tanıklık ediyor, peşi sıra Dachau Toplama Kampı’na girip soykırıma, yaşanan zulme ilişkin ilk kareleri çekiyor. Ve nihayetinde Scherman’la, Hitler’in Eva Braun’la birlikte intihar ettikleri gün Führer’in Amerikalı askerler tarafından işgal edilen Münih’teki evine giriyorlar ve burada banyodaki o meşhur pozu çekiyorlar...
Ellen Kunas’ın filmi biyografi türüne ait genel sorunları elbette taşıyor. Şöyle ki seyirci olarak Liz Hannah, Marion Hume, John Collee üçlüsünün kaleme aldığı senaryonun odaklandığı dönemin dışında kalan bölümleri merak ediyorsunuz (nitekim ben bu merakın karşılığı olarak Lee Miller hakkında birçok yazıyı okudum). Bu durum bir yandan filmi eksik hissettiriyor ama öte yandan da yönetmenin ve senaristlerinin asıl olarak ele aldıkları karakterin tarihteki derin görünen izlerini takip ettikleri izlenimini veriyor. Filmde en beğendiğim yanlar Paul Éluard’ın, bizde Zülfü Livaneli’nin şarkısıyla popülerleşen ‘Ey Özgürlük’ adlı şiirinin o karanlık günlerde uçaklardan atılarak insanlara umut aşılayan bir işlev üstlendiğinin gösterilmesi ve yine Éluard’ın Nazileri tanımlarken “Hedefleri sadece Yahudiler değildi, fikri olan herkes, ideallerine uymayan herkes hedefleriydi” şeklinde tanımlarda bulunduğu bölümlerdi. Fransız şair bu kesimlerin aniden kaybolduğunu, trenlere bindirildiğini, yaşlı kadınlar, çocuklar vs. hiçbirinin bir daha geri dönmediğini ifade ediyordu.