Elif Ebru Wibrew

Uç uç böceğim

1 Eylül 2020
Ne güzel şeydi. Uğur böceğinin gerçekten uğur getireceğine inanmak. Çabucak getirsin diye o uçana kadar tekerlemeyi bıkmadan söylemek. Sonunda şarkıdan etkilenip havalanan siyah benekli kırmızı böceğin uçuşunu görüp “aha da dileğimi gerçekleştirmek için uçtu da gitti” demek.

Uç uç böceğim

Yarın düğün olacak

Annem sana terlik pabuç alacak...

Benim için bu sözlerin hepsi çocuk aklımda kalamamış olmalıydı ki yıllarca arasını bilmedim. Yani düğün kısmını. O eksiklik yerine kendim bir sıra daha yazmış olmalıyım. O da sonunda söylediğim “Al da gel” kısmı. Ayrıca benim annem terliği niye ona alıyor ki? Yanlış yazmışlar.

Uç uç böceğim, annem bana terlik pabuç alacak, al da gel”

Öyle ya onun uğura ya da terliğe neden ihtiyacı olsun? Benim annem niye ona alsın? Olur mu öyle şey? Bana alacak bana. Sen de bir zahmet çabucak al da gel.Gerçi annem aldığı ayakkabıyı doğruca bana niye getirmiyor da seninle yolluyor bilemedim ama.

Anne babamın yatak odasındaki termometreydi bana göre o gizemli terlik. O muhteşem pabuç ise anneannemin oturma odasındaki duvar halısında gizliydi.

Kırmızı kadifeden bir mini terlikti o. Tabanı termometre. Terliğin üst kısmı altın sarısı metal. Ve yine bu üst kısmında çil çil çeyrek liralar asılı.  Etrafta kimseler olmadığı zaman bu terliği duvardan çıkarıp ayağıma geçirmeye çalışıyorum. Olmuyor. O kadar küçük ki. Zaten tabandaki dereceden dolayı girse de ayağım rahat etmez biliyorum ama belki orası çıkar diye düşünüyorum. Düşünmediğim, bu terliğin  ayağıma girse ne olacağı? Öteki yok. Lakin bunun bile önemi yok. Çok küçüğüm. Belki iki belki üç yaşım. Yani henüz Sindirella’yı ve Peri Anne'yi bilmiyorum. Bilseydim, diğer tekini bu peri annenin yapacağına ve uğur böceğinin de yardımıyla yakışıklı prensin onu sahibine yani bana getireceğine  inanarak çocukluğumu tamamlardım. Ya da masalı baştan ben yazardım.

Yazının Devamını Oku

Beni evsiz bıraktın Covid

18 Haziran 2020
Covid-19 evlere tıktı ya çoğumuzu. Biz tam tıkıldık. Şimdi normalleşme başlasa da bizim evdeki karantina kısmi devam etmekte. Tabii artık eve ev diyesim gelmiyor. Zira ev olmaktan çıktı. Bu virüs bizi evsiz bıraktı. Onun yerine çok amaçlı bir komplekse dönüştürdük yuvayı dostlar. Biraz yaşam merkezi biraz alışveriş merkezi postunun altındaki bu yeni yerimizde, mağazalar dışında, bir AVM’de olan çoğu bölüm mevcut. Dışarıdan müşteri almıyoruz. Olsun. Almasak da oradan dışarı çıkmasak da o AVM bizim AVM’mizdir… La la la la laaa…

Neler mevcut bu yeni yerimizde?

1) Etüt Merkezi ve Ofis:

Malum okul eğitimi evden devam etti. Oğlanın oyun odası saat ikiye kadar etüt merkezi olarak kullanılırken, öğleden sonra özüne döndürülüp bilgisayar oyunlarına ev sahipliği yapmaya devam etti.  Bendeniz bu departmana ders aralarında çeşitli rollerde hizmet verdim. Oda servisi, kantin görevlisi gibi. 

2) Berber Salonu:

Oğlum AVM’nin bu kısmında müşterim olmadı. “Küçükken kestiğin saçlarımdan dolayı mantar kafa gibi görünmüşüm hep. Artık saçlarımı mahvetmene izin veremem” dedi. Haspam! Çok bayılmıştım sanki senin saçını kesmeye. Unuttun tabii kuaförün koltuğuna oturmamak için avazın çıktığı kadar bağırdığını, “sen kes” diye ortalığı yıktığını. Oğlum gelmedi ama kocam “Nasıl olsa üçe vurulacak bir saç ne kadar kötü olabilir ki” düşüncesiyle tıpış tıpış geldi. Amazon ormanına dönmüş saçlarını bir saatte ancak budadım. Sonuç ne mi oldu? “Çok güzel oldu valla. Bir daha berbere gitmem, sen kesersin değil mi?” dedi Bey. Velhasıl kelam bana siyah önlüğümü takıp BERBER olmak düştü.

2) Restoran: 

Hani tamam yemek yapıyoruz da öyle meşakkatli ve değişik yemekleri haftada bir yapardık. Ha bu dönem moralleri yüksek tutalım, dışarı çıkamamanın stresini azaltalım diye beş yıldızlı restoran kalitesi sundum. Valla. Dışarıya gidemeyince dışarı dünya bize geldi. Gün gün Türk ve dünya mutfaklarından örneklerle restoran bölümü hizmet verdi akşam yemeklerinde. Sonuç ne mi oldu? “Dışarıda yemek yemeyi hiç özlemedim, bu yaptıkların muhteşem” dedi Bey. Utanmazsa Mozambik mutfağından da birkaç deneme isteyecek o kıvamda.Böylece bana mutfak önlüğünü takıp ŞEF olmak düştü.

3) Unlu Mamuller ve Pastane: 

Yazının Devamını Oku

Kardeş kıskançlığına en tatlı çözüm

4 Haziran 2020
Vallahi hiç hatırlamıyorum. Kardeşim doğunca onu kıskanıp kıskanmadığımı. Yok yok eminim. Kıskanmadım. Ellerinde rüşvetleriyle gelmişlerdi galiba ondan. Kardeş kıskançlığına en tatlı çözümle.

Anneannemin evindelerdi o akşam. Herkes. Annem, babam, teyzelerim, dayılarım… Herkes mutluydu, gülüşüyorlardı. Bir bayram havası ama bayram değil. Üç yaşımdaydım, kesindi. Çünkü onunla aramda dört yaş olan kardeşim sekiz ay kadar sonra gelecekti. Bu kalabalık da onun gelişine beni hazırlamak içindi.  

Odaya girdiğimde, annem ve teyzelerimin benim küçüklük turuncu yün battaniyeme sarılı bir bebeği, “aman da aman” diye pışpışlayarak havaya atıp tuttuklarını gördüm. Herkes onunla ilgileniyordu. Ara ara da bana bakıyorlardı. Ne hissettiğimi hatırlıyorum. Hiçbir şey. Anlamamıştım çünkü. Kimin nesiydi bu bebek? Niye benim battaniyeme sarılıydı? Sonra annem kucağına aldı bebeği. “Kardeşin olsun mu? Senin için gelecek istersen” gibilerden bir şeyler dedi. Yine alık ve cevapsız baktığımı hatırlıyorum.

Annem ikinci bebeği bekliyordu ve benim bu yeni bebeği nasıl karşılayacağımı, ona nasıl tepki göstereceğimi merak ettikleri için alıştırma yapıyorlardı. Yani benim battaniyemin içindeki bir bebek değil küçük bir yastıktı. Şimdilik.

“Elif, kardeşin olsa ne yapardın? Sever miydin? Onunla istediğin gibi oynarsın. Abla olunca ne güzel olur” tarzı cümleler duyuyordum. Cevap vermiyordum. Şoktaydım belki. Sanırım bu sessizliğim olayı anlamamış olmama değil kıskançlığa yorulmuştu. Öyle olmalı ki devamlı bir ilgi gösteriliyordu bana. Kocaman kalabalık ailenin ilk torunuydum. Kuzenlerim Banu ve Fehmi daha yeni doğmuşlardı. Daha onlarla oynanmıyordu. Ortalıkta hanedanın gözdesi olarak dolanan sadece bendim. İlgi zaten bendeydi. Ama bu akşam daha da bir abartılmıştı. 

Bu yastık bebek hikayesi yedi sekiz ay sonra bir mart öğleninde gerçek oldu. Serap doğdu. Oysa ben annemi şişmanlamış zannetmiştim meğer orada yastık saklıyormuş. Henüz bebeği görmemiştim ama çok da meraklı değildim sanki. Heyecanlı olduğumu hatırlamıyorum. Onu ve annemi henüz görmeye odaya girmemiştim. Misafir odasında bekliyordum. O sıra babam geldi. Elinde kocaman bir kese kağıdından torba vardı.

“Elif bak. Kardeşin getirmiş bu paketi sana. Bak bakalım ne getirmiş” dedi. 

Yırtarcasına açtığım torbanın içinde neler yoktu ki? Çikolatalı krema kavanozu, çeşit çeşit çikolatalar, bisküvi ve renkli lokumlar. Cennette gibiydim. Niye sevmeyeyim ki ben bu yeni gelen kardeşi? Yalnız bunları nereden aldı? Annemin karnına nasıl girdi bu koca paket? Bunları düşünerek ama yalanarak çikolatalı kremayı kaşıklamaya başlamıştım bile.

Yeni kız kardeş devamlı uyuyordu. Yani oynayamıyordum, paylaşamıyordum ama onu kabul etmiştim bence. Niye etmeyeyim? Hala ekmeğini yiyordum. Lokumları… Keşke çikolatadan daha fazla getirmiş olsaydı. Onların hepsi bitmişti de. Neyse olsun. Hazinem bitene kadar ben bu bebeğe alışmıştım.

Yazının Devamını Oku

Canım kaynana vahım kaynana

16 Mayıs 2020
Efendim, bu ve sonraki hafta modası geçmeyen bir konuyu işlemek isterim izninizle. Gelin-kaynana davasını. Bu hafta gelinlerden yanayım. Haftaya da kaynanaları tutacağım, bilginize.

Kreşte Ali ve Ayşe evcilik oynuyorlar. Ayşe bıcır bıcır konuşuyor. Yapılacakları söylüyor. Ali de güçlü kollarıyla Ayşe’nin istediği minder, kova, mutfak setini falan taşıyor. Ayşe, bir yandan evcilik alanını kurarken bir yandan da Ali’yi şimdi ne yapacağı konusunda yönlendiriyor. Hatta bu oyunda Ali’nin rol icabı neler söyleyeceğine kadar Ayşe karar veriyor. Peki Ali bu durumdan bunalmış mı? Ayşe’nin bitmek tükenmek bilmeyen konuşmasından, isteklerinden yani. Yok canım. Ali, tam ve net olarak söylenen her şeyi yapmaktan memnun. Yeter ki Ayşe onunla oynasın.

Oğlum ve arkadaşı Hasan Mete, anaokulundayken, yaklaşık bir ay Gökçe’nin köpeği rolünde, onun kurduğu evin önünde havladılar yahu. Gökçe ne dediyse, onların ne olması ve yapması gerektiğine karar verdiyse onu yaptılar. O kadar yani. Evin baba ya da çocuğu rolüne çıkmaları bir ayın sonunu buldu. Gariplerim hiç de şikayetçi değillerdi. Üst role geçtiklerine de durum değişmedi. Nereye yönlendirildiyseler oraya gittiler. 

Ha şimdi hal böyle olunca, yani kadınların erkekleri idare etme yetisini hem kendinden bilen hem de çocukları gözlemleyerek öğrenen erkek analarının en büyük korkularından biri, “oğlum evlendiği kadının elinde oyuncak olur mu?” oluyor.  “Ah ah kıyamadığım oğluma bu kız temizlik bile yaptırır. Bak bak oğluma bak, evdeyken yatağını toplamazdı, tabağını bile ben kaldırırdım. Şimdi arı gibi çalışıyor. Parmağında döndürüyor gelin” türü şikayetleri duymayanınız var mı?

Gözlemlerime göre dört ana başlıkta toplanan kaynana tipi var. Daha alt başlıklar da olabilir de bunlar benim en çok karşıma çıkanlar.

1) Gerçekten sevecen biri olup, oğlu hangi kadınla mutluysa onu bağrına basanlar

2) Oğlunu başka bir kadının himayesine verdiği için alaşağı olmuş, duygularını kontrol edemeyip sevilmeyeceğine aldırmadan laf sokuşturan ve gelinini asla sevmeyenler

3) Oğlunu başka bir kadının himayesine vermesine ve içinin yangısı sönmese de gelinini severmiş gibi görünüp, duygularını kontrol ederek politik davrananlar

4) Ne oğlunun evlenmesini ne de yeni gelinin nasıl olduğunu umursayan, “kendi evlerinde mutlu olsunlar yeter, beni sevdiği kadar ben de gelinimi severim, çok da önemli değil” diyenler.

Yazının Devamını Oku

Atımı getirin bana

9 Mayıs 2020
En sevdiğim hayvan hep at oldu. Elizabeth Taylor’un “Yarış Aşkı” filmindeki rolü benim olsaydı ne güzel olurdu mesela. He öyle hiç ata bindim mi, rolü üstlenebilir miydim? Yok. Ama olsun. Hayal benim kim ne karışır? Sonra başka bir film “Siyah İnci”…  “Benim de pırıl pırıl parlayan siyah bir İngiliz atım olsa en mutlusu ben olurdum çocukların” diye düşünmeden edemezdim. Dağ bayır rüzgar gibi uçardım diye.

He şimdiden dipnot vereyim, bir İngiliz atım olmadı ama İngiliz kocam oldu. Asil, uyumlu ve büyük beyaz dişleriyle tam bir safkan. Böylesi iyi oldu. Bakımı daha ucuz ve kolay hem.

Sanırım bu iki filmin etkisi çok olmuştur. At sporlarına ve biniciliğe olan tutkum canım. Ve ben bu binicilik tutkusunu ilkokul esnasında epey bir gerçekleştirdim. Valla.

****

Okulun bahçesinden yalnız giriyorum. İlkokulun ilk günü olmasına rağmen kendi başıma gelmişim. Korkmama gerek yok. Zaten bildiğim yol bildiğim mekan. Geçen yıldan beri ara ara buraya gelip etrafında dolaşıyorum zaten. “Okula gideceğim, bir yıl daha beklemek istemiyorum. Balinler marka önlük de istiyorum diye tutturup yaygarayı bastığım için bir önlük ve çanta aldırmayı başarmış, derslere giremesem de her gün önlüğümü giyip okul yolunda volta atmışlığım çok. Niye korkayım? Zaten istesem de kim götürecek beni okula? Anam babam kendi öğrencilerinin başında. 

Evet, nihayet figüranlık dönemim bitmiş.  Artık gerçek öğrencilik yıllarım başlıyor. Sevinçliyiz hepimiz yaşasın okulumuz diye şarkı söyleyebilirim…

Bana o zaman dünyanın en büyük binası gibi gelen kocaman okulumuzun on yedi basamağına ve basamakların sonundaki kocaman gri kapıya heyecanla bakıyorum.  

Okul müdürü Necmi Usta’nın konuşması ve İstiklal Marşı’nın ardından mini mini birler olarak Yener ve Emin öğretmeleri takip edip basamaklardan çıkıyor ve üst kattaki sınıfımıza giriyoruz.

Öğretmenlerimiz sınıfların yarın ayrılacağını söylüyor. Bugün beraber oturacakmışız, tanışacakmışız. Aslında sınıfta tanıdığım Yasemin var mesela. Onunla zaten doğuştan arkadaşız. O ve dayısının kızı Fatoş’la oturmayı hayal ederken erkeklerin arasına kızlar olarak serpiştiriliyoruz ki konuşmayıp sessiz duralım. Kızlarla oğlanlar birbirleri için öcüdür ya o zamanlar. Gürültü olamayacağını düşünüyorlar.  

Yazının Devamını Oku

Oğlumun geleceğine mektup

1 Mayıs 2020
Sevgili oğlum,<br>Bu mektubu senin yirmi üç yaşına yazıyorum. Oldu ki unutursan bugünlerde olanları ve oldu ki benzeri şeylere maruz kalırsa dünya, sen hatırla diye.

Bundan 10 yıl önce 2020’nin Ocak aylarından itibaren bütün dünyayı bir virüs etkisi altına aldı. COVID-19 dediler adına. Hiçbir virüse benzemiyordu. Birçok kişiyi bu hayattan sildi süpürdü, binlerce kişiyi hastanelere tıktı. “Ne kadar az dışarıda olursanız bu illetin yayılma süresi o kadar yavaşlar” dediler.

Hepimiz evlerimizde kaldık aylarca. Zorunlu olmadıkça çıkmadık. Kurallara uymayanlar çok oldu elbette ama çoğumuz bilim ne derse onu yaptık. Gece gündüz demeyen doktorlar ve diğer sağlık çalışanları evlerine bile gidemiyorlardı hastaları iyileştirmeye çalışmaktan. Biz onlara teşekkür edebilmek için zaten evde kalmalıydık.

Hatırlar mısın oğlum okullar aylarca kapalı kaldı. İlk önce okul bitti diye, tatil olacak bir daha da açılmayacak diye seviniverdin. Dedim ya sadece on üç yaşındaydın, bilmiyordun o öğrencilik yıllarının ve okulda geçirdiğin günlerin hayatının en güzel yılları olduğunu…

Okullar tatil olmadı elbette. Uzaktan eğitimle öğretmenleriniz bilgisayarlarının başından sizlere seslendiler. Ders verdiler, ödev verip o ödevleri takip ettiler.

Ergenliğin seni dönüştürdüğü bir kurt gibiydin. Ders aralarını iple çekiyordun ki bir şeyler yiyesin. Saat başı ya da en fazla iki saatte bir, koca bir aslana et yetiştirmeye çalışan antilop gibi koşturup duruyordum. Beni yemediğine şükrediyordum.

Yalnız ben mi? Değil. Bütün ergen anaları aynı şeyden bahsediyordu. “Ay çatladım, ay ne yapacağımı şaşırdım, doymak bilmiyor” diyen annelerle konuştuklarımı duydukça suratını asıyordun niye söylüyorum diye.  

Psikolojik deneyler yaşadık adeta o dönemde. Hayatları evlere sığdırmaya çalıştık. Aman ne yeni Cem Yılmaz’lar çıktı pencereler ardında ne danslar ne konserler gördük ve duyduk yeteneğini içinde tutsak etmiş olanlardan. Bu virüs içimizdeki cevherleri çıkardı adeta.

Çeşitli dansları öğrendik mesela. Örneğin baban muhteşem Kızılderili dansı yapmaya başladı. Orayı sildim basma, bastın mı yoksa şu tarafa atla, o terliği çıkarıp geçmen lazımdı, ya şimdi virüs oraya bulaştıysa off, sola bas, parmak ucunda atla.  Aman ceylan gibi sekmeyi öğrendi baban. Bir kıvraklık anlatamam. Duydum ki bayağı bir baba bu dansı öğrenmiş.

Yazının Devamını Oku

Babamın beyaz yalanları

18 Mart 2019
Annemden çok babam düşkündü değişikliğe, değişik kıyafetler almaya falan. Alışverişi severdi bizler için. Ya ikisinin ya da tek babamın benim için aldıkları şeyleri beğenir miydim? Çoğu zaman hayır.

Annemden çok babam düşkündü değişikliğe, değişik kıyafetler almaya falan. Alışverişi severdi bizler için. Ya ikisinin ya da tek babamın benim için aldıkları şeyleri beğenir miydim? Çoğu zaman hayır.

Henüz okula gitmiyorum. En fazla beş buçuk altı yaşındayım. Bir gün, görünüşü hantal ama çok rahat bir çift yazlık ayakkabı ile geldi babam. Annem burun kıvırdı “Bunları da nereden buldun” diye. Evimizin yanındaki otelde konaklayan ve arabasının bagajındaki Alman mallarını satan adamdan almıştı. Babam onları ayağıma geçirmemi istedi. Erkek çocuğu ayakkabısı gibiydi. Hiç de sevmemiştim ama yine de denedim. Rahattı hem de çok, lakin boldu. O yüzden, ertesi gün Alman plakalı arabasının bagajını açmış diğer mallarını satan adama iade ettik onları. O arabanın arkasında elindeki trampeti çalan tavşan, havlayarak ilerleyen ve beş adım attıktan sonra takla atan oyuncak köpek çok daha ilgimi çekmişti ama bir şey demedim.

Babamla annem, aradan birkaç ay geçtikten sonra, satın aldıkları bir elbise ile çıktılar karşıma. Bayramlık elbisemmiş. O da ne?

Sonbahar sarısı bir renkte elbise. Renk berbat. Model de güzel değil bence. Rengini geçtim kolları da ne öyle? Dirseğe kadar gelen kollar yaprak kesimli. Kollarından yaprak çıkan elbise beni ağaç, dolayısıyla odun yapmaz mı?

“Giymem ben bunu beğenmedim”

Babam: “Aaa kızım. Bu en son moda elbise. Senden başka kimsede yok. Ne kadar farklı bak. İçinde harika görüneceksin. Soranlara moda dersin.”

Yazının Devamını Oku

Çocukluğumun dalları

10 Eylül 2018
Dut kokusunu severim ben. Çünkü o koku benim tek basamaklı yaşlarımın aromasıdır.

Babaannemin kocaman bahçesinin içindeki dut ağacıdır benim çocukluğum. Biri ağaca çıkar, dalları sertçe sallar ve yağmur yağdırırdı. Dut yağmuru… Ağacın altına serilen sergene patır patır düşen bu yağmurlar altındadır o çocukluğum.

Sonra, kendi bahçelerindeki ağacın dutlarını, köşedeki odun ateşine oturtulmuş kocaman kara tavada kaynatan Ayşe ve Fatma Ninelerimin pekmezine bulanarak devam eder bu çocukluk. O simsiyah pekmezin konulduğu küplerin tarafına koşar, yeşil mutfak kapısından geçiverir ve kahverengi testinin kapağından içeri dalar parmakları çocukluğumun… 

Dut kokusunu severim ben. Çünkü o koku benim tek basamaklı yaşlarımın aromasıdır. 

Evimizin karşısında, bana uçsuz bucaksız gelen Dursine Yenge’nin yemyeşil bahçesindeki dut ağacıdır sonra çocukluğum… Daha okula gitmezken, kah anneannemin kah babaannemin bahçeleri arasında oynamaktan bunalıp, başka bahçelerde aylak aylak dolaşıp ilginç bir şeyleri bulma merakıyla daldığım yerlerden biri orası. O da ne? Bu bahçede bir de karadut ağacı var. Ama dallarına uzanacak boyum yok… Kırmızı ve kuzu büyüklüğündeki karadutlar… Yere düşeni bile ağzıma atmaya çoktan razı olsam da henüz karalığa erişmemiş, henüz tam düşme kıvamına gelmemişler ki. Onlar ulaşması güç hayallerin simgesi… Bulduğunla yetinmenin, elindekinin kıymetini bilmenin simgesi… Yine beyaz duta dönüş hikayesi…

Erik… Can erik, canım erik… İsterse dünyanın en pahalı eriği olsun, hiçbiri, benim komşu bahçelerden aşırdıklarımın tadını vermez. Benim için en güzeli, ağacın dalından kopardığım, sahibi görmeden kaçıp, çocuk gördüğünde cırlayacak olan Fatma Cicianne’nin evini çevreleyen briket duvarın kuytusunda, yıkamaya bile gerek duymadan yediğindir. Suyunu eme eme bitirdiğin çekirdeği, yeniden ağaç olsun diye, ağzınla uzaklara puh diye fırlattığındır. Latife Teyze’nin henüz olgunlaşmadığı için toplamamıza izin vermediği karaca eriklere ne demeli? Henüz yeşilken, gizlice koparıp, cebimdeki kağıda koyup getirdiğim bir parça tuza banıp banıp yediklerim hani… Erik çocukluğumun hırsız köşesidir benim. Ne zaman bir erik ağacı görsem hırsız olurum ben. 

Elmayı çok sevmedim hiç. Belki de o yüzden harcamaya kıydığım cephanem o oldu hep. En çok elma ağacı sık sık evcilik oynadığımız Şule’lerin bahçesindeydi. O bahçede başka neler yoktu ki? Ayva, kiraz, armut… Ama en çok elma. Olgunlaşmamış elmayı yemeyi severdim. Tatlı elma benim tadıma acıydı. Şule’nin bahçesinde evcilik oynadığımız bir öğlen sonrasıydı… Aysel ile kavga ediyorduk. Beni itip oradan uzaklaşan Aysel’i durdurmanın yolu ilk uzandığım daldan kopardığım al elmaydı. Çöp gibi bir şeydim ama kuvvetim deliydi. Fırlattım ona doğru. Kızın kafasına isabet eden elma, ilk o gün ve ondan sonra da çok güneşli günlerde arkadaşımın hep burnunun kanamasına sebep oldu. Elma benim kanayan yaramdı. Neyse ki Aysel bir elmanın aramıza girmesine izin vermedi. Farklı takımlarını tuttuğumuz bir yarışmayı izlerken benim yaptığım gövde gösterisine kızdığı bir an ağzımın ortasına bir dirsek darbesi oturtup dişlerimi kanatınca, “Şimdi ödeştik işte” dedi. Kan davamız bitmişti.

Yazının Devamını Oku