Elif Ebru Wibrew

Dallas'taki komşu çiftlik: Dallama's

23 Mart 2016
Kıskanç, ikiyüzlü, riyakâr komşuların, bir öyle bir böyle tavırlarından yakınmadınız mı hiç?

Yok mu? Mutlaka rastlamışsınızdır. Size denk düşmemişse bile bir yakınınıza çatmıştır, ondan dinlemişsinizdir benzer hikâyeler.

Kıskanç, ikiyüzlü, riyakâr komşuların, bir öyle bir böyle tavırlarından yakınmadınız mı hiç? Sana yana yakıla anlattığı ve kötülediği kişilerle, ertesi gün al gülüm ver gülümlü zaman geçirip ağzınızı açık bıraktıran olmadı mı? Ya da arkadaşınmış gibi görünüp, aslında seni öylesine kem gözle süzen, ne yaptığını, ne aldığını takıp etmek için yanından ayrılmayıp, fikirlerinle ve yeniliklerinle beslenip, sonra o görüp öğrendikleriyle, etrafındaki diğer kimselere hava basan tipler görmediniz mi?

En özel, en “her şeyde en iyi benim”i destur edinmiş, kendi mutsuzluğundan dolayı sizin mutluluğunuzdan rahatsız olan tiplerin gazabına uğramadınız mı? Ortak bulundukları toplum içinde akılca, kariyerce, yetenekçe ya da maddi manevi kendinden bir tık bile üstte olanların, yalan yanlış dedikodusunu yapıp zehir saçan tehlikeli sosyal tiplere çatan parmak kaldırsın.

Valla ben gördüm. Kendi gözlerimle. Bizzat şahit de oldum. Yerli yersiz dedikoduların içinde de kalmışlığım oldu, yerli yersiz dedikodu anlatılıp kafası mengeneye sıkıştırılmış hale getirilen de. Yukarıdaki paragrafta örnek verdiğim maddelerin hepsinin bir kişide toplandığını gördüğümde ise pes bile dedim yani.

Seksenlerin dizilerinden DALLAS’ı kim hatırlamaz? Kötü yürekli, tilki bakışlı Ceyar (J.R) ile kafası bir dünya karısı Sue Ellen’ı, Yuving (Ewing) çiftliğinin tam karşısına düşen kendi çiftliğimizde gördük biz. Önce dost dedik aramıza aldık. Aradan altı ay geçmeden ortalığı nasıl birbirine kattıklarını görerek dilimizi yuttuk yemin billâh. Bu çiftlikteki Bobi (Bobby)nin Pamela rolü üstüme kaldı yeminle. Dallas dizisini aratmayacak entrikaları göreceğimiz bu karşı çiftlik, içindeki dallamalardan dolayı DALLAMA’S olarak isim aldı.

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, ne pirenin ne de sivrisineğin uğramadığı bu butik çiftlik küçük bir Ege kasabası gibiydi. Ne güzeldi komşular ve ne güzeldi özellikle de bahar ve yaz ayları. Çiftliğin yöneticisi Jack, çok tatlı, sanatsever, iyilik meleği gibi bir adamdı. En yakın arkadaşı bizim de çok sevdiğimiz Klif Barns (Cliff Barnes) ve eşi Kristin de kendi hallerinde güzel bir çitti. Zararsızdılar. Jack’le de çok iyi ve eski dosttular. Diğer sakinler de yukarıda bahsettiğim tüm diğer isimlere ayak uydururlar, kahkahaların eksik olmadığı saatler geçirilir, şarkılar söylenir, yaz sinemaları izlenirdi havuz başına sıralanan şezlonglara yaslanılıp.

Günün birinde çiftliğe başrol oyuncusu Ceyar geldi. Cırt yeşil gözlerini devirerek, “ben bu çiftliğin yeni sahibiyim” edasıyla, koltuğuna oturur oturmaz reform hareketlerine başlayıverdi. Önceleri diğer sakinler, onun çiftliğin iyiliği için orayı burayı kurcaladığını, bir iki tamirat yaparak imar ve bayındırlık işlerine el attığını düşünseler de, her bir yaptığı öylesine detaylar için vergiden düştüğünü Şerif Taytıs’ın (Titus) göreve başlamasıyla anlamıştık. (Şerif Taytıs’ı, Flamingo Yolu dizisinden DALLAMAS’a tayin ettim bu arada) 

Yazının Devamını Oku

Çiğdemlerin yıldızlı izdüşümü

24 Şubat 2016
Zarfından çıkardığım kartın üzerinde üç çocuk figürü resmedilmişti. Saçları omuz hizasında yuvarlak kesimli bir kız, öbür tarafta uzun dalgalı saçlı başka bir kız ve ortalarında sarı saçlı bir erkek çocuğu.

Onu üniversitedeki son yaz ayının kazısında tanıdım. Kazıya yeni katılan iki arkadaştan biriydi. Kocaman ve çekik gözleri vardı. Işıl ışıl. Japonlara benziyordu aynı. Hatta Ankara’da denk düştüğü bir Japon onu Japonca selamlamıştı kendi memleketlisi zannedip. Zaten sakin de bir yaradılışı olduğundan biz de onu öyle görüyorduk. Bir süre sonra onu ÇİÇİ-SAN olarak çağırmaya başlamıştık. ÇİĞDEM, o yıl dost kapımı çalan ve onun dost kapısını sık sık çalmama izin veren, şeffaf duyguları kalpten kalbe resmettiğim yıldız komşum olmuştu.

Benim heyecanlı yapımın tersine Çiğdem’in karakteri sakindi. Ama onun arkeolojideki heyecanının sınırı yoktu. Hemen anlamıştım. Belki bu iş sahası çok kısıtlı olan mesleğe gönül verecek olanlar varsa işte onlardan biri kesinlikle Çiçisan olacaktı.

Sabahları kazı alanındaki çalışmamıza başlamadan önce, o gün nöbetçi olan iki öğrenci erkenden kalkıp kahvaltıyı hazırlar sonra diğerlerini uyandırırdı. Muzırdım ben. Aklım sadece maceraya çalışıyordu. Zaten arkeoloji okumaya da Indiana Jones filmlerindeki macera sahnelerinden sonra karar vermiştim. Tabii burada gömülü hazinelerin olduğu tropikal ormanlar ve korsanlar falan olmadığından maceralarımın genetiği değişikti.

“Yürü Ataner. Şu su kabını sıkıca tut” diyerek nöbetçi olduğum günlerde zavallı Ataner'i peşimden sürükler, tuttuğu kaptan şırıngaya su doldurup odalara girer ve uzaktan su fışkırtarak milleti uyandırırdım. Kimse benim nöbetçi olduğum zamanda uyandırılmak istemiyordu tabii. Kapıyı kilitleseler, akşamdan kilidini açtığım camdan giriyordum. Şımarıklığım dibe vurmuştu ama bunlar benim için çakma Indiana Jones maceralarıydı. Alıkoyamıyordum.

Erhan’ın beni odadan kovmak için olanca hızıyla fırlattığı terliği, ben eğildiğim için henüz şırınga sırası gelmemiş Baki’nin kafasına isabet edince anında toz olmuşluğum da var, Tayyar’ın “Ebru git başımdan, seni gördükçe sinirlerim zıplıyor. Bir şey yapmasan bile otomatik sinirleniyorum. Sabahları gözüme gözükme” demesine rağmen heykel gibi hala dikilmişliğim de.

Oysa Çiğdem nöbetçi olduğunda, sakin sakin bir hemşire Florence Nightingale edasıyla odaya girer, herkesin yatağına usulca yaklaşır, gaipten gelen sesiyle arkadaşlarının başlarını okşayarak ya da omuzlarına melek konmuş gibi usulca sallayarak uyandırırdı. Güne sakince, güzel bir şarkı eşliğinde başlar gibi uyanan insanlar da itiraz etmeden kalkarlardı.

Kahvaltı sonrası kazı alanına gider çalışmaya başlardık. Çiğdem ve ben bir Roma dönemi duvarını ortaya çıkarmaya çalışıyorduk. Sonra Alman Arkeoloji Enstitüsü’nden Dr. Frank gelince, onun tez çalışmaları için fotoğraf çalışmalarına yardım için görevlendirildik. Frank Türkçe biliyordu. Ama Çiğdem onunla İngilizce de konuşurdu. Ve hatta Çiğdem’in İtalyancası da vardı. Çünkü babasının işi dolayısıyla ilkokulu İtalya’da okumuştu ve dili unutmamak için evde çalışmaya devam ediyordu. Bir gün kazıya İtalyanlar gelince Çiçisan onlara ne güzel de şakımıştı. Hayran hayran ve alık alık dinleyip dilsizliğime lanet etsem de, kendime gelip bu eksik tarafımı yamamaya karar verdim.

Akşam yemeği hep bir eğlenceli geçerdi kazıda. Yemek bitince, “hadi bakalım başlayın” deyince Coşkun hoca, başımızın üstündeki ayın eşliğinde şarkılara başlar, Kalamış’tan bir tatlı huzur alır, Heybeli’de mehtaba çıkar, lepiska saçlı Çerkez kızlarını överdik. Buram buram yayılırdı sessimiz köyün sessizliğine. Gülpınar’da yıldızlar bir başka parlardı. Yemekten sonra, okulun sarı boyalı duvarına yaslanır hem bu yıldızları hem de aşağıda oynaşan teknelerin turuncu ışıklarına seyre dalardık Çiçisanla. Çiğdemlerin yıldızlı izdüşümüydü benim için o.

Yazının Devamını Oku

Heykel baba Coşkun Özgünel

3 Şubat 2016
Coşkun Hoca genelde lokum kıvamında. Ama bazı haller oluyor ki hocanın sesi Olimpos’un baş tanrısı Zeus gibi kükrüyor.

Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nde yavaş yavaş dersler başlıyor. Her dersle birlikte hocalarımızla ve konularımızla tanışıyoruz.

Arkaik Dönem Heykel dersi için üzerinde haki yeşili fitilli kadife pantolonu ve ona takım ceketiyle sınıfa Prof. Coşkun ÖZGÜNEL giriyor.

Biraz sertçe. Gözlüklerinin üzerinden önce hepimizi bir süzüyor. Kendini tanıtıp bizlerin isimlerini ve neden bu bölüme girdiğini öğrenmek istiyor.

“Bakalım kaçınız kalacak bu bölümde” diyerek ilk dersine başlıyor.

Coşkun Hoca ayrıca Antik dönem seramik derslerine de giriyor. Ders esnasında inanılmaz disiplinli, katı ve mesafeli olan bu hoca, ders dışında ona danışmaya gittiğimizde bir şeker kral. Ama o şeker yine de sert. Dünya tatlısı, acayip esprili, sivri zekâsından fırlayan sivri esprileri ile öğrencilerinin gönlüne taht kurmuş bir arkadaş hoca olsa da yanında saygıyla yine de titremen geçmiyor.

Arkeoloji okuyan her öğrenci gibi ben de yazları kazı programına katılmak için ismimi yazdırıyorum. İlk yıl İzmir’de yaptığım kazı, ikinci senemde Coşkun Hocanın kazısı oluyor. Çanakkale Gülpınar’daki Apollon Smintheus kazısına giden ekip içinde yerimi alıyorum. Ekip birbirini önceden tanıdığı için ben biraz eğreti duruyorum gibi. Eski grubumu mu özlüyorum ne? Sanki buradaki gruba dahil edilemeyecekmişim gibi bir his var. Ama öyle olmuyor. Aradan birkaç gün geçtikten sonra, burada da inanılmaz güzel vakit geçirmeye başlıyoruz. Sabahın beş buçuğunda kalkmak hiç koymuyor. Güle eğlene güne başlıyoruz. Saat ikiye kadar kazı alanında çalıştıktan sonra, yedi cücelerin madenden dönüşü gibi toz toprak çamur içinde yürüyoruz Gülpınar köyünün içinden. Yine güle oynaya.

Yemekten sonra biraz laboratuar çalışması yapıp akşam, denizi tepeden gören okul bahçesinde milyonlarca yıldızın altında sohbetler şarkılar türkülerle meşk ediyoruz.

Yazının Devamını Oku

Gülümsetmek güzeldir

20 Ocak 2016
Çok mu zordur arkadaşım birbirini tanımasan bile gülümsemek? Birbirine bir tebessümle selam vermek? Bir bekleme salonuna girdiğinde şöyle cümleten bir günaydın demek?

Dört buçuk yıl önceydi. Eşim iş, ben de gezmek için Los Angeles yollarına düşmüştük. Yolculuk esnasında elbet yemek veriliyor ama servis başlayana kadar ya da sonrasında, olur da dört yaşındaki çocuğum acıkır, bir şeyler kemirmek ister diye, el çantama bir paket fındık, bir adet de muz koymuştum. Netice de minik bir çocukla seyahat eden her annenin kesesinde olur öyle. Bu düşüncenin memleketi mi olur? Her ülkenin anası için durum aynıdır. Bu nedenledir ki “el bagajlarınızda yiyecek olmamalı” uyarısının annelerin bebeleri için zulaladıkları bir iki kuru gıda için geçerli olmadığını düşündüm.

Kendimi kandırmışım ama polis köpeklerini kandıramadım. Pasaport kontroldeki uzun kuyrukta beklerken, teker teker koklatıldığımız bir kuçu kuçu” hav hav” diyerek bizi polise şikayet etti. “Aha da bunun çantasında mama var” dedi. Kuçuyu tutan polis sordu:

-Hanımefendi çantanızda yiyecek mi var?

“Var ama yiyecek sayılmaz. Çocuk için muz ve..” diyecek oldum ama sonunu getiremedim. Detaylı arama damgası vurulan bir kağıtla birlikte, “pasaport kontrolden sonra sağdaki kuyruğa geçeceksiniz” denildi.

Sen misin sabin için bir adet Anamur muzu taşıyan? Hem muzu hem de fındığımı elimden aldılar. Uyanınca mama diyecek oğluma verecek bir şeyim yok, üstüne, ucu Kaf dağına kadar uzanan kuyrukta kim bilir ne kadar bekleyeceğiz? Kuyruğun sadece on iki sırasını sayabildim. Diğerleri görüş açıma girmedi. Burada bütün valizlerimiz detaylı kontrol edilecekmiş. Çantamdan Anamur çıkmasaydı vıjıkk diye geçebilecekken, yaklaşık iki saat bekleyeceğimiz sağ cenapta buluverdik kendimizi.

Oflamalı puflamalı bekleyiş başladı. Tek sansımız oğlanın pusetinde uyuyor olmasıydı. Olur da kalkarsa, mırın kırın ederse, onu susturacak bir besin kaynağımız yoktu. Onun telaşı içindeydim.

Sırada, öyle sıkıntıdan bunalmış şekilde aheste aheste ilerlerken, hemen arkamdan gelen bir tartışma sesiyle irkildim. Yüksek sesle olmasa da yine de duyulabilir şekilde, bir adam yanındaki kişiye çıkışıyordu. İnce sesiyle bir kız sesi cevap vermeye çalışınca, adam sert bir şekilde çenesini kapatmasını söyledi ona. İşin benim için ayrıca rahatsız edici yanı ise bu tartışmada kullanılan lisanın benim lisanım Türkçe olmasıydı.

Aradan bir beş dakika geçince, göz ucuyla arkama bakabildim. Hokka burunlu, kısacık saçlı, çıtı pıtı, narin bir genç kadın ve biraz önceki kaba davranışın asla ondan çıkacağını düşündürmeyen, model gibi genç adam birbirlerinden bir omuz boyu uzak başka taraflara bakar biçimde durmaktaydılar. Kızın gözleri nemli, gencin kaşları çatıktı. Ya sevgiliydiler ya da evli.

Yazının Devamını Oku

Sana 5 yaşından beri söylüyorum

6 Ocak 2016
Çocuğun "ezelden beri" ya da “" kadar uzun zamandan beri" demek istediği şeyler için kullandığı terim bu.

Bugünlerde, sesinin tiz haliyle, oğlumun bana karşı kullandığı bir cümle var:

“Sana beş yaşından beri söylüyorum, ama yapmıyorsun!”

Çocuğun, “ezelden beri” ya da “o kadar uzun zamandan beri” demek istediği şeyler için kullandığı terim bu. Geçtiğimiz iki hafta içinde bayağı bir olay içinde kullandı kendileri. Ben de bu olayları hele bir yazayım dedim.

Efendim, ben küçükken annemin beni banyo yaptırmasını hiç sevmezdim. Kendimi atölyeci Nuri amcanın kalasları gibi hissederdim. O, nasıl odunları işliyorduysa, annem de bizi öyle zımparalardı. Kese atardı yani. Annem beni keseledikçe zayıfladığımı düşünürdüm. Zaten cılızlığımla ünlüydüm, herkesin dilindeydim, üstüne keseyle deri yitirdikçe, bir kat daha soyulduğum için daha da cılızlaşıyormuşum gibi gelirdi. Annemin keseleri can acısından çok katman kaybıydı benim için yani. Oysa babam ya da halamın banyoları oh ne de keyifliydi. Birkaç kere sabunlayıp çıkartıyorlardı. Annemin banyolarından haşlanmış pancar, babamın banyolarından pembe gül renginde çıkardık.
Bu nedenledir ki oğlumun banyolarında çok dikkatli davranmaya çalıştım. Canını az ya da hiç acıtmamaya dikkat etsem de, birkaç kere yırtmışlığım oldu sabiyi. “Anne tırnaklarını kes” demesine rağmen çocuk, tırnaklarımı dipten tomurmaya hiç niyetim olmadı.

Geçen haftaki bir banyo festivalinde yine bir tırmık vakasına tırnak bastığım için azarı işitiverdim.

-Yırttın ya yırttın. Offf… Niye hala kesmedin tırnaklarını? Sana beş yaşımdan beri söylüyorum, yapmıyorsun!

***

Yazının Devamını Oku

Karaca ve Sihirli Orman

16 Aralık 2015
Ve oğlum ilk kez bir kitabı soru sormadan, ilgiyle okuyup sonunda da "aslında güzelmiş" dedi.

Oğlumun zevk alarak okuyacağı kitap bulmakta ne kadar zorlanıyorum anlatamam. Hani kendileri okumayı pek bir sevmedikleri için zaten kusur düzmeyi çok severler. Yok, bu sıkıcı, olmaz bu bebeksi, bunun resmi çok az, bunun yazıları minik derken, bakmışsın ki benim burun deliklerim şişip şişip inmeye başlıyor.

Bununla birlikte, bazı kitapları okumaya çalışırken çocuğun haklı olduğu noktalar da yok değil. Hikaye, günümüzde kullanılmayan, yöresel olup da o yörelerde bile şimdilerde kullanıldığı meçhul bir sürü kelimelerle ya da çok eskilerin kelimeleriyle bezeli.

Elbette bu kelimeler kitaplara güzel tatlar katar, lakin okumaya, okuduğunu anlamaya, anladıklarını sevmeye çalışan sabiler için uygun bulmuyorum. Çocuk, her sayfada en az sekiz kere “anne bu ne demek” diye soru soruyorsa, bu kesintilerle dikkatini kaybedip, önceki cümleleri hatırlamıyor ve neticede konudan kopuyorsa, bu gibi değişik tatları daha sonraki yaşlarda okuyacağı kitaplarda bulması daha doğru bence. İlkokul döneminde okumayı en sade kelimelerle öğrensin, günümüz Türkçesini hele bir özümsesin, okumaktan zevk alsın çocuk ilk. 

Birkaç hafta önce Tüyap Kitap Fuarı'nda önce kendi imza saatimi tamamladıktan sonra, kitap okuma sevgisini aşılamaya çalıştığım oğlum için kitaplar imzalattım. Eve döndüğümde ona “bak sana neler aldım, hadi bakalım seç birini” dedim. Baktım mırın kırınlar başlayacak, “valla yolu yok, birini seçip yarım saat okuma yapacaksın, anlamadığın yerler olursa sorabilirsin” diye de komut verdim. Somurtarak elimdeki kitap demetini aldı. Hepsine tek tek baktı. İçlerini açtı, sayfa sayılarına baktı, resimlerini inceledi, yazı fontlarını gözden geçirdi. Japon çay seremonilerini aratacak kadar sessiz ve uzun geçen zamanın sonunda, nihayet birine karar verdi.

Karaca ve Sihirli Orman…


Yazının Devamını Oku

Sen bir yıldızsın öğretmenim

25 Kasım 2015
"Bizi okutan, eğiten canım öğretmenime bir şey vermeden bugün okuldan çıkmam" temasıyla teneffüs olur olmaz fırlıyorum.

O gün hayatımın ilk Öğretmenler Günü kutlaması olacaktı. Ve ben, kutlamaya hediyesiz ve çiçeksiz gidecektim. Unuttuğum bu özel günde yaşadığım telaşı ise hiçbir zaman unutamayacaktım.

İlkokula başlamışım. Çizgiler, çubuklar, heceler öğrenip, ha bire yazıyoruz. 

Annem babam da öğretmen. Lakin kendi söküklerini dikemiyorlar. Gün boyunca ders anlatıp akşamüstü eve dönünce, yemek, ertesi günün hazırlıklar, kendi ödevleri derken, göz ucuyla benim ödevlerime de lütfen bir bakıyorlar. Yemekten sonra ailem, plan defterlerinin başlarına dönüp, günlük ve yıllık planlarını yazıyorlar dolmakalemle. İşini bitiren annem, kendinden daha yavaş olan babama, “ben çıkıp bir hava alayım, sen de çocuklarlara yardım edersin” diyor. Annem çıktıktan bir saat sonra, işini bitiren babam da “ben de bir çarşıya gideyim gelirim hemen” diyor. O da, izin alacağı merci zaten dışarıda olduğu için sıvışıyor evden genelde. Oksijen alıp ertesi güne hazır olmaları gerek tabii. Annem, babamın başımızda olduğunu düşündüğünden rahatça gezinedursun, biz üç kız kardeş, kendi kendimize kavruluyoruz. Kavrulduktan hemen sonra ortalığı kasıp kavuruyoruz. Önce dersler bitiyor. Sonra kavga başlıyor. Ortancamız ağlak biraz. O yüzden, iki laf yiyince, önce ağlayıp sonra saldırıya geçiyor. İtme, kakma, bağırma gırla gidiyor. Evimizin hemen yanındaki pembe boyalı evinden sesleri duyup gelen anneannem kapıda bitiyor. Kapıdan birinin girdiğini gören ortanca, hepten ses tonunu tize çıkarıyor ki mağdur görünsün, paparayı büyük olarak ben yiyeyim. Anneannem “kızım sesiniz sokaktan duyuluyor, ayıp denen bir şey var. Nerede sizin anneniz babanız? Olmaz ki böyle” deyip ayar çekiyor bize.

‘Bizimkiler birbiri ardına soluk almaya çıktılar anneanne. Başsız kalınca kuduruyoruz. Hata biz de mi?’demeye henüz kelime ve akıl dağarcığım yeterli değil.

İşte yine böyle bir akşam. Okullarında eğitimlerini veren bizimkiler, yemekten sonra, yine tebdil-i mekan için dışarıdalar. Ertesi gün öğretmenler günüymüş. Biliyordum da unuttum mu? Yoksa bahsi mi geçmedi hatırlamıyorum. Net değil bu kısım.
24 Kasım sabahı okula geliyorum. Bir sürü öğrencinin elinde çiçek. Sınıfıma çıkıyorum. Sınıf arkadaşlarımda da çiçekler ve mini paketler var. Ellerimde fazladan bir şey görmeyen arkadaşlarım,

“Öğretmenler Günü için bir şey getirmedin mi?” diye soruyorlar. “Unuttum” diyemeyip, “hediyemi evde unuttum, teneffüste gidip alacağım” diyorum bir çırpıda.

Yazının Devamını Oku

Bu çocuk bana çekmiş

4 Kasım 2015
Valla ayakta durmayı öğrendiğim yaştan beri ritme ayak uydurmuşum. İlkokulda ront, ortaokulda folklor kesmemiş, yaz düğünlerinde ortalarda fır fır dönmüşüm ben.

Ben oynak bir hatunum.

Çok severim oynamayı. Dans etmeyi yani. Ama istediğim tarz müzik olacak. Öbür türlüsünde kılım kıpırdamaz. O müziği hissedeceğim, kaynayacağım ki kaynatayım. Yok, öyle kapı gıcırtısına falan da oynamam, “rock”da sallanmam, “caz”da kaçacak delik ararım. Ama Latin ezgileri, tango, bir de yetmişlerin hareketli Türk poplarında kimse tutamaz beni. Mümkün olan her çareyi dener, uygun bir ortam yaratır, bir iki kıvırır, kendimden geçer, hevesimi alırım. Dedim ya oynağım.

Ayy İlhan İrem duymaya göreyim! Şenay’dan Hayat Bayram Olsa, Güzin ile Baha’dan Ateşböceği, Füsun Önal’dan Senden Başka, Seyyal Taner’den Son Verdim Kalbimin İşine ve niceleri... Ruhumu anında canlandıran tarzım şarkıları duyduğumda, yolu yok karşılıksız bırakmam.

En rahat olduğum yerler mağazalardır mesela. Favori ezgilerim çalıyor diyelim. Önüme çıkan ve elime ilk geçirdiğim kıyafeti alır, deneme odasında girer, kabinde aynanın karşısında kendimden geçip oynar, geri çıkarım. Hiç kaçırdığım olmamıştır. Elimde çocuk giysisiyle kabinlere girdiğim dahi olmuştur valla.

Arabadaysam üst beden çalışır. Duran trafikte, iki elim direksiyondan uzaklaşır, oraya buraya sallanırım.

“Şiribim şiribom, şiri bim bom bom bom bobombom , şiri biri biri biri biri biri biri bobombommmm” derken şarkı, ben o “biri” boyunca yana yana yatarım ki, emniyet kemerim izin verse, yan koltuğa kafamın değmesine ramak kalır. Uzaktan beni gören biri, süspansiyonu bozuk bir arabada titreye titreye gittiğimi bile düşünebilir. Oldu ki geleceğim yere vardım. Olsun. Parça bitip final hareketi mi yapmadan arabadan inmem kardeşim, o kadar. Dans için doğmuşum ben be ya!

Öyle.

Yazının Devamını Oku