Yaşadığı sürece yüzü gülmedi üstelik de eceliyle ölmedi

Bir düşünün; toplum olarak bize atalarımızdan kalan mirasa sahip çıkabiliyor muyuz? Hiç sanmıyorum.

Örneğin Atatürk Orman Çiftliği’nin (AOÇ) durumu ortada. Bilindiği üzere Atatürk Orman Çiftliği, yeni Ankara’nın çevresini ağaçlandırmak ve modern tarım tekniklerini uygulayarak çiftçilere örnek oluşturmak için 25 Mayıs 1925 yılında Ulu Önder Atatürk tarafından kurulmuştu. Atatürk, 11 Haziran 1937 yılına kadar kişisel mülkü olarak faaliyet gösteren çiftliği, bu tarihten sonra Türk milletine bağışlayarak hazineye devretmişti. Ve geliyoruz bu günlere... Çiftlik arazisi tam anlamıyla talana uğramış durumda. Bağış tarihi olan 1937’de 52 bin dekara varan AOÇ arazisi, bugün 30 bin dekarını muhafaza edebiliyor. Böyle sürerse kalan da yok olup, gidecek.

Aklıma, yaşadığımız topraklarda en çabuk tükenen mirasa ait rekor geldi. 15. Yüzyıl’da yaşamış Molla Rüstem ölürken, 14 yaşındaki oğlunun 100 yıl daha yaşayabileceğini ve günde 100 altın harcayabileceğini hesaplayarak, 3 milyon 600 bin altın bırakmış. Ancak gel gör ki tüm mirası 7 yıl gibi kısa bir sürede tüketen delikanlı, bir hamamın külhanında sefalet içinde ölmüş.

Şimdi yaşadığımız durum gösteriyor ki, Molla Rüstem gibi bizlere hazine bırakan Atatürk’ün mirasını kısa zamanda tüketiyoruz. Korkum o ki, varlıklarını tüketen Başkentliler olarak sefalet çekebiliriz.

ATA MİRASI HAVUZLARDA YÜZMEK DE GEZMEK DE YASAK

Yaşadığımız dünyayı gerektiği gibi tanıyabilmek ve elimizdekileri koruyabilmek için sürekli olarak karşılaştırmalar yapmaktan geri kalmamamız gerekiyor. Tekrar AOÇ arazine dönersek, Atatürk, Ankara’nın çorak topraklarını yeşertmek ve tarım yapabilmek için 1925 tarihinden itibaren üç sulama havuzu yaptırır... Her birine de isim koyarak, Marmara, Karadeniz ve Akdeniz havuzları der... Havuzların ikisi, Atatürk’ün isteği üzerine Karadeniz ve Marmara Denizi haritası şeklinde inşa edilir. Daha sonra yapılan üçüncü havuza ise Akdeniz adı verilir.

Aradan 10 yıldan fazla bir süre geçer ve Atatürk, 11 Mayıs 1937 yılında, Atatürk Orman Çiftliği’ni içindeki köşklerle birlikte millete armağan eder. Vefatıyla birlikte çiftlik arazisinin bir bölümü bazı kurumlara kiraya verilir. Havuzlar da kiraya verilen bu alanlarla birlikte elden çıkar.

Ve geliyoruz günümüze. Bu üç sembol havuz ne mutlu ki halen varlıklarını sürdürüyor. Biri MİT Müsteşarlığı’nın kullandığı alanda, diğer ikisi ise Devlet Mezarlığı ile Gençlerbirliği Tesisleri’nin içinde yer alıyor.

Ancak gel gör ki bir dönem, Atamızın içinde yüzdüğü, hatta sandal koydurtup kürek çektiği havuzlar, zaman içinde halkın malı olacağına, bazı kurumların malı oldu. Öyle ki, zamanla yüzme havuzuna dönüşen bu tesisler kapılarını halka da kapadı.

HAVUZ DİRİYE DEĞİL ÖLÜYE TAHSİS EDİLDİ

MİT Müsteşarlığı’na kiralanan alan içinde kalan Marmara ve Devlet Mezarlığı içinde kalan Karadeniz, bugün süs havuzu olarak değerlendiriliyor. Yasak bölgede yer aldıkları için de vatandaşın kullanımına kapalılar. Geriye kalan Akdeniz Havuzu ise Gençlerbirliği tesisleri içinde bulunuyor ki, bir tek o şimdilerde bile yüzme havuzu olarak kullanılıyor. Ancak Akdeniz havuzu da bir yerde vatandaşın kullanımına kapalı. Nedeni ise bu tesislere ancak Gençlerbirliği kulübüne üye olanlar ve yüksek miktarda parayı bastıranlar girebiliyor.

Kısacası Atamızdan tüm Türk halkına miras kalan bu havuzları vatandaşın kullanımına açamaz mıyız? Yüzülmese bile, gezilmesi ve görülmesi sağlanamaz mı? Dahası oburca tüketilen çiftlik arazisi rahat bırakılamaz mı?

Oburluk dedim de, aklıma bu toprakların en obur insanın rekoru geldi. Üçüncü Selim döneminde "Aygır İmam" diye tanınan Derviş Efendi, 2 okka ( yaklaşık 2 bin 566 gram ediyor) pastırmanın üzerine 40 yumurta kırdırıp, yiyerek rekor kırmış. Ancak kısa bir süre sonra şişen dili ağzına sığmadığı için can vermiş. Yaşanmış bu hikaye inşallah arazi oburlarına ders niteliği taşır.

7 KEZ YILDIRIM ÇARPTI YÜZÜ GÜLMEDİ, ÜSTÜNE ÜSTLÜK ECELİYLE ÖLMEDİ

Bize bir şey olmaz diyenler için de bir rekor notum var. Dünyada en çok yıldırım çarpmasına maruz kalan kişinin hikayesi. Amerikalı korucu Roy C. Sullivan, dünyada 7 kez yıldırım çarpan tek kişi. 1942 yılında ilk kez yıldırım çarptığında ayak başparmaklarının tırnaklarından oldu. 1969 yılında da kirpiklerinden. Bir yıl sonra sol omuzu sakatlandı. 16 Nisan 1972 günü saçları alev aldı. 7 Ağustos 1973’te bacakları yandı. 5 Haziran 1976’da ayak bileği sakatlandı. 25 Haziran 1977’de göğsü ve karnındaki yanıklardan dolayı hastaneye kaldırıldı. Peki, 7 kez yıldırım çarpmasından ölmeyen Sullivan’a ne oldu? 1983 Eylül ayında sevgilisinin aşkına karşılık vermemesi üzerine intihar ederek yaşamını noktaladı.

Kıssadan hisseye gelecek olursak; arazi yağmalanıyor, Başkent gün geçtikçe beton yığınına dönüşüp, kuraklığa teslim oluyor. Hava kirliliği ciğerlerimizi, susuzluk yaşamımızı, tarımın çöküşü midemizi, yeşile hasret bırakan betonlaşma ruh sağlığımızı tehdit ediyor. Bu sevgisiz ve hoyrat ortamda intihar ediyoruz, farkında değiliz.

YOĞUN TRAFİK YETMEDİ BİR DE SUYUN AZİZLİĞİNE UĞRUYORUZ

Son günlerde fark ettiniz mi bilmiyorum ama Ankara’nın trafiği çekilmez bir hal aldı. Hatta Melih Gökçek’in çok övündüğü alt üst geçitler bile soruna çare olamadı. Özellikle işe gidiş ve çıkış saatlerinde araçlar milim milim ilerliyor. Tüm bunların üzerine bir de tadilat, gösteri ya da yabancı konuk için bazı kavşak ve yollar kapanıyorsa, trafik tam anlamıyla Arap saçına dönüyor.

Hürriyet Gazetesi’nin binası Eskişehir yolu üzerinde. Neredeyse günün her saati yoğun bir trafik var ve yan yana dört şerit bile yetmiyor. Buradan şuna gelmek istiyorum: İstediğin kadar yol genişlet, kavşak yap, köprü kur; metro gibi toplu taşıma yönelmediğin sürece trafiği rahatlatamazsın. Üstelik otobana dönüşmüş yollarla mal ve can kaybına davetiye çıkarırsın.

Karşıdan karşıya geçiş için büyük beceri gerektiren üç dört şeritli yollar, ölümlü kazalara davetiye çıkarmıyor mu? Ya şehrin göbeğinde otobana dönmüş ana cadde ve sokaklara ne demeli? Göstermelik kaldırımlar yayaların yan yana yürümesini bile imkánsız hale getirmiyor mu? Bazı güzergáhlarda karşıdan karşıya geçmek için yüzlerce metre yol kat etmek hepimizin ortak sorunu değil mi?

Bu arada başka bir yanlış uygulamadan da bahsedelim. Kentin birçok caddesinde orta refüj sulaması tehlikeyi bir kat daha arttırıyor. Otomatik sulamaya geçen fıskiyeler çim, ağaç ve çiçeklere ulaşması gerekirken, yolları da ıslatıyor. Suyun yoldaki kum ve tozla birleşmesiyle de yerler cila gibi kaygan hale geliyor. Güneşli ve kuru havada bu durumu fark etmeyen sürücüler de direksiyon hákimiyetini kaybediyorlar. İnanın bu kaymalar yüzünden her gün onlarca kaza oluyor. Hele ki akşamları, yerdeki ıslaklığı fark etmeyen sürücüler tam anlamıyla can pazarının içine düşüyor. Sözün özü, belediye yetkilileri bu sulama sistemlerini yola ulaşmayacak şekilde ayarlayamaz mı?

LÜKS YAŞAMIN CAZİBE MERKEZİNDE SINIR YOK

Doğal potansiyelini akıllı yatırımlarla birleştirerek turizmdeki rakiplerini bir bir saf dışı bırakan Türkiye, artık zengin turistlerin de cazibe merkezi konumunda. Başta Rus milyarderleri olmak üzere dünyanın dört bir tarafından ’first class’ tatilciler akın akın ülkemize geliyor. Özellikle Antalya’da yoğunlaşan ultra lüks tesislerde akla gelebilecek her konforu bulabilen zenginler, ayrıcalıklı olmanın keyfini de yaşıyor.

Çok değil, 1980’li yılların başına kadar turizm yatırımlarına gereken önemi vermeyen Türkiye, kültürel mirası ve doğal güzelliklerine rağmen emsal ülkelerin çok gerisindeydi. Antalya ise bu geri kalmışlığın en belirgin görüldüğü kentlerden biriydi. Aydın’ın ilçesi Kuşadası kadar dahi turizm potansiyeline sahip değildi. İşte böylesine negatif ortam içinde ülke insanının algılaması transformasyona, altlarda seyreden çıtası ise hızla yükselmeye başladı. Özellikle iki binli yıllardan sonra gelinen noktada ise Türkiye, gerçekleştirdiği ataklarla dünya turizm pastasındaki payını arttırıyor, dolayısıyla da zirveye emin adımlarla ilerliyor.

Artık Türk turizmi, sadece doğal güzellikleri veya tesislerinin kalitesiyle değil, işletme anlayışı ve servis kalitesiyle de öne çıkıyor. Kısa bir süre öncesine kadar çoğunlukla orta ve orta üstü gelir seviyesindeki tatilcilere hitap eden ülkemiz, son dönemlerde birbiri ardına hizmete sokulan ultra lüks tesisleriyle zengin turistleri de kendisine çekiyor.

FIRST CLASS TATİLCİLERE VIP HİZMET

Uzunca bir süre her şey dahil sistemiyle durumu kurtaran Türk turizmi kabuk değiştirirken, monotonlaşan hizmet anlayışını da geride bırakıyor. Kapasitelerini sonuna kadar zorlayıp ucuza yatak satan, daha doğrusu sürümden kazanmaya çalışan beş yıldızlı otellerin yanı sıra, yüksek fiyatlara ulaşmak için markalaşmaya ve kaliteye yönelen tesisler faaliyete geçmeye başladı. Artık, müşterilerine kişi başına günlük 30 ile 70 Euro arasında bir bedel değil, 12 bin Euro’lara varan faturalar çıkaran otellerimiz var.

Başta Rus zenginler olmak üzere ’first class’ tatilcilerin uğrak yeri haline gelen Antalya’da birbiri ardına üst sınıf tesisler açılıyor. Bu işletmelerin bünyesinde bulundurduğu özel oda ve villalarda ise hizmette sınır yok. Geceliği 700 ile 15 bin dolar arasında değişen suit otel odaları ve villalarda konaklayan zengin turistler, ödedikleri para karşılığında akla gelebilecek her türlü konforu bulabiliyor. Özel aşçısı ve hizmetçisi olan suit ile villalarda kalan ’VIP’ misafirlere, istedikleri takdirde ulaşım için jet, yat veya helikopter tahsis ediliyor. Üstelik sunulan çarşaftan mobilyaya, yemek takımından televizyon gibi elektronik eşyaya kadar her üründe dünyaca ünlü markalar kullanılıyor. Bu konsept oteller iç dekorasyonu, servis anlayışı ve lüksüyle mutlaka görülmesi gereken bir müze izlenimi veriyor.

DÜNYACA ÜNLÜ MARKALAR RESMİ GEÇİT YAPIYOR

Örneğin Kempinski The Dom Otel’in odaları dahil lobi gibi genel alanlarında dünyanın en ünlü markalarına rastlıyorsunuz. Mobilyaların tamamı, Fendi ve Baxter markasını taşıyor. Yiyecek-içecek departmanında kullanılan tabaklar Villeroy&Boch, Rosential; bardaklar Schott&Zwiesel; çatal bıçak takımları Hepp imzasını taşıyor. Ayrıca, Mardan Palace gibi, otelde kullanılan tüm elektrikli ekipmanlar özel imalat ve 22 ayar altın kaplama. Perde ve yatak örtüleri Vanelli, oda otomasyonları Martens, banyo armatürleri Stark, balkon ve dış mekan koltukları da Ketal imzasını taşıyor.

Tesislerde çalışan elemanlar ise bu zengin yaşam için özel eğitimlerden geçiyor. Kimi tesis, butler denen özel uşakları aylarca İngiltere’ye eğitim için yolluyor. Aşçılar ise dünya mutfağını daha iyi tanısın diye yabancı ülkelerdeki özel organizasyonlara yollanıyor.
Yazarın Tüm Yazıları