Sarı ve leylak rengi evleri, tepedeki kilisesi, balkonlarında etrafı seyreden yaşlıları ile kartpostal gibi bir ada: SİMİ

Tam dört hafta...

Yazmayalı tam dört hafta oldu.

Bir yerlere zamanında yetişmek, bir şeyleri zamanında yetiştirmek kaygısından uzak geçen dört hafta! Hani bazen şafak sökmeden insan çalar saat çalmış gibi uyanır ve uçağı kaçıracakmış gibi yataktan fırlar ya. Hani o uykuyla uyanıklık arasındaki zaman diliminde nerede olduğunu hatırlamaz ya. Hani içinde çöreklenen telaş ve endişe yumağının nedenini anlayamaz ya. İşte böyle zamanlarda durmak gerektiği söylenir.

Durmak ve hayatı askıya almak.

Ben de öyle yaptım. Saatimi çıkardım, telefonu kapattım, şart kipini dilimden attım. İçinde benden başkasına yer olmayan bir koza ördüm.

Usul usul yumağı çözdüm.

Yeniden merhaba!

Ben böyle kitaplarla hal hamur Benjamin’i yeniden keşfeder, o çiçek senin bu bitki benim, börtü böcek yaşarken; inzivamı çile sanan kuzinim bir sabah ansızın ahlaksız bir teklifle çıkageldi: Tekne hazırdı.

İster bizim kıyılar, ister komşununkiler, ister uç uzaklar... Seçim bana kalmıştı.

İçimdeki şeytan oyunu hemen uç uzaklardan yana kullandı.

Münzevir ıssız kıyılar önerdi.

Dilim, "Yunan Adaları" dedi.

Bundan yirmi yıl önce adaları o feribottan in buna bin, yolda uyu yerde yat, Musakka-Souvlaki-Tzcaciki yemekten fenalık geçir, bin yıllık kahvemizin Yunanlı olmasına içerle, Türkçe konuştuğumuzu duyup da nereli olduğumuzu soranlara işkillen, gözünü karartıp Türk’üm de, koşup gelip öpenleri, kahve falına bakanları, analarından dinledikleri İstanbul’u yana yakıla anlatanları görünce işkilinden utan, yerin dibine gir, yerin dibine girmekle kalma hislen, o da yetmez hüngür şakır ağla gezmişliğim vardır.

*

Santorini’de, adada insandan çok eşek, sudan çok şarap olmasıyla övünen adalılarla sohbet etmiş, kuzguni kumsalı görünce sersemlemiş ve Ege’nin kuşkusuz en güzel günbatımına karşı 1940’larda Avrupa’yı ortada tek bir omaca bırakmamacasına kavuran felaketten nasıl olduysa kurtulmayı başaran üzümlerden yapılan ve hálá Antik Yunan döneminde olduğu gibi eski usul kotarılan tatlı Santorini şaraplarından içmiştim.

Karşımda duran koca seramik çanak o seferden yadigar.

Paros’taki çılgın gece hayatının, Mikonos’un simgesi pelikanların ve ilk kez gördüğüm çıplaklar kampındaki çirkin adamların anısı da o seferden.

İkeria’nın adının güzel, kendinin çorak, Lesbos’un Sappho’suz çıplak olduğunu o zaman görmüştüm.

Ve bir ay boyunca sırtta çanta, o ada senin bu ada benim sürtmüştüm.

Başka bir yıl, hiç unutmam, Eco’nun Gülün Adı’nı yayınladığı yıl, yolum Patmos’a düşmüştü. Oldukça sevimsiz limana inmiş, belli ki çağa ayak uydurmak adına yeniden düzenlenmiş kişiliksiz kahvede bir süre pineklemiş sonra sıcağa rağmen tırmanmayı göze alıp tepedeki manastıra gitmiştim. Eteğim kısa diye içeri almamışlardı. Ben de benim gibi baldırı çıplak diğer turistlerin yaptığını yapmış, orada bulunan sepetten hayli pis bir şalvar seçmiş, eteğimin üzerine çektiğim gibi ellerindeki tespihini sallayarak dolaşan kara cüppe-kara külah-kara sakal papazların arasından geçip tam da Eco’nun anlattığı gibi el yazması kitaplarla dolu loş kütüphaneye girmiştim.

Orada kim bilir kaç saat geçirdim.

Ama yemin ederim Gülün Adı filmini Annaud’dan önce o gün ben çektim.

Sonra başka bir yıl başka bir ada derken bir diğeri daha.

İkinci Dünya Savaşı’nda İtalyan donanmasının üssü olan ve Ege’nin ortasında bir Art Deco şaheseri olarak duran Leros, nedense bana fena halde Erdek’i hatırlatan Samos, Mikanos’un burnunun dibinde olmasına rağmen hayattan kam almayı beceremeyen Nixos.

Ve şimdi adlarını unuttuğum Kardak kayalıklarından hallice onlarca ada.

Bir İthaka’ya gitmedim bir de inanması güç ama burnumuzun dibindekileri görmedim.

Meis’i bilmem, Rodos’u da Simi’yi de.

Yıllardır ışıklarına bakarak uykuya daldığım Kos’a bile ancak geçen yıl günübirliğine gidebildim.

Dilimin Yunan Adaları demesi parmağımın Simi ve Rodos’u göstermesi işte bu yüzden.

*

Eylül başında bizim buralarda yani Bodrum’da, denizcilerin iyi bildiği, üç gün süren kocakarı fırtınası çıkar.

O durgun deniz gider, yerine açıkta koyun başı denilen dalgalarla köpüren bir deniz gelir.

Küçük tekneler denize açılmaz. Açılmış olanlar da korunaklı koylara demirler, kocakarının gazabının geçmesini bekler.

İşte o fırtınanın ilk günü yola çıktık.

Tekne büyük, kaptan deneyimli, içimiz rahat.

Üç saat sonra Simi’deydik.

Önce yüzmek ve çok şirin olduğu söylenen manastırı gezmek için adanın arkasındaki koyda demirledik.

Koy, girişinde bekçi kulübesi gibi bir yeldeğirmeninden ve sözünü ettiğim manastırdan başka bir şey olmayan küçük kapalı bir koy.

Deniz enfes.

Manastır, İzmir’in saat kulesinden esinlenerek yapıldığı söylenen kulesi ve yakından bakıldığında nedense Meksika sanatını hatırlatan süslemeleri ile insanı şaşırtan barok bir yapı.

Papazlar ortada görünmüyor.

Manastıra girer girmez zemini podima taş işçiliğinin çok güzel bir örneği olan küçük bir avlu ile karşılaşıyorsunuz. İçeride Aziz Mikael’e adak adayan denizcilerin dilekleri gerçekleştiğinde getirdikleri küçük hediyelerin sergilendiği ufak bir müze de var. El yapımı gemi maketleri, denizde bulunmuş şişeler, fildişi sahillerinden gelme oyma heykeller, antika kılıçlar...

Adak adayanlar, belli ki korkunç bir fırtınada gemileri fındık kabuğu gibi sallanırken istavroz çıkarıp hayatta kalmayı dileyen garibanlar.

Akşamüstü adanın öteki yanına, yani Simi limanına doğru yola çıktık.

Önünden geçtiğimiz her koy bizim kıyılardan geldikleri çektiği bayraktan, yabancı bayrak çekmiş olsalar bile teknelerine koydukları adlardan anlaşılan guletlerle dolu. Amaros’u bayrağından, Dedikodu’yu adından anladık.

Deniz geleneğidir ya hepsini selamlayıp el salladık.

Sonunda Simi.

Anlatılanlar doğru: Gerçekten de Simi, limanı çevreleyen tepelere serpiştirilmiş sarı ve leylak rengi tonlarında boyanmış bakımlı evleri, tepeden uzaklara bakan alımlı kilisesi, rıhtımın etrafına dizilmiş tavernaları, kahveleri ve balkonlarında oturup yanaşan tekneleri seyreden yaşlıları ile kartpostal gibi.

Ada küçük ama yazılacak yığınla yanı var.

Yakışıklı ve üçkáğıtçı Manos, on yıl önce buraya vurulup sonunda hayatta en sevdiği şeyi, yemek yapmayı seçen ve eski bir taş yapıyı onarıp lokanta açan Frankfurtlu galerici Hans, Dimitri’nin ünlü şarap evi, sadece Simi’de üretilen halat sandaletleri satan Myra ve elbette sırasıyla Lyndos, Rodos, Kelebekler Vadisi, Rüstem Paşa Camii, Şövalyeler ve Doğu Akdeniz mutfağının en iyi yemeklerinin yendiği Alexis’in Yeri.

Bir de elbette Phoenix.

Ve Cihan Kaptan’la ekibi: Turgay, Mete, tek yıldızlı Michelin restoranını terk edip tekneye gelen Belçikalı aşçı Peter, Alman Annia ve Laoslu Linda...

Ama hepsi gelecek haftaya!
Yazarın Tüm Yazıları