Otelin alameti farikası kapıdan girdiğiniz anda burnunuza yapışan o koku

Mübarek virus değil, freni boşalmış kamyon sanki.

Kaçtın kaçtın. Kaçamadın yandın.

Etler lime, kemikler sızım yatağa seriyor. Aksırık tıksırık ateş de cabası. İlaç da alsan, bal süt, nane limon, kocakarı reçetelerine de başvursan sonuç değişmiyor:

Bir hafta sürüyor. Tam bir hafta süründüm. Lobotomi yapılmış gibi gözlerimi tavana dikip ahlayıp vahlamakla geçen o haftanın sonunda bir sabah uyandım ki düne kadar eti kemiğinden ayrılan, yataklara yapışan kadın

sanki ben değilim. Korka korka sağımı solumu yokladım: Burun kendine gelmiş. İfrazat bitmiş, koku alıyor. Boğaz desen batmıyor. Zaten çıksa mı inse mi tereddütlü ateş tereddüdü bırakmış otuz altı buçuğa çakılmış. O zaman neden olmasın? İlaçlarımı orada da alırım. Zaten hepi topu üç gün. Fena mı olur, Paris’i koklarım. Evde yatacağıma Park Hyatt’ta yatarım. Telefona uzandım: Arzu dedim, tamam iyileştim, ben de varım.

Davet, Park Hyatt’ın daveti. Daha doğrusu Doğuş Grubu’nun uzun yıllar önce satın aldığı, tarihi handiyse Cumhuriyet İstanbul’unun tarihiyle özdeş Maçka Palas’ta, önümüzdeki haziran ortalarında açılacak uluslararası otel zincirlerinden Park Hyatt’ın Paris ayağının daveti.

Daveti düzenleyenler, Paris Vendome’u, Park Hyatt zinciri içerisinde İstanbul’da açılacak otele en benzer otel olduğu için seçmişler.

Burada da tıpkı Paris’tekine benzer doğal taşların kullanıldığı bir dekorasyon olacak, işletme politikasında Paris örnek alınacak, hatta hali hazırda orada görev yapan kimi personel gelip çalışacakmış.

Açılış öncesi içlerinde benim de olduğum küçük basın grubunun kısa hafta sonu kaçamağı için Paris’e götürülme nedeni işte bu.

İşin ucunda Paris olduğu sürece benim için nerede kalındığı o kadar önemli değil, ama merak da etmiyor değilim açıkcası.

Çünkü Paris iyidir hoştur, dünya şehircilik tarihine şehircilik harikası olarak geçen en güzel şehirlerdendir ama otelleri ve otelcilik anlayışı tıpkı İngilizceyi anlamamakta direnen kibirli halkı, yirmi santim çapındaki masaya dört kişi oturtmakta beis görmeyen, itirazları da homurdanarak ödüllendiren kakavan garsonları gibi insanı geldiğine geleceğine pişman ettirecek cinstendir.

Crillon gibi, Ritz gibi, şimdilerde Four Seasons olarak yeniden açılan George V gibi şehir tarihine altın harflerle yazılan yıldızsız oteller dışında, ne yalan, Paris düpedüz otel fakiridir.

Olanlar yıldızlarla sınıflandırılır ama beş yıldız yoktur.

Dört yıldızlılar köhnemsidir, küf kokar.

Üç yıldızlıların odalarına sığsa sığsa tabut sığar.

İkililer jilet attırır.

Teklileri evi olmayanlar mesken tutar.

Daha doğrusu öyledi.

Son birkaç yıldır Paris de dünyayı saran butik otel çılgınlığından payına düşeni aldı.

Philippe Starck’ın yaptığı Costes’la başlayan modaya, önce tantanayla açılan L’Hotel derken şehrin değişik semtlerinde her biri ünlü modacıların imzasını taşıyan yığınla küçük otel eklendi.

Peki Park Hyatt?

Adrese bakılırsa önünden defalarca geçmiş olmalıyım.

Ama çıkaramıyorum.

Görelim bakalım.

HER OTEL İÇİN BAŞKA BİR PARFÜM YAPILIYOR

Çıkaramadığıma şaşmamalı çünkü otelin girişi belli belirsiz.

Paris’in en güzel meydanlarından Vendome’a açılan Rue de la Paix’de, meşhur Ritz ve Intercontinental’e komşu olmasına rağmen Park Hyatt’ın kapısında diğerlerinin önünde duran kırmızı ceketli, sırma apoletli kapıcılardan, gönderlere çekilmiş bayraklardan eser yok.

Girişin yanına yerleştirilmiş iki künk içerisinde iki iri mazı, hepsi bu.

Döner kapıdan girince ne resepsiyonda çalışanların gülümsemesini görüyor, ne ağırlıklı olarak kum renginin kullanıldığı dekorasyona dikkat ediyorsunuz.

Varsa yoksa o koku.

Otele adım attığınız andan itibaren burnunuza yapışan ve otelin alameti farikası olan o koku.

Bundan daha güzel bir hoş geldin olamaz diye düşünüyorum.

Bu güne kadar az buz otel dolaşmadım: Şaşaalı, heybetli, görkemli olanlar kadar sonradan görme, alçakgönüllü, perişan yüzlerce otel...

Ama bu kadar güzel kokanına ilk kez rastladım.

Sonradan bütün Park Hyatt’ların kendilerine özgü kokuları olduğunu, her otel için ünlü parfüm yapımcısı Blaise Mautin ile işbirliği yapıldığını öğrenecek ve Maçka Palas’ın nasıl kokacağını merak edeceğim.

Gülmüş.

İstanbul için seçilen gül ağırlıklı bir parfümmüş.

Park Hyatt’ın binası, tıpkı Maçka Palas gibi kunt, taş bir bina.

Ortasında camekanla kapatılmış büyük bir avlu, arka tarafta henüz açmamış sardunya saksılarıyla dolu, yaz aylarında lokantaya dönüşen büyük bir bahçe ve o bahçeye bakan sessiz odalar var.

Otel dediğim gibi kum rengi.

Zemindeki Dicle taşına benzer ham mermer olsun koridor ve odaları kaplayan halılar olsun, hepsi aynı rengin çeşitlemesi. Bu bozluğu kapı kulplarından apliklere bolca kullanılan bronz heykeller, Ed Paschke’nin birkaç resmi ve beyaz çiçekler bozuyor.

Lobi ve lokanta için beyaz orkideler oda ve suitler için beyaz güller.

Uzakdoğu’nun ünlü oteller zinciri Aman Otellerini de yapan iç mimarlarla çalıştıklarından mı neden bilinmez, otelde Uzakdoğu dinginliği var.

Şık, huzurlu ve iddiasını insanın gözüne sokmayıp ayrıntılara gizleyen otuz küsur suitli, yüz küsur odalı, ne büyük ne küçük bir otel Park Hyatt.

SPA MERDİVENLERİNDE İNİP ÇIKAN STİNG

Gelelim otelin ağır toplarına...

Lokanta ve SPA’ya.

Lokanta ilk michelin yıldızını alan genç şef François Rouquette’e emanet.

SPA ise işin uzmanlarına.Yani dünyanın dört bir yanından gelen sihirli parmaklara.

Her ikisinin keyfini sürmek için iki günümüz var.

Aslında programımız yüklü.

Gezi, otel tanıtım gezisi olduğundan otelde yenecek öğle-akşam yemekleri, bunun yanısıra da şehre ilk kez gelenler olabilir diye de düşünüldüğünden turistik Paris gezisi var.

Örneğin ilk gece için Seine nehrinde salınan teknelerden birinde yemek yenilecek denmiş.

Ömrüm boyunca sinek gemisi denilen ve turist gezdirip vasat yemekler veren o teknelerden haz etmedim.

Kararım karar: Oteldeki bütün yemeklere katılacak ama diğer faslı biraz da hastalıktan yeni kalkma bahanesiyle kaytaracağım.

Sen misin büyük konuşan?

Spa hariç hepsine gittim, üstelik meraklı kumrular gibi en öndeydim.

François’nın yemekleri gerçekten nefisti.

Neden yıldızla taçlandırıldığı ilk lokmada anlaşıldı.

Gerek ilk gün bahçeye bakan loş barda yediğimiz öğle yemeği, gerek ertesi akşam mutfağa nazır şef masasında yenilen akşam yemeği tadı damakta kalan cinstendi.

Ali Esat bile tabağında lokma bırakmadı.

SPA’ya gitmedim.

Üstelik habire spa’ya inen merdivenlerde gördüğüm Sting’e rağmen.

Masaj sevmem, buhar sevmem, gövdeme sıcak taş dizilmesinden, alnıma yağ damlatılmasından hazzetmem, SPA’da işim ne?

Ama gitseydim, eminim, Sting ile karşılaşabilir ve ona zamanın nasıl olup da kişiden kişiye bu kadar farklı davrandığını sorabilirdim.

Biraz Paris, bolca Park Hyatt iki gün şıp dedi geçti.

MAÇKA PALAS

Açıkçası oranın sıradan bir işyeri ya da artık her köşede açılmasına alıştığımız garabet alışveriş merkezlerinden biri olmayacağına kendi adıma çok seviniyorum.

Burada yaşıyoruz.

Evimiz barkımız burada, gidip kalacak değiliz.

Ama İstanbul’un Park Hyatt gibi otellere ihtiyacı olduğu da gerçek. Ayrıca lokantasına gider, barında oturur, yüzme havuzunda serinleyebiliriz. Model Paris modeli olacağına göre, SPA’sı da olacaktır kuşkusuz. Merdivenlerde Sting’e rastlayabiliriz. Antony’nin olması bile orada günü geçirmek için yeterli. Antony kim mi? Bekleyin, göreceksiniz.
Yazarın Tüm Yazıları