Osmaneli’nde dün bugün

Bilecik’in Osmaneli İlçesi , Sakarya Nehri’nin kıyısında, bereketli bahçeleri, ipekböceğinin biçim verdiği eski konakları, rengarenk doğası, lezzetli sebze ve meyveleri ile zamanın içinde akıp gidiyor. Eğer renkli bir sonbahar rotası arıyorsanız, geçmişin aynası Osmaneli tam aradığınız adres.

Her hafta bir yerlere gitmek, gittiğin yeri dere tepe, cadde sokak dolaşmak, notlar almak, konuşmak, sorular sormak, fotoğraf çekmek, sonra gördüklerini düzgün cümleler halinde yazmak, keyifli olduğu kadar inanın ki çok zor ve çok da yorucu. Saat ve ısı farkları da işin cabası. Soğuk günlere adapte olan vücudumun, kendini birden 40 derece sıcaklıktaki bir çölün ortasında bulunca uğradığı şaşkınlığı ve bu yeni duruma uyum sağlamak için gösterdiği gayretin bana nasıl yansıdığını bir bilebilseniz!.. Yorgunluk, ağrılar, bezginlik, uykusuzluk... Bir de geceyle gündüzün yer değiştirmesi, zamanın kayması ve tüm alışkanlıkların ters yüz olması. Gezmek iyi hoş da, iş profesyonel boyutlara taşınınca keyif, işkenceye dönüşebiliyor bazen.

Bir de mevsimsel zorluklar var. Örneğin, kış aylarında olduğu gibi. Renklerin tek düzeleştiği bu mevsimde, ilginç mekanlara ulaşmak ekstra gayret isteyen bir eylem. Tüm bu yakınmalarıma bakıp da gezmekten usandığımı sanmayın. Benimki kısa bir ‘iç dökme...’ Bir kere Evliya Çelebi gibi, ‘Seyahat ya Resulullah’ demişim. Yani benim için artık dönüş yok. Her zaman ‘ben gidiyorum’ cümlesini kurmak zorundayım.

Bu kez de ‘kanıma’ fotoğrafçı arkadaşım Kadir Can girdi. Bilecik’in kazası Osmaneli’ne gitmeyi önerdi. Bu mevsimin renklerini anlattı, eski evlerinden söz etti, dalları yerlere değen meyve ağaçlarını ballandırdı, vadilerin, köylerin tabloya benzediğinden söz etti. Şaşırdım kaldım!.. Kütahya’ya, Bilecik’e, Eskişehir’e giderken hep Osmaneli’nin ortasından geçerdim. Bazen trafik ışıklarında durduğumda, kasabanın tepesindeki kiliseyi görürdüm. Onu merak ederdim bir tek. Kilisenin dışında, beni kasabanın içine davet eden bir görüntü gözüme çarpmamıştı. Onun için Kadir’in anlattıklarına şaşırdım. Aslında yörenin yabancısı sayılmazdım. Geyve Vadisi, Doğançay, Ali Fuat Paşa, Taraklı, Pamukova sevdiğim mekanların başında geliyordu. Birçok sıkıntımı, bu yörenin cennet yeşili tepelerine terk ettiğimi hatırlıyorum.

KASABANIN GEÇMİŞİ

Yağmurun soluklanmasını fırsat bilip, kuzeyli rüzgarların soğuttuğu bir sabah yola çıktık. TEM’i Adapazarı kavşağında terk ettik. Geyve Vadisi’nde Sakarya Nehri’nin koluna girdik. Dere tepe gidip, Ali Fuat Paşa’dan itibaren şeftali ağaçlarının kırmızı yaprakları, üzüm bağlarının sararmış kütükleri, yapraklarını dökmüş kavakların tül beyazı dalları, bulutların grisi, bahçelerdeki marulların, soğanların, karalahanaların yeşili, güneşin soluk turuncusu derken yolu bir çırpıda bitirip Osmaneli’ne vardık. Biz oraya vardığımızda kasaba henüz uyku mahmurluğunda, gözlerini ovuşturuyordu.

Önce kasabanın en tepesine çıkıp, Ortaçağ Roma kiliselerinin taklidi olan ve 19. yüzyılda yapılmış kiliseye gittik. Kilisenin içi temizlenmiş, etrafı düzeltilmiş, sonra da mahalledeki evlerin arasına terk edilmişti. Kasabanın aşıkları adlarının baş harflerini, iç duvarlara kazıdıkları kalplerin içine yazıp, ibadet yerinin kutsallığından mutluluk dilemişlerdi.

Sonra aşağıya, asırlık bir çınarın kol kanat gerdiği bir yokuşun ortasındaki kahvenin önüne oturduk. Çay yeni demlenmiş, tavşan kanı olmuştu. Erkenci birkaç yaşlıyla selamlaşıp, hal hatır sorduk. Kadir Can gelip gittikçe kasabanın geçmişine yolculuklar yapıp bilgiler toplamış. Aslında öğrendikleri pek fazla değildi. İki bardak çayla birlikte tükendi. Kadir’in bildikleri şunlardı: ‘Kasabanın adı 1913’e kadar Lefke idi. Melagina, Leukae gibi adları da vardı ama onlar belleklerde pek iz bırakmamıştı. Lefke kavaklı, ağaçlı yer anlamına geliyordu. 1913’te ise burayı topraklarına katan Osman Gazi’nin anısına adı Osmaneli olarak değiştirilmişti. Yörede kasaba halkına hálá Lefkeliler deniyordu. Kıbrıs’ın Lefke kentini, buradan giden göçmenlerin kurduğu söylentileri de vardı. Bir zamanlar İstanbul-Bağdat-Mekke yolu üstündeki Osmaneli Lefter adlı eşkıyası ile de meşhurdu. Lefter, boğazdan geçen kervanları talan edip, ticaret erbabına kan kusturuyordu. Yakın zamana kadar defineciler, Lefter’in gömdüğü hazineleri bulabilmek için dağı taşı delik deşik etmişlerdi. Çevre köylerde Traklara, Roma ve Bizans’a ait kalıntılar Osmaneli’nin tarihini epey eskilere götürüyordu...’

Kadir’in anlattıklarına kulak misafiri olan yaşlıların yüz ifadelerinden, kasabalarının geçmişini benimle birlikte ögrendikleri belli oluyordu. Geçmişin hikayesiyle çaylar aynı anda bitti ve kalkıp, Osmaneli’nin bugünden çok düne benzeyen dar sokaklarını arşınlamaya başladık.

Yeni biçimsiz binalarla, eski güzelim konaklar yan yana sokaklara dizilmişlerdi. Yanık Konak, Ellez Mehmet’in hanı, Beyler Konağı, Keskinler Konağı, Helvacıların evi... Diğerlerinin de bir adı vardı ama Kadir’in hatırladıkları bunlardı. Evler Mudurnu’da, Göynük’te, Beypazarı’nda gördüğüm evlerden farklıydı. Tahta ve kerpiç kullanılarak yapılan evlerin boyutları daha büyük, katları daha fazlaydı. Bunun nedeni ipekböceği idi. Osmaneli’nin mimarisini bu küçük kurtçuk belirlemişti. Yani dönemin üretim biçimi mekana yansımıştı. Bu koca konakların en üst katları olduğu gibi ipekböceğine ayrılmıştı. Bu salona dut yaprakları seriliyor, böcekler diledikleri gibi besleniyorlardı. Konağın bir bölümünde de dut yaprağı depolanıyor, geriye kalan küçük bir bölüme de tüm aile sığışmaya çalışıyordu.

Osmaneli’nde cumhuriyetten önce üç ipek fabrikası olduğu, cumhuriyetten sonra bunun bire indiği anlatılıyordu. Şimdi ise sadece bir baca kalmıştı. Dumansız, gökyüzüne doğru uzanan yalnız bir baca... Kasaba bir zamanlar baştan aşağı bu konaklarla kaplıydı. Ama 1874’te çıkan yangın kasabayı değiştirmiş, bine yakın ev yanmış, kala kala iki yüz ev kalmıştı. Kasabanın genç kaymakamı Osman Hacıbektaşoğlu ile Belediye Başkanı Selahattin Çetintaş, kolları sıvayıp bu güzelim konakları onarmaya koyulmuşlardı. Kendilerine örnek olarak da Safranbolu ile Beypazarı’nı aldıklarını söylüyorlardı. Onların bu gayretine kasabalılar da destek oluyordu. Örneğin emekli olduktan sonra çini ustalığına soyunan Ethem Düzkan, İlçe Tarım Müdürü Halim Kesici aklını Osmaneli’ne takanlardan bazılarıydı.

Kaymakamla buluşmak için Balaban Meydanı’na giderken yine dar sokaklara daldık. Bu sokakları, üstünde koca kırmızı narların sallandığı ağaçlar süslemişti. Narları nedense ağaçlara asılmış kırmızı kağıt fenerlere benzettim. İki adımda bir karşımıza küçük bir fırın çıkıyordu. Mahalleli, ekmeğini, yemeğini bu fırınlarda pişiriyor, etrafa yayılan kokular tüm sokağın iştahını kabartıyordu.

Osman Hacıbektaşoğlu tarif etti, biz gittik. Kasabadan uzaklaştıkça doğa daha da renklendi. Sarı ayvalı ağaçlar bütün vadiyi kapladı. Kaymakamın anlattığına göre Osmaneli meyvesiz kalmıyordu. Şeftali, dut, üzüm, elma, armut, ayva, nar... Biri biterken diğeri daldaki yerini alıyordu. Kasaba çevrenin manavı gibiydi adeta. Yol bir iniyor bir çıkıyordu. Yükseklerden bakınca Göksu Vadisi tüm güzelliğini cömertçe gösteriyordu. Kaymakam anlatıyor ben hayal kuruyordum: Bu yollar biz kent bunalmışlarını ne güzel kaçırır, dinginliğe götürürdü kim bilir. Kimimiz yürür, kimimiz koşar, kimimiz tırmanır, kimimiz bisikletin pedalına basar dururduk.

ÇAMAŞIR YALAĞI

Kaymakam Belenalan Köyü’nde arabayı durdurup önümüze düştü. İlginç bir şey göstereceğini söylüyordu. Sağa sola selam sarkıtarak köyün camisine geldik. Kaymakamın işaret ettiği yere girince çamaşır yıkayan bir kadın gördük. O da bizi gördü ama görmemezlikten geldi. Bir yalakta çamaşırlarını çitilemeyi sürdürdü. Biraz dikkat edince, çamaşır yalağının tarihi ve nereden geldiği belli olmayan antik bir lahidin üst kapağı olduğunu gördüm. Kadına kolaylık dileyip tekrar camiye yaklaşınca, lahidin diğer üç yüzünün de cami girişine döşeme taşı olduğunu gördüm. O zaman anladım ki Osmaneli birçok uygarlığın uğrak yeri olmuş, bereketli toprakları asırlar boyu konanı göçeni beslemişti.

Döne döne inip, Sakarya Nehri’nin kıyısında durduk. Biz durduk ama nehir şırıl şırıl akıyordu. Karadeniz’le kucaklaşmak için sabırsızlanıyordu sanki. Osman Hacıbektaşoğlu Sakarya ile nasıl kucaklaşacaklarını anlattı. Kıyıya parklar, kahveler, yürüme yolları, balık tutma alanları yapılacaktı.

Osmaneli’nden ayrılırken gün akşama dönüyordu. Yolda kasabanın baharını, meyve ağaçlarının çiçek açtığını, kuş sesleri arasında tepelerde yürüdüğümü düşledim. En çok da Sakarya’nın kıyısında balık tutma düşü hoşuma gitti. Düşümde, akıp giden suya attığım oltaya 15 kiloluk bir yayın balığı takılmıştı. Baharda bu düşümü gerçekleştireceğimi sanıyorum. Osmaneli’ne sizi de beklerim.
Yazarın Tüm Yazıları