Mutluluk

BAŞIM dönüyorsa mutluyumdur, dönmüyorsa ya da en azından bir sendeleme yaşamıyorsam mutluluk dedikleri şey benim için mutluluk değildir.

Çocukluk... İlk algılarımızın oluştuğu insanın altın çağı.
Kavramlar, olaylar, insanlar, duygular dahi başkalarının tanımıyla şekillenir zihnimizde...
Tıpkı bir hamur gibi.
Nasıl şekillendirilirseniz öyle kalırsınız.
Mutluluk da o çağda bu şekilde tanımlanan bir kavramdı benim için.
Bayramlarında evlerine akşam yemeğini paylaşmak üzere davet edildiğimiz Yahudi komşularımızın Seder masasında küçük bir çocuk da olsam herkes gibi önüme konulan şarap bardağına da, üzüm, tarçın, bademle bulamaca dönüştürülen haroset tatlısına da saflığı ve alçakgönüllülüğü temsil ettiğini söyledikleri şekersiz matsa kurabiyelerine de şaşkınlıkla bakmamıştım.
Sadece ne olduğuna dair zapt edilemeyen bir merak vardı içimde tüm çocuklar gibi.
Öğreneceğim yeni isimler, sıfatlar, tatlar...
Yarım bardaktan sonra içmeme izin verilmeyen şarabın neden olduğunu bilmiyordum o baş dönmesine.
“Bu nedir?”Başım dönüyor benim” demiştim.
Herkesin kahkahalarla yemek yediği o masada 7 yaşındaki Ferzane’nin söyledikleri dikkatle dinleniyor, karşı fikirler sunmam için beni kızdırıp kahkahalar atıyorlardı.
Yanı başımda oturan annem ve babam beni sarıp sarmalamış, kafa karışıklığı yaşamamam için hissettiğim şeyi sarhoşluk ya da çakırkeyiflik olarak nitelendirmek yerine “Bu mutluluk... O yüzden başın dönüyor” demişlerdi.
Sonraki yıllarda mutlu olduğuma inanmam için başımın dönmesi ölçütü pek de doğru değildi.
Bunun için güzel şeyler yaşadığımda da neden başım dönmüyor sorusunu sordum...
Demek ki yeterince mutlu değildim.
Mutluluk kavramını kafa karışıklığı yaşasam da öğrenmiştim. Yanlış da olsa kelime hazinem içinde en derin anlamı olan kelimeyle tanışmam böyledir okuyucu..
Tüm çocuklar gibi...
Geçen hafta Van’a giden gazetecilerin röportaj yaptığı küçük çocuğu izlerken aklıma geldi.
Burada çocuklar ağlıyor, anneler ağlıyor, babalar ağlıyor diyen çocuğa “Mutluluk nedir” deseniz büyüdüğünde ne yanıt verecek size ve kendisine?
Bunu düşündüm.
Geçen hafta bugün Van’da iki çocuk yanarak öldü.
Depremde değil sığındıkları çadırda.
Bir çocuk açlıktan ve soğuktan öldü.
Tekrar yazıyorum.
Soğuktan ve açlıktan öldü bir çocuk Türkiye’de.
Çocuklar depreme değil, yokluğun getirdiği hastalıklara, kara, buza, açlığa, sahipsizliğe direniyorlar.
Depremden sağ çıkan çocuğu yaşatamamanın sorumluluğu kime ait?
Kim üstlenecek bu suçu, bu gelişmiş, modern, büyüme rekorları kıran ülkede?
Deprem deseniz, çadır deseniz, soğuk, açlık deseniz neler söyleyecek, neler düşünecek büyüdüğünde.
“Soğuk, acı, ölüm, mutsuzluk ve Türkiye” deseniz ne diyecekler ağlayan çocuklar??
Bilmiyorum...
Ama “sahipsizlik nedir” derseniz eminim söyleyecek çok şeyleri olacak.
Yazarın Tüm Yazıları