Ley ley lümü lümü ley

Bu aralar hayat bize yol ve yazarlar suretinde göründü... Naçiz muharririniz, geçtiğimiz hafta, 20 küsur kadın gazeteci ve yazarla birlikte Polonezköy'de bir kamptaydı.

Üstelik doğuştan hasarlı bünyesi, davranışbilimsel bir takım deneylere maruz kaldı. Ortalığa bağırsaklarımızı döktük, sonra da hiçbir şey olmamış gibi, süfli hayatlarımıza geri döndük.

Travmayı henüz atlatmamışken, bu kez de Eskişehir Tepebaşı Belediyesi 2. Edebiyat Günleri nedeniyle düzenlenen tren seyahatine katılan Doğan Kitap yazarlarıyla birlikte Eskişehir'e gitme şansına erdik, şerefine nail olduk.

İşin mavrası, daha yola çıkmadan başladı. Kimi yazarları trenden atmamı isteyenler mi istersiniz; kimi yazarlara telefon numarasını vermemi isteyenler mi... Geçtiğim her koridorda, birileri arkamdan ‘‘Kara tren gecikir, belki hiç gelmez’’ nakaratını terennüm ediyor. ‘‘Ah o trende ben de olsaydım’’ devşirmelerine değinmiyorum bile...

Hatta komplo teorisyeni bir arkadaşımız, Şark Ekspresi'nde Cinayet kitabına gönderme yapıp, ‘‘Trende Ahmet Ümit de varmış,’’ diye lafa girip envai çeşit tembihte bulundu: ‘‘O kadar yazar bir arada olunca kesin bir cinayet çıkar. Kim ölür bilemem ama Hercule Poirot rolünü Ahmet Ümit'in üstleneceği kesin. Sen ona yakın bir yerlerde otur. Ayrıca Eskişehir'de kar diz boyuymuş, sıkı giyin’’ dedi.

Sağ salim Eskişehir'e vardık, şükür. Kar hakikaten diz boyu ve henüz ortada cinai bir durum yok. Zaten olsaydı da yanmıştık, zira Ahmet Ümit, özel bir meseleden dolayı etkinliğe katılamadı.

Ben Cumhuriyet Ekspresi'nde mevcut olanların tam listesini sayıp dökeyim, siz manzarayı tahayyül etmeye çalışın: Feridun Andaç, Nedim Gürsel, Selim İleri, Cüneyt Özdemir, Duygu Asena, Gülriz Sururi, Tuna Kiremitçi, Sedef Kabaş, Deniz Kavukçuoğlu, Jale Sancak, Başar Başarır, Onur Caymaz, Sahrap Soysal... Bu isimlere bir de, gruba Eskişehir'de katılan Hakan Günday'ı ekleyin; takım tamam...

Yazar dediğiniz insan türünün şişman egolu olanı makbuldur diye bilinir ya hani; vallahi gözümle gördüm, hiç öyle değiller. Tepişmeden, kardeş kardeş oynayabiliyorlar yani birlikte. Hatta trenin yemekli vagonunda kaşık çalarak şarkılar bile söylediler. Tahmin edileceği üzre, repertuarın gözde parçası ‘‘Tren gelir hoş gelir’’ idi. Ben ne hikmetse, sanki türküyü ilk kez duyuyormuşum gibi, ‘‘lümü lümü ley’’ kısmına takıldım. Beynimin içinde binlerce lümü dönüyor; zihnimden ‘‘Lay lom ley filan tamam ama bu lümü ne ola ki? Bir anlamı var mıdır acaba?’’ şeklinde abesle iştigal sorular geçiyor. Bir vagon dolusu yazarla birlikte olmanın enteresan etkileşim tezahürü olsa gerek. Yüzümü kızartıp birkaçına ‘‘Siz yazarsınız, bilirsiniz, lümü'nün bir anlamı var mı?’’ diye bile sordum ama bir yanıt almak mümkün olmadı.

Ekip, Eskişehir'de Belediye Başkanı tarafından karşılandı. Şehir bir nevi açık kampus havasında, ilim irfan merkezi bir yer olduğundan, yazarlara ayrı bir itibar gösteriliyor tahminim.

İlk akşam, Hayal Kahvesi'nde yemek yendi. Trende zaten şahane ağırlanmışız, bir noktadan sonra ahali, tabiri caizse şımarma raddesine ulaştı. Eskişehir Hayal'in şahane bir eğlence kompleksi olduğunu hep duyardık ama bu kadarını beklemiyorduk. Mekan desen şahane, müzik desen gayet başarılı; ortam süper, arkadaşlık süper... Saadetten gözlerimiz doldu.

Bu yazı, cuma günü, Eskişehir'de kaleme alınıyor. Anlayacağınız, etkinlikler hal-i hazırda sürüyor - cumartesi gecesi dönüş yoluna çıkmak üzre tekrar trene binene dek de sürecek- yani bir Reha Muhtar nostaljisiyle ifade edecek olursak: ‘‘Ebru Çapa Eskişehir'den bildiriyor.’’

Aşırı dozda kültür yüklemesinden ya da ego çatışmasından kaynaklanan bir cinnet vakası yaşanmazsa, yani katil ya da maktul durumuna düşmezsek, Allah'ın izniyle pazar sabahı İstanbul'da olacağız.

O gün benimle muhatap olacak insanları şimdiden uyarmak isterim; yüzümdeki ebleh ifadenin gerekçesini sormayınız, bir süre normal hayata avdet etmekte zorlanabilirim. Lümü, lümü, lümü?..

Türkiye'de iyi şeyler oluyor

Geziye katılan edebiyat yazarları arasında, Tuna Kiremitçi, Hakan Günday, Onur Caymaz, Derya Erkenci gibi genç edebiyat yazarlarının da mevcut olması, ‘‘Edebiyat ölmedi, yüreğimde yaşıyor, yaratım yarışında, bayrağı gençler taşıyor’’ şeklinde naif düşüncelere kapılmamızı sağladı. Kendisi, bu tanımlamayı çok uygun bulmasa da -haklıdır da nitekim; hangi yazar kategorize edilmek ister?- ‘‘underground’’ edebiyat dalında zannımızca gayet başarılı eserler kaleme almış olan Hakan Günday, misal Osmangazi Üniversitesi'ndeki sabah söyleşisinde, ‘‘neden’’ ve nasıl yazdığını anlatırken, bir yanıyla yazarlarda görmeye alışkın olduğumuz ‘‘kendini ciddiye alma’’ halini sergilerken, bir yanıyla da bu durumla ve kendisiyle hafif dalgasını geçiyordu. Şahsen fena halde kasıntı bulduğum o ‘‘Ehemmm, yazı; evet o Tanrısal yaratım süreci’’ geyiğinin, ‘‘hafiflemiş’’ bir söylemle dile gelmesinden yana mutluluk duyduk. Ahmet Hamdi Tanpınar filan, yattığı yerde rahat uyusun yani; Türkiye'de iyi şeyler de oluyor. (Bu seyahat bana pek yaramadı sanırım. Bet insan kimliğim tehlikede. Alışkın olmadığı, garip bir kaşıntı musallat oldu bünyeye. Adını koymakta zorlanıyorum. Yoksa umut mu ne?)

Günah keçisi

Yazar söyleşilerinin ilkini Cüneyt Özdemir gerçekleştirdi. Trenin Eskişehir'e vardığı akşam, Hayal Kahvesi'nde düzenlenen söyleşi, etkinliğin en kalabalık ortamına sahne oldu. Cüneyt, Irak'ta embedded gazeteci olarak yaşadığı deneyimlerini anlattığı ‘‘Onlarlaydım Ama Onlarla Değildim’’ adlı kitabına dair bilgiler verdi ve dinleyicilerin sorularını yanıtladı. Sorular, her gazetecinin ezbere bildiği, çalıştığımız yerden geldi: ‘‘N'olucak bu medyanın gidişatı? Memleketi siz batırdınız, hadi şimdi çıkarın. Medyanın sorumluluğu... Medya bizi eğitsin...’’ Ve saire ve saire... Ertesi gün Sedef Kabaş'ın söyleşisinde de benzer sorularla karşılaşınca bir kez daha bizim sektörün durumuyla ilgili derin tefekkürlere daldık. Cüneyt de Sedef de son kertede haklı olarak aynı şeyleri telaffuz ettiler. Devlet suçlu, medya suçlu, peki toplumun hiç mi suçu yok? Peki o beğenmediğimiz partilere kim oy veriyor, o tukaka programların rating'ini kim artırıyor? Tamam, biz günah keçisi olarak anılmaya alıştık artık ama siz de elinizi vicdanınıza koyun. Bütün basın ve medya camiasını sınırdışı etsek, memleket hakikaten kurtulacak mı? İstediğinizi söylediğiniz tarzda 'ciddi haber' bültenleri, sanat programları, belgeseller, şunlar bunlar, ekranda hiç mi yok? Var... Peki siz onları seyrediyor musunuz? Yok...'' Hemen her gazetecinin kaderidir bu. Kafanız işten güçten şişmiş bir halde iki satır ruhunuzu havalandırmaya gidersiniz ve yeni tanıştığınız biri, es kaza medya mensubu olduğunuzu öğrenirse, direkt şikayet fazına geçer: Kötü, pis, kaka medya. Peki ama Allah aşkına biraz da dürüst olalım. Hakikaten okurun ve seyircinin hiç mi suçu yok?
Yazarın Tüm Yazıları