Küçük oyunlar, küçük hazlar... Gerisi palavra!

BİR hafta önce bugün, hayata 101 gülle başladım.

Haberin Devamı

Böyle sıradan şeymiş gibi yazdığıma bakmayın, çıldırdım!

101 gül

Yazarken normal ama karşında gördüğünde afallıyorsun.

O kadar çok ki...

Kucaklayamıyorsun.

Etrafında iki elini kavuşturamıyorsun.

O kadar güzel ki... O kadar havalı ki... O kadar baştan çıkarıcı ki...

Sapları upuzun.

Kıpkırmızı.

Bu güzellik karşısında heyecanlanıyorum. Kalbim küt küt atmaya başlıyor.Bir de kart güllerin üzerinde:“From Russia with love...” yazıyor.

Rusya’dan sevgilerle...

BOND YOLLAMIŞ

Böyle ince esprilere bayılıyorum.

Belli ki Bond yollamış!

Ben de otomatikman “Bond kızı” oluyorum.

Anlıyorum ki, o gün heyecanlı, gizemli ve erotik bir gün olacak.

Yapılacak işler... Teslim edilecek yazılar... Tabii ki hemen unutuveriyorum! Havaya giriyorum.

“Oyun”a dahil oluyorum.

Bir sonraki işaret gelinceye kadar, akşama ne giymem gerektiğine kafa yormaya başlıyorum.

Haberin Devamı

BABET CISSSSS!

Ben, topuklu ayakkabıyla kendini seksi hissedebilen kadınlardanım. Ancak o zaman havaya girebiliyorum.

Düz ayakkabıyla, hele babetlerle, saçları kesilmiş Samson gibiyim.

Kendimi iyi hissedeceğim gibi giyiniyorum. Berber, makyaj, takma kirpikler...

Çantama da bir diş fırçası ve siyah bir iki aksesuvar sıkıştırıyorum, ne olur ne olmaz. Gece nasıl ilerler bilinmez ama her şart altında diş fırçası, seksi çamaşırlar ve topuklu ayakkabılar beni kurtarır!

Tek sıkıntı benim aldığım hediye. Pek de romantik değil, içime sinmiyor. “From Russia”dan geliyor ya, eksi kırk soğuğa dayanıklı kar ayakkabıları...

Özenle bir kutuya yerleştiriyorum. İçine de, “Moskova’da seni ben ısıtamıyorum, bunlar ısıtsın” diye bir not yazıyorum. Ve bir sonraki işaret gelene kadar beklemeye başlıyorum.

VİETNAM LOKANTASI

Bir süre sonra ikinci işaret geliyor: Cochine.

Siz zahmet edip, “Orası neresi ya?” demeyin. Ben dedim çünkü, Vietnam lokantası.

Galata’da Kumbaracı Yokuşu’ndan aşağı salın kendinizi, işte orada.

Kumbaracı 50’den sola kıvrılan sokakta.

Aslına bakarsanız, Kerbela bir yer. Topuklu ayakkabılarla oralarda dolanmaya filan kalkmayın, kafanızı kırarsınız. Bana belimden sarılan bir Bond vardı Allah’tan.

Haberin Devamı

ADI COCHİNE

Zili çalıyorsunuz. Kapı açılıyor, perdeler aralanıyor. Ve küt diye kendinizi bambaşka bir mekânda buluyorsunuz.“Vayyy” diyorsunuz, “Burası da neresi?”

Tam karşında açık mutfak, insanlar hummalı bir şekilde çalışıyor, solda kendi barı var, sağda ise bir basamak inerek girdiğin lokanta...

Tamamen underground bir kulüp havasında.

Biraz salaş hava verilmiş bir şıklık.

Kendini İstanbul’da gibi hissetmiyorsun.

İçeridekiler de Nişantaşı tipleri değil. Londra’da Soho’da gibisin. Ya da Kuala Lumpur’da ya da Ho Chi Minh’de.

Mum ışığı, canlı müzik ve enfesss yemekler.

İKİ KİŞİLİK MASA

İki kişilik masamız çoktan ayrılmış, geçip oturuyoruz.

10 yıl birlikte olduğum adamla, birlikte yemek yerken bu kadar heyecan duyabilmem çok hoşuma gidiyor.

Küçük oyunlar, küçük hazlar, hayat bu aslında.

Gerisi palavra!

Vietnam lokantasındayız ya, bir an, karşımda oturan jilet gibi Bond’la bir çocuğumuz olduğunu hatırlıyorum ve gülümsüyorum.

Vietnam’da o çocuk, hangi lokantaya girsek, gözlerini kısıp azarlayarak, garsonlara, “Siz köpek eti satıyorsunuz! Kötüsünüz!” diyordu.

Bir süre bu geçmiş anılara takılıyoruz, gülüşüyoruz.

Sonra çocuğu filan da unutuyoruz.

Haberin Devamı

EARL GREY MARTİNİ

Lokantanın sahipleri Vietnam âşığı bir çift.

Melis ve Christopher J. Maxwell.

Londra’da tanışmışlar.

İlk görüşte aşk.

Sonra Türk gelin ve Yeni Zelandalı damat İstanbul’a gelmişler. Christopher da meğer Vietnam’da mutfak eğitimi almış. “Bu şehirde ne eksik?” demişler, araştırmışlar ve bu işe girişmişler. Şimdi MSA’dan yeni mezun yetenekli genç şeflerle çalışıyorlar.

Hemen birer Earl Grey Martini söylüyoruz.

Açken ben ben değilim!

Karşımdaki Bond da olsa...

Menüde bizi heyecanlandıran şeyleri ısmarlamaya başlıyoruz. Summer roll’lar. Vietnam usulü dana Carpaccio. O kadar iyi ki, bir tabak yetmiyor. Vietnam usulü ızgara bonfile ve marul dürüm de şahane. Son olarak noodle çorbalarına dadanıyoruz.

Acıları da boca ediyoruz.

Tamam Bond kızıyım, ama Adanalı bir Bond kızı!

Haberin Devamı

GEORGES OTEL

Sonra Bond bana bir kolye hediye ediyor. Ben de ona ayakkabıları veriyorum.

Gülüyor.

Sonra Bond kafasıyla işaret ederek “Hadi yürü” diyor, “Gidiyoruz.”

Ben zannediyorum ki eve, köpek âşığı kızımıza.

Araba yukarıda” diyor, biraz yürüyoruz.

Beni Serdar-ı Ekrem Cadde’sine sokuyor. Kuleye çıkan o güzel caddeye. Minik minik dükkânlar, kafeler fışkırıyor her yerden.

Ben hâlâ zannediyorum ki bir bara filan gideceğiz, yine sürprizli bir yere, bilmediğim bir yere...

Doğan Apartmanı’na geçiyoruz.

“Geldik” diyor, “Nereye?” diyorum.

Kapısını açtığım yere” diyor.

Kafamı kaldırıyorum

Georges Hotel.

20 odalı butik bir otel.

İstanbul’da gördüğüm en güzel otellerden biri.

Otelin hayat ­bulduğu ­bina, ­­adını ­zamanında bu­ sokakta yaşamış ­olan ­ünlü ­Doktor Kastro’dan ­almış.
­
Önden­ bakınca dört ­katlı ­gibi­ görünen bina­, arka­ cepheden­ 7 ­katlı, ­çünkü­ kot­ farkı ­var.

Sonradan öğreniyorum tabii bunları. Şahane bir terası olduğunu da...

Haberin Devamı

MUHTEŞEM MANZARA

Otelin­ restoranı aynı zamanda lobisi...­

Ama herhangi ­bir ­resepsiyon ya da resepyonist yok. Check-in odada. Yani zırt diye çıkıyorsun. Bekleme-mekleme yok.

Oda yüksek tavanlı ve çok estetik. Görevli gidiyor.Bond’la baş başayım. Beni etkileyeceğini bildiği bir jest yapmak üzere perdelere yürüyor.

Şık bir el hareketiyle perdeleri açıyor.

Aman Allahım o da ne!

Muhteşem bir manzara!

Çatıların üzerinde inanılmaz bir güzellik...

­Bir tarafta Boğaz Köprüsü, bir tarafta Topkapı ­Sarayı, İstanbul­ kanatlarımızın altında...

Hemen balkona çıkıyoruz. Bir kadeh de orda deviriyoruz. “Oh be” diyorum, İşte bu... Hayat bu... Aşk bu!

Sonra üşüyoruz, odamıza giriyoruz, perdemizi kapatıp, birbirimize sarılıyoruz.

Yazarın Tüm Yazıları