Konyağın anavatanına gittim Gitmesi kolay, dönmesi zor

Bagnolet yolculuğu öncesi "Konyağı nasıl bilirdiniz?" diye sorsalar cevabım kısa olurdu: "İyi bilirdik."

Gerçekten de tadından çok kokusunu, hatta kokusundan da çok içilme merasimini sevdiğim bu içki hakkında ne yalan, özel beyaz bir üzümden yapıldığı, damıtıldığı, meşe fıçılarda saklandığı, kış geceleri yenen uzun yemeklerden sonra şömine önünde, tercihen de iri bir puro eşliğinde avuçta ısıtılan kristal bardaklardan ağır ağır yudumlandığı, V.S, V.S.O.P, X.O gibi iri harflerle sınıflandırılıp, yıldızlarla taçlandırıldığı dışında fazla bir bilgim yoktu.

Haa, bir de pahalıydı; şarap gibi hayatın içinde değil kıyısındaydı.

Yani konyak lafını bilen herkesin üç aşağı beş yukarı bileceği şeyler...

O yüzden de Banu Birkan beni Don Perignon’dan Belvedere’e, kırk beş markanın ithalatçısı BT şirketinin sahibi Burak Türeci’nin davetlisi olarak Hennessy Konyakları’nın tanıtım gezisine çağırdığında duraksadım.

Gitmek kolay da nasıl dönülecek?

Daha da önemlisi, içki kültürünü bilenler tarafından el üstünde tutulan ve içkilerin prensi addedilen meret üzerine ne yazılacak, ne döktürülecek?

Bilmediğim konu üzerine ahkam kesmeyi sevmem, oturup ders çalışacak zaman da yok, ama gezi de gezi hani. Paris üzerinden Bordeaux’ya oradan Cognac bölgesine gidilecek, ailenin en ünlü üyesi Hennessy’nin konuğu olarak Bagnolet şatosunda ağırlanılacak; bağlar, damıtım evleri gezildikten sonra Paris’e dönülüp cafcaflı bir otelde konaklanılacak. Gel de reddet.

Yedi yaş terbiyesinin sonucu olarak Banu’ya benim dışımdaki davetlilerin kimler olduğunu soramaz, gitmekle gitmemek arasında bocalarken; o laf arasında grupta Mehmet Yalçın, Ahmet Örs, Ali Esat Göksel’in de olduğunu söylemez mi? Hemen, geliyorum dedim. Biliyorum ki bu isimlerle yapılacak her gezi, gezi olmanın ötesine geçer, şölene dönüşür. Sohbet anekdotlarla süslenir, merak iştahı açar, insan görmediğini görür, bilmediğini öğrenir.

Havaalanında grubun diğer üyeleri ile de tanıştım: Bülent Cankurt, Kubilay Keskin ve Şenay Düdek. Cin gibi üç melek. Nazik, efendi.

Adı üzerinde her daim fırtına kopan kırk yıllık gazeteci: Reha Muhtar.

Bir sözüyle ölüyü güldürdüğü bilinen, tanıdığım belki de en zeki insan: Banu Birkan.

Güzeller güzeli Selin Ziyal ve Burak Türeci. Gördüğüm en güleç ve en cömert davet sahibi.

KONYAK BURADA BARDAKLAR NEREDE

Uzun bir yolculuğun sonunda Bagnolet’ye vardık. Bagnolet Bordeaux’ya bir buçuk saat mesafede Hennessy konyak fabrikasının ve aileye ait bağların olduğu küçük bir kasaba. Kalacağımız şato 19. yüzyıl ortalarında yapılmış döneminin bütün özelliklerini taşıyan orta boy beyaz bir bina. Şatodan çok onu çevreleyen ve kırk hektar olduğu söylenen bakımlı parkı etkileyici. Göz alabildiğine uzanan çimlerin üzerinde ne bir yaprak ne hüda-i nabit bir ot, ne de kuru bir dal parçası var. Fransız şatolarının labirent gibi itici bahçelerine benzemeyen; dev ağaçları, küçük göleti, kuş seslerine karışan kurbağa sesleriyle insana huzur veren bir bahçe burası.

Bizi kapıda ailenin son kuşak temsilcilerinden Maurice Hennessy karşıladı.

Uzun boylu, kır saçlı, endamlı. Yüzünde bana nedense ortaokuldaki müdürümüzü hatırlatan o gergin gülümseme de olmasa neredeyse yakışıklı. Hoşbeşten ve hoş geldiniz faslından sonra sıra şerefe kadehlerine geldi.

Konyakçının şatosunda ne içilir, konyak tabii!

MÖSYÖ HENNESSY BANA NEDEN KÜSTÜ

Şişeler ortada da, benim bildiğim balon kadehler nerede? Gümüş tepsinin üzerinde ya Bakara kesim su bardakları ya da lale biçimli likör bardakları var. Biraz sonra, birinin, konyağını buz ve tonikle içmek isteyenler, diğerinin sek içenler için olduğunu ve yıllar yılı kanyaklarına su ve buz katanları görgüsüzlükle suçladıktan sonra bu nadide içkinin anavatanında bile yerine, saatine ve cinsine göre zaman zaman buz ve tonikle içildiğini öğreneceğim.

Ahmet Örs ve Mehmet Yalçın insanlığın ortak kültürünün bir parçası ve ince bir damak zevkinin uç örneği olarak gördükleri bu içkiye tonik katmayı reddettiler ve ertesi gün Fransa’nın en ünlü konyak harmancısı Yann Fillioux ile karşılaştığımızda da ona bu soruyu yönelttiler. Konyağa gerçekten de buz atılır, tonik katılır mıydı yoksa bu çağa ayak uydurmak isteyen konyak şirketlerinin dayattığı yeni bir pazarlama mıydı?

Hennessy’nin belkemiği, görenlerin önünde ceket iliklediği bu vakur adamın cevabı; V.S kalitesindeki bir harmanın istenildiğinde buz ve tonikle içilebileceği ama Paradis gibi bir harmana değecek su zerresinin bile günah sayılacağı oldu. Bu cevap her iki tarafı da rahatlattı. Yani Burak, Banu, Selin gibi tonik katıldığında konyağın tadının pek hoş olduğunu söyleyenler ve Ahmet Örs ve Mehmet Yalçın gibi bunu cinayetle eş değer görenler.

Kıssadan hisse: Herkesin konyağı kendine...

Bagnolet’deki ilk akşam, tiril tirendaz giyinip şatonun yemek salonunda yediğimiz yemekle bitti. O yemekten aklımda kalan, Bülent Cankurt’un önüne gelen kaz ciğerli creme brulee’yi tadar tatmaz yüzüne yerleşen hazin ifade ve yanımda oturan ev sahibinin ülkesinin politikacılarından söz ederken seçtiği kelimeler. Önümüzdeki yıl yapılacak başkanlık seçimlerinin güçlü iki adayından kadın olanı için söyledikleri yenilir yutulur değildi. Ben de yutmadım. Fransa’yı, tam da böyle adaylar çıkartabildiği için sevdiğimi söyledim. Bu da Mösyö Hennessy ile son konuşmamız oldu, beni defterden sildi, selamı sabahı kesti.

Ertesi gün ha yağdı ha yağacak bir havaya uyandık.

Bağlara gidecek, kavları gezecek ve o an bilmesek bile laboratuvar gibi bir odada Yann Fillioux ile sohbet ettikten sonra kendi "eau de vie"mizi, yani konyağın ham alkolünü harmanlayıp, sadece bir şişe üretildiği için dünyada eşi benzeri olmayan "hayat suyu" denen içkileri üreteceğiz.

HER SEFANIN BİR CEFASI VAR

Bağlardan aklımda kalan; yaşlı olmadıkları gövdelerinden belli omacalar.

Kavlardan aklımda kalan; yüz yıllık, iki yüz yıllık meşe fıçılar.

Harmandan aklımda kalan; anlattığım gibi önümüzdeki kadehlerden tattığımız hayat sularına verdiğimiz notlarla bizzat yarattığımız içkiler ve bir harmancının çektiği çileler. Gerçekten de Yann Fillioux olmak herkesin harcı değil. Bir kere yetenekli olacaksınız. Sonra en az on yıl süren bir eğitimden geçeceksiniz. Her Allahın günü saat 11.00 ile 01.00 arası en az elli tane eau de vie tadacaksınız. Bu arada, ömür boyu baharatlı yemek yemeyecek, parfüm sürmeyecek hatta ve hatta nezle olup yatağa düşmeyeceksiniz. Çile diyorsam, çile.

Bu kez akşam yemeği şatoda değil şatoya yakın, bölgenin tek Michelin yıldızlı lokantası La Ribaudiere’de. Şef Thierry Verrat’nın yarattığı tatlar gerçekten de unutulur gibi değildi. Düşünün ki Ahmet Örs bile yemeğin sonunda adama yıldızını helal etti.

Ertesi gün toparlandık.

Ve konyak kokusunu arkamızda bırakarak Paris’e yollandık.

Bu kez gelsin şampanya, gitsin şarap,

Ama o ayrı bir bap...

Olur da yolu o bölgeye düşenler olursa diye...

La Ribaudiere: A: 16200 Bourg-Charente.

T: 00 33 5 45 81 30 54. F: 00 33 5 45 81 28 05. W: laribaudiere. com
Yazarın Tüm Yazıları