İki sürgün, bir hayat

Koca kafalı, iri kangal köpeklerinin bağlı olduğu tel kafeslerin arasından bahçeye girdiğimizde yaşlıca bir adamla karşılamıştık.

Babam, sevgi dolu bir saygıyla adamın elini sıkarken, hiç anlayamadığım ama bir daha da unutamadığım tuhaf bir cümle söylemişti.

- Piyanoya hálá çivi çakıyorlar, üstat.

Yaşlı adam da gülmüştü.

- Hep çakarlar Çetinciğim.


Yaz başlarında sıcak bir gündü. Çiftlik evinin önündeki çimenlikli geniş bahçeye uzun tahta masalar yerleştirilmişti.

Bir kenarda yanan harlı ateşin üstünde bir kuzu budu dönüyordu.

Refi Cevad Bey, Kartal yakınlarındaki çiftliğinde yazar dostlarına bir davet veriyordu.

Ben 11-12 yaşlarındaydım, Mehmet 8-9, babam da 34-35.

Mehmet’le benden başka çocuk yoktu sanırım.

Babam da oradaki yazarların en genciydi.

Koca kafalı, iri kangal köpeklerinin bağlı olduğu tel kafeslerin arasından bahçeye girdiğimizde yaşlıca bir adamla karşılamıştık.

Babam, sevgi dolu bir saygıyla adamın elini sıkarken, hiç anlayamadığım ama bir daha da unutamadığım tuhaf bir cümle söylemişti.

- Piyanoya hálá çivi çakıyorlar, üstat.

Yaşlı adam da gülmüştü.

- Hep çakarlar Çetinciğim.

Mehmet’le ben de adamın elini sıkmıştık.

Masalardan birine doğru yürürken babama o adamın kim olduğunu sormuştum.

- Demin elini sıktığın adamın adı Refik Halid, demişti. Türkçe’yi o kadar güzel yazar ki...

Babamın yaşlı adama gösterdiği saygıdan etkilenmiştim, bu saygının nedeninin "Türkçe’yi o kadar güzel yazması" olduğunu da anlamıştım.

Her gün birçok yeni söz duyan çocuk zihninin bunların aralarından hangilerini seçip zaptedeceği, bunlardan hangilerinin onun hayatını etkileyeceği bilinemez; benim hayatım boyunca Türkçe’ye, bu horlanmış, özenilmemiş, Türkler tarafından bile çok sevilmemiş dile duyduğum aşk da, bu dili "güzel" yazan herkese hissettiğim saygı da sanırım o gün o cümleyle başladı.

Uzun tahta masalardan birine oturduk.

Bizim masada oturanlardan Doğan Nadi’yi ve Ercüment Behzat Lav’ı hatırlıyorum. Daha sonra Refik Halid de bizim masaya gelmişti.

Oradakilerin hepsi değişik meşreplerden, değişik fikirlerden insanlardı.

Ama neşeyle, dostça konuşuyorlardı.

Çoğunluğu, belki de hepsi "Mekteb-i Sultani"dendi.

Okulları, yetişme tarzları, okudukları kitaplar, İstanbul süzülmüşlüğünden paylarını almış olmaları, çok değişik yazı ve hayat maceraları arasından geçen bu adamlar arasında tuhaf bir kader birliği, garip bir yoldaşlık yaratıyor gibiydi.

Doğan Nadi, Cumhuriyet Gazetesi’nin birinci sayfasında yazdığı kısa fıkralar gibi alaycı bir üslupla konuşuyor, kuzunun pişmesi gecikip açlık arttıkça da, Refi Cevad’ın çiftliğinden geldiğimiz gibi aç gideceğimizi, kuzunun asla pişmeyeceğini söylüyordu.

Refi Cevad Ulunay’ın Milliyet’teki odası babamın odasının yanındaydı, onu gazeteden de hatırlıyordum. Odasındaki bir peykede oturup nargile içer, genç ve yakışıklı bir çocuk da ona hizmet ederdi. Milliyet spor servisinin kahkahası bol hergele muhabirleri de o "genç çocukla" ilgili benim pek anlayamadığım şakalar yapıp gülerlerdi ama Refi Cevad Bey’e saygıda da kusur etmezlerdi.

Refi Cevad’la Refik Halid, İttihatçılar tarafından kalabalık bir grupla birlikte Sinop’a sürgüne gönderilmişlerdi.

Sürgüne gidişlerini kahkahalar arasında anlatmıştı Refik Halid.

- Gemideki muhafızların hepsi Anadolu çocuğuydu, biz de, bunları deniz tutar, hava patlar patlamaz biz gemiyi ele geçirelim diye aramızda anlaştık, bir tek fırtına bile çıkmadı Sinop’a kadar, rüzgar bile esmedi, çarşaf gibiydi Karadeniz. Anladım ki sürgünlük kaderim...

İlk sürgüne gittiğinde 25 yaşındaydı Refik Halid.

Sinop’ta sürgündeyken bir gün kaldığı pansiyona dönmüş, bakmış ki eşyalarını boşaltıp başka bir odaya taşımışlar.

- Ne oldu? diye sormuş.

Pansiyonun sahibi yaşlı kadın ezile büzüle, "Bir posta müfettişi geldi," demiş, "odanızı o istedi, ona verdik."

Aradan yıllar geçmiş, Birinci Dünya Savaşı’nı kaybetmişiz, İttihatçıların liderleri kaçmış, İtilafçılar iktidara gelmiş ve Refik Halid 31 yaşında Posta Nazırı olmuş.

O müfettişi buldurmuş.

Ve, ona Sinop’taki pansiyonu hatırlatmış.

"Sürgünlere dokunmanın uğursuzluk getirdiğini" söyleyerek.

Ercüment Behzat da babamın çok sevdiği, Balkan komitacılarıyla ilgili hikayeler anlatıyordu.

Tam hatırlamıyorum ama anlattığı adamlar herhalde babasının arkadaşlarıydı.

Sürekli olarak aralarında bir "hainin" bulunduğundan kuşkulanır, o gün toplantıda kim yoksa onun hain olduğuna inanıp onu vurma kararı verirlermiş.

Vururlarmış.

Sonra da onun hain olmadığı anlaşılınca, "Tüh boşina vurmuşiz Recepcağızı" deyip yeni bir hain ararlarmış.

Onları dikkatle dinliyordum.

Ama aklımda o tuhaf cümle vardı:

"Piyanoya hálá çivi çakıyorlar, üstat."

Kuzu, tam da Doğan Nadi’nin tahmin ettiği gibi epey gecikerek üstelik de iyi pişmemiş olarak gelmişti.

Dönüşte, babam bize orada "tanıştığımız" yazarların maceralarından söz etmişti.

Refik Halid, çok genç yaşta yazılarıyla parlamış, sürgüne gidip geldikten sonra politikaya girmiş ve "saygıyı hak etmeyen" bir safta yer alarak Kurtuluş Savaşı’na karşı çıkmıştı. Bu yüzden de daha sonra ikinci kez sürgüne gitmek zorunda kalmıştı.

İki sürgününden de, kendisini sürgüne gönderenlerin "sevgisini" yazarlığının gücüyle kazanarak geri dönmüştü.

İlk sürgününden onu Ziya Gökalp’in tasavvutuyla geri çağırıp ona İttihat Terakki’nin genel karargáhında diğer genç yazarlarla birlikte bir oda vermişlerdi.

Refik Halid, "Kızıl Konak" dediği o binaya "utanç ve tuhaf bir gururla" girdiğini söylemişti daha sonra anılarında.

Kendisini sürgüne gönderenlerin arasına katıldığı için utanç ama o insanların hürmetini kazandığı için de gurur duyduğunu yazmıştı.

İlk sürgününe, sert yazılar yazan bir yazar olarak gönderilmişti.

Ama ikinci sürgüne "bir politikacı" olarak gitmişti.

Ve, ikinci sürgün ilkinden çok daha uzun sürmüştü.

Sürgünün ilk yıllarında Beyrut yakınlarında Cuniye kasabasında "denize nazır bir kır evinde" kalmıştı.

Parasızlık çektiği için küçük bir kasabada kalmayı tercih etmişti.

Daha sonra Halep’te "Doğru Yol" gazetesini çıkaran Celal Kadri Bey onu davet etmişti.

Halep’e giderek gazeteye düzenli yazılar yazmaya başlamıştı.

Ve, yazının mucizesi orada gerçekleşmişti.

İstanbul gazeteleri, Halep’te sürgünde olan Refik Halid’in yazılarını "imzasız" olarak basmaya başlamışlardı.

Bir zaman sonra imzasını da kullanmaktan çekinmez olmuşlardı.

Bu kısa yazılar, Anadolu’yu ve Anadolu insanını, biraz da uzakta olmanın getirdiği özlemle ve olağanüstü berrak bir Türkçe’yle anlatıyordu.

İlkokulda okuduğumuz "Ayşegül" isimli hikayenin Refik Halid’e ait olduğunu ben çok sonraları öğrenmiştim.

Bir çocuğun bile unutamayacağı kadar ışıklı bir yazıydı.

Yazıları büyük övgülerle karşılanmıştı.

Sürgündeki bir yazarın böylesine çömertce övülmesinde "Gazi Hazretleri"nin o yazıları beğenmesinin de önemli bir rolü vardı elbet.

1938’de çıkan af yasasıyla geri döndüğünde "unutulan" değil "sevilen" bir yazardı.

Ben, Refi Cevad’ın çiftliğinden döndükten sonra hemen babamın kütüphanesine dalıp Refik Halid’in kitaplarını çıkartmıştım.

Aradığım yazıyı, mizahi bir üslupla yazdığı yazıları topladığı "Kirpinin Dedikleri" kitabında bulmuştum.

Bir eve hacize gelen memurları anlatıyordu yazı.

Memurlar çok hoyratça davranıyorlardı.

İşlemeli bir paravandaki leylek resminin gagasına basıyorlardı mührü.

Ve, piyanoya çivi çakıyorlardı üstüne haciz kağıdını takmak için.

O garip cümlenin nereden geldiğini anlamıştım.

Birbirlerine hiç benzemeyen o yazarlar arasındaki sıcak dostluğun kaynağını da keşfetmiştim.

Çok değişik fikirleri savunmuşlar, çok değişik politik maceralara girmişlerdi ama ortak bir özellikleri vardı.

Hepsi de "piyanoya çivi çakan" ilkel hoyratlıktan sıkılmışlardı.

Geçenlerde babam, Mehmet, ben, üçümüz Boğaz kıyısındaki salaş bir lokantaya gittik.

Koyu lacivert bir deniz, bukleli küçük çırpıntılarla önümüzden akıyor, minik iskeleye küçümen beyaz vapurlar yanaşıp "şehirden" erken dönmüş birkaç yolcusunu bırakıyordu.

Sahile dizilmiş balıkçılar, uzun kamışlara bağlı oltalarını suda ustaca gezdirdikten sonra sakin hareketlerle çekiyorlardı.

Oltalara takılmış istavritler, gümüş virgüller gibi kıvrılarak parlıyordu.

Karadeniz’den esen serince bir rüzgar, karşı tepelerdeki koyu yeşil koruluklardan, yalı bahçelerindeki meyve ağaçlarından, sahillere saklanmış ıslak yosunlardan topladığı kokularla güneşli güne diri bir tazelik katıyordu.

Biz hayattan ve edebiyattan konuşuyorduk.

Babam hiç ihtiyarlamayan o dirençli neşesiyle bize hikayeler anlatıyordu.

Bir ara laf, yıllar yıllar önce gittiğimiz Ulunay’ın çiftliğindeki "kuzu partisine" geldi.

Oradaki yazarlardan söz ettik.

Refik Halid’den, kitaplarından, babamın onunla nasıl tanıştığından.

Onlardan konuşurken babamla Mehmet’in aklından neler geçti bilmiyorum.

Ama ben o güzel günde Refik Halid Bey aramıza katılabilseydi, onu, yıllar önce babamın selamladığı aynı tuhaf cümleyle selamlayacağımı düşündüm.

- Piyanoya hálá çivi çakıyorlar, üstat.

Sanırım o da aynı cevabı verirdi.

- Zaten hep çakarlar...
Yazarın Tüm Yazıları