Hurda fiyatına bankalar satılmamalı

YAŞADIĞIMIZ son ekonomik krizin en kalıcı etkisi bankacılık sektöründe görüldü. Bilançolar alt-üst oldu. Büyük zararlar yüklenildi. Krediler battı. Kar etmek zorlaştı.

Bütün bunlar zamanla düzelecek şeylerdir. Düzelmesi zaman alacak olumsuzluklarla bir süre daha yaşayacağız. Bunlar arasında, bankacılığın itibarı yerle bir oldu. Artık, gençler bankacı olmak istemiyorlar. Banka sahibi olmanın eski cazibesi kalmadı. Banka sahipleri ve banka yöneticileri potansiyel suçlu olarak algılanmaya başladı.

Bankalara yeni sermaye koymanın ekonomik mantığı kalmadı. Fırsat olsa, bankacılıktan çıkmak daha akılcı bir strateji haline geldi. Bu süreçte, yerli ilgilenmeyince, bankacılık sektörüne yabancı sermayenin girmesi en tercih edilen yol oldu. Ama, bankaların fiyatları düştü. Daha altı yıl önce, banka tabelası 60 milyon dolara müşteri bulurken, yabancı sermaye hurda fiyatına Türkiye’de banka alabileceği izlenimini edindi. Bu izlenim hala doğrudur.

Kriz sırasında hiçbir yabancı Türkiye’deki bankalarla ilgilenmedi. Çünkü, ekonomik riskler çok fazlaydı. Teknik deyimiyle, bankalarımız fiyatlandırılamadı. Kriz bitti. Kriz sırasında olabilecek fiyatlarla yabancılar Türkiye’de banka satın almaya niyetlendiler. İktisadi açıdan, yabancılar para vermeden Türkiye’de banka satın alma peşine düştüler. Yanlış bir izlenim verdik. Hatanın bir kısmı da bize ait.

Bankalar çoğunlukla yerli mali tasarrufların değerlendirildiği kuruluşlardır. Çoğunlukla, toplanan tasarruflar yine yerli üretimi desteklemek için kullanılır. Banka yabancı olduğunda, yine yerli tasarruflar toplanır. Ama, iş toplanan tasarrufların değerlendirmesine geldiğinde, yerli üretimin desteklenip desteklenmeyeceği ‘ülke riski’ göz önüne alınarak karar verilir. Yani, yabancı sermayenin elinde yerli kaynak yabancılaşır. Ekonomi için bu küçümsenmeyecek bir risktir.

Bankacılık sektöründe yabancı sermayenin olmaması diye bir şey olamaz. Ama, sektörün büyük bir bölümünün yabancı sermayenin elinde olmasının önemli sakıncaları vardır. Hal böyleyken, yabancıların Türk bankalarını hurda fiyatına almaya çalışmaları, bizlerin de geçmişin acılarıyla böyle bir alış-verişe niyetli olmamız ileride sorunlar doğurabilecektir.

Türkiye’nin yerli sermayesinin bankacılık sektörüne girmesi hem yönlendirilmelidir hem de teşvik edilmelidir. Geçmişte bazı yerli sermayenin bankacılık sektörünü kötü idare etmesi yerli sermayeye güveni azaltmamalıdır. Yaşın yanında kuru da yanmamalıdır. Türkiye’de banka sahibi olabilecek niteliklere sahip bir çok yerli sermayedar vardır. Yerli sermaye için bankacılık yeniden bir ‘prestij’ aracı haline getirilmelidir.

Mali sistemimizin uzun dönemli sağlığı ve kendinden beklenen işlevleri yerine getirmesinin ilacı yabancı değil, yerli sermayedir. Bu konuda bankacılık sektörünün denetimi ve düzenlemesinden sorumlu kamu otoritesinin de önemli sorumlulukları vardır.

Enflasyonun yarattığı hantallık azalıyor

ENFLASYONUN
düşme sürecinde beklenen olağan gelişmeler gerçekleşiyor. Üretimde verimlilik artıyor. Reel ücretler hızlı bir düşüşün ardından ya yerinde sayıyor ya da düşme eğilimini yavaşlayarak devam ettiriyor. Yerli para reel olarak diğer paralara göre değer kazanıyor. Reel faizler arzu edildiği ölçüde düşmüyor.

Paranın değer kaybetmesi ve reel faizlerin yüksekliği yönetime güvensizlik ve ekonomideki hantallıkların sonuçlarıdır. Hantallığın kökeninde ise reel ücretlerin yüksekliği ve yüksek düzeydeki reel ücretlere göre üretimde verimsizlik yatar. Enflasyonu besleyen etkenler hantallık yaratır.

2001 Krizi ile birlikte enflasyonun düşmeye başlaması hantallıkları azaltmaya başladı. Hantallıkların azalma eğilimine girmiş olması, devam ettiği taktirde, enflasyondaki düşüşün kalıcılığı yönünde de olumlu bir işaret vermektedir. Reel olarak kurların düşmesinin, yani paramızın değerli hale gelmesinin olumsuz sonuçları üretimdeki verimlilik artışları ve reel ücretlerin düşmesiyle dengelenmektedir.

Ortalama bazda, reel ücret endeksi 2000 yılında 110.2 iken 2003 yılında 82.3 olmuştur. Reel ücretler son iki yılda yüzde 25 düşmüştür. Buna karşılık, aynı bazda, üretimdeki verimlilik endeksi 2000 yılında 114.5 iken 2003 yılında 133.8 olmuştur. Son iki yıldaki verimlilik artışı yüzde 17’ye yaklaşmıştır.

Bir başka ifadeyle, üretimde birim başına işgücü maliyeti son iki yıl içinde yaklaşık yüzde 46 azalmıştır. Bu gelişme ekonominin rekabeti açısında çok önemlidir. Rekabet açısından olduğu kadar, enflasyonun kalıcı bir biçimde indirilebilmesi açısından da çok önemlidir.

İşin olumsuz tarafı, enflasyon düşerken, verimliliğin artmasına paralel olarak işsizliğin artması ve reel ücretlerin düşmesine paralel olarak genel refahın düşmesidir. Zaten, rekorlar kıran ekonomik büyümenin toplumun geniş kesimlerince hissedilmemesinin arkasında da bu gerçek yatmaktadır. Enflasyonda başarı sağlayabilmek için bir süre bu gerçekle yaşamak zorundayız.

Kamu borcu azalmadan rahatlama olmaz

ESKİ
deyimiyle, ekonomide kemer sıkma dönemi kamu borcu göreli olarak azaltılmadan mümkün olmaz. Dolayısıyla, Türkiye ekonomisi, IMF ile ya da IMF olmadan, kamu kesiminin finansmanında faiz dışı fazla vermek zorundadır. Aksini yaptığımız taktirde, IMF olmadan yolumuza devam ediyorsak, yeniden IMF’ye muhtaç oluruz. IMF ile yolumuza devam ediyorsak, IMF ile daha sıkı bir program yapmak zorunda kalırız.

Kamu sektörünün brüt borcu yaklaşık 300 katrilyon lira oldu. Toplam borçlarımız milli gelirimizin yüzde 83’ünün biraz üzerinde. Gelinen nokta küçümsenemeyecek bir başarı. İki yıl evvel, bu rakam yüzde 110 civarındaydı. Başarının arkasında, ekonomik büyümenin yanında, kamu kesimi finansmanında gerçekleştirilen faiz dışı fazla var. Reel faizlerin, düşmesi bu oranın düşmesine katkı yapmıştır. 2000 ile karşılaştırıldığında, kamu sektörünün dış borçlarının milli gelirimize oranı yüzde 25’lerden yüzde 27’lere çıkmıştır. Artış devam etmektedir. Özel sektör borçlarını da hesaba kattığımızda, dış borçlarımızın milli gelire oranı yüzde 60’ı geçmektedir. Dış borçların yüksekliği ve artma eğiliminde olması her ekonomi açısından önemli bir risk unsurudur. Önümüzdeki dönemde, kamu sektörünün hem iç borçlarının hem de dış borçlarının milli gelirimiz içindeki oranlarını düşürmek durumundayız. Yani, kamu maliyesinde faiz dışı fazla vermeye devam etmek zorundayız. Bu konuda ciddiyet sürdürülebildiği taktirde, reel faizler de düşecektir. O günleri görene kadar, genel anlamda günlük hayatta bir rahatlama olasılığı zayıftır. Düşük enflasyonda yaşamanın da zorlukları vardır.
Yazarın Tüm Yazıları