Geldi... 3 kere vurdu Ama ruh değilmiş!

Bu öyküyü anlatmak için geriye gitmem gerekiyor. Epey geriye...

Takriben 20 yıl geriye...

Ruh çağırmaların aşırı moda olduğu zamanlardı.

Bir masa etrafında heyecan içinde toplanır, biraz meraklı, biraz mahcup, ‘Acaba şimdi n’olacak?’ diye bekleşirdik...

İşaret parmaklarımız ters çevrilmiş bir kahve fincanın üzerinde...

Kesilmiş harfler, ‘evet’ ve ‘hayır’ sözcükleri önümüzde...

Can alıcı cümle şuydu:

‘Ey ruuuuuh... Geldiysen 3 kere vuuuuuur...’

‘Kendi belli et ve evet’e doğru git...’

*

‘Sen hareket ettirdin değil mi o fincanı?’

‘Valla, ben bir şey yapmadım!’

‘Kim yaptı o zaman?! Resmen hareket etti...’

Gülüşmeler, kıkırdamalar...

Yanlış anlamayın, keyiften ve eğlenceden değil, sinirden ve korkudan...

Yani evet, çağırır gelsin diye beklerdik ama içimizden de, bilinçaltımızdan ‘En azından bu seansta gelmesin!’ diye gizlice dua ederdik.

Çünkü asıl korkunç olan, o anda, o mekanda o çağrılan ruhun gelmesiydi.

Muhtemelen altımıza ederdik.

Neyse ki, o ruh bizim çocuksu oyunlarımızı ciddiye alıp hiçbir zaman gelmedi.

Fincanı içimizden kimin hareket ettirdiği de hep muamma olarak kaldı.

*

Sırma’yı daha sonraki yıllarda tanıdım.

Ben artık eşek kadar olmuştum, lise sondum.

Ama ne yalan söyleyeyim, hálá şöyle oyunlar oynuyordum:

‘Güzel Allah’ım senin varlığına inanıyorum. Ama yatak odamın perdesini birazcık hareket ettirirsen, daha da çok inanacağım. En inançlı kulun ben olacağım. Ve merak etme bu ikimizin arasında kalacak, yemin ederim kimseye bir şey söylemeyeceğim...’

Ne o ruhlar geldi ne o perdeler kıpırdadı....

Ama ben o işaretleri aramaktan hiçbir zaman vazgeçmedim.

Sırma, benden daha küçük bir kızdı.

Küçük Evin Laura Ingels’ı gibi saçlarını iki yana örerdi.

Ama asıl özelliği masmavi gözleriydi.

İçinde yüzebileceğiniz kadar engindi gözleri....

Bir gün dedi ki bana: ‘Biliyor musun Ayşe Abla...’

‘Abla deme bana...’

‘Tamam Ayşe abla, biliyor musun biz ruh çağırıyoruz!’

Gerçi ben artık büyümüştüm, ruh çağırmak filan benim için ilkel eğlenme biçimlerindendi.

Ama o eski merak var ya, peşimi bırakmadı.

Kayıtsız kalamadım:

‘Öyle mi? Geliyor mu bari?’

‘Geliyor. Ama hep aynı ruh geliyor. Adı George. Çok iyi biri. Onu seninle de tanıştırmak istiyorum. Bir gün gelsene bize, banyoda çağırıyoruz.’

‘Neden banyoda?’

‘Yer seramik ya, fincan daha kolay hareket ediyor... Bir de annem böyle şeylerden hoşlanmıyor, ondan gizli yapıyoruz.’

Ben de o aralar Stephan King’in Carrie adlı kitabını okuyorum.

Gözleriyle yangın çıkarabilen, özel güçleri olan bir kızın öyküsü.

Hem korkarım hem okurum...

Hem burun bükerim hem de nerede ruh çağırma faaliyeti varsa, giderim...

*

Bu işte bir yanlışlık var.

Sırma dua bile etmedi...

Dua etmeyince gelmez ki bu ruhlar!

Görüntü şu:

Üzerinde ördek resmi olan kocaman bir kahve fincanı -bildiğimiz kupa büyüklüğünde yani- banyonun orta yerinde ters çevrilmiş bir vaziyette duruyor, Sırma da çökmüş dizlerinin üzerine onunla konuşmaya çalışıyor.

Komik bir manzara...

Millet zarif Türk kahvesi fincanlarıyla çalışırken, bizimki annesinin hışmından kurtulabilmek ve annesine çaktırmamak için dev gibi bir kahve fincanıyla çalışıyor, ‘George sana yalvarıyorum lütfen beni mahcup etme, bak Ayşe Abla burada... Hadi hareket et...’ diyor.

Sonra gözlerini kapatıyor, nasıl desem, sanki konstantre olmaya uğraşıyor.

Yere yayılmış harfler yok, ‘evet’, ‘hayır’ yazan kağıtlar yok...

Bu kızlar bu işi bilmiyor, benim vaktimi boşa harcıyor!

Ben tam ‘Hadi bana müsaade’ demeye hazırlanırken, o ördekli kupa hareket etmeye başlamasın mı?

Size yemin ederim o gün orada, hayatım boyunca bir daha hiç tanık olmadığım şeylere tanık oldum. Sırma, o fincan formundaki ya da fincanın altındaki enerji George’la resmen konuştu, güldü, sohbet etti. Her istediği yere aldı, götürdü.

Bir ara, ‘Baksana, belki de senin bu George hep aynı fincan numaralarını yapmaktan sıkılmıştır. Şu havluları da hareket ettirmeyi bir denese’ dedim.

Okuduğum kitapta Carrie öyle şeyler yapabiliyordu.

Sırma o gün o banyoda, gözlerini kapattı, duvarda asılı duran havlulara dokundu-mokundu, artık konsantre mi oldu ne yaptı bilmiyorum ama bir süre sonra o havlular havalanmaya başladı...

Elini nereye hareket ettiriyorsa, havlular oraya geliyor...

Tabanları yağlayıp kaçmak istedim.

O kadar korktum.

Ama bir taraftan onu teşvik de ediyorum...

‘O zaman muslukları da açmaya çalış... Sifonu da çek... Hadi dene...’

O gün o banyoda havlular havada uçtu, sifon kendiliğinden açılıp kapandı, musluklardan sular aktı...

Ve Sırma mavi gözleriyle, ‘Nasıl olur?’ der gibi bana baktı...

Korku filmi gibi..

Ben nereden bileyim nasıl oluyor!

Bunu George Amca mı, Sırma mı yapıyor?

Anneme sormam gerekiyor...

‘Sırma’ dedim, ‘Ben annem ne derse ona inanırım hayatta. Ama haberin olsun ruhlara muhlara inanmaz...’

*

Bizim evdeyiz.

Mami ütü yapıyor.

Sırma marifetlerini anneme de gösterecek...

Bakalım ütüyü de hareket ettirebilecek mi?

Annem oralı bile değil, ama bizi kırmak da istemiyor.

Zoraki de olsa, babamın lacivert pantolonunu ütülemeyi bırakıyor, bizi izliyor...

Sırma çalışmaya başlıyor...

O da ne!

Ütü, resmen babamın pantolonunun üzerinde yürümeye başladı, yürüdü, yürüdü bütün bir masa boyunca ve küt diye yere düştü.

Annemin ne dediğini dün gibi hatırlıyorum:

‘Mein Gott!’

*

Bu kadar lafı neden ettim?

Ben bu işlere yabancı değilim onu anlatmaya çalıştım.

Sırma’yla birlikte yaşadığınız deneyimden bir sene sonra İstanbul’a gelince, soluğu Metapsişik Tetkikler ve İlmi Araştırmalar Derneği’nde aldım.

Derneğin başkanı Ergün Arıkdal ile tanıştım. Yaşadıklarımızı ona anlattım.

En sakin haliyle ‘Telekinesis vakası’ dedi, ‘Olur, bazı insanlarda böyle bir güç vardır.’

Eşyaları hareket ettiren George Amca değil, Sırma’nın bizzat kendisiymiş.

Artık Ergün Arıkdal yok.

O rahmetli oldu.

Oğlu Tarık Arıkdal aynı dernekte (bu arada vakıf oldular, Bilyay Vakfı), babasının görevini devraldı. Ve bu hafta onlar müthiş bir işe imza attılar. Türkiye’de 1. İstanbul Parapsikoloji Konferansı’nı topladılar. Lütfi Kırdar Kongre Merkezi’nin Anadolu Oditoryumu dünyanın çeşitli yerlerinden gelen bilim adamlarını ağırlayacak. Parapsikolojiye ilginiz varsa kaçırmayın derim...

Rüyamda bir kıtanın battığını gördüm Tsunami oldu

Yalan söylemesi için bir sebep yok. Karşımda oturuyor. Beden dili güven verici. Adının açıklanmasını istemiyor. Sahip olduğu bu farklı özelliği kullanarak para kazanmak, şöhret olmak, başkalarına üstünlük kurmak gibi dertleri yok. Aksine gördüğü rüyalardan o da rahatsız oluyor. Korkuyor, çekiniyor. Ona ‘Seninki duru görü fenomeni’ diyorlar. Olacak olayları rüyasında görüyor. Onunki ‘haberci rüyalar’. Henüz zaman ve mekan belli değil. ‘Çeşitli alıştırmalarla sahip olduğun bu özelliği geliştirebilirsin’ diyorlar. O da ‘Aman eksik kalsın, istemem!’ diyor. Anadolu’nun bir kentinde ev yemekleri yapıp satan biri o. Uzmanlık alanı su böreği, öyle kalsın istiyor. Mütevazı, kendi halinde bir hayatı var, karışsın istemiyor. Ama öyle şeyler görüyor ki rüyasında birilerine de anlatmak istiyor. Bilyay Vakfı’nın varlığını öğrenince rüyalarından onları da haberdar eder olmuş. Rüyayı görüyor, onları arıyor, hep birlikte bekliyorlar. Ve üzülerek rüyaların bir bir çıktığına tanık oluyorlar. Tahmin edeceğiniz üzere çevresindeki herkesin ondan ortak ricası şu: ‘Lütfen beni rüyanda görme...’
Yazarın Tüm Yazıları