Geceleyin bir ses böler uykumu neredesin Alya?

"Hadi gel" diyor hoş bir erkek sesi aşağıdan. "Sana içki hazırladım. Martini. Zeytini bile hazır, bekliyorum..."

Sevgilimin sesi beni çağırıyor.

İçim gidiyor ama "Gelemem" diyorum, "Uyumadı daha. Yarın tatile çıkıyoruz. Bu benim Alya ile son gecem. Uyusun geleceğim..."

"Öyle mi?" diyor aşağıdan buruk bir erkek sesi.

"Benimle de tatilimin ilk gecesi. Bana eşlik edersin diye düşünmüştüm!"

Jet hızıyla üzerimi değiştirip, askılı bir elbiseyle aşağıya iniyorum...

*

Böyle bir şey var.

Ben akşamları kızını yıkayan ve uyutan anne olmak istiyorum.

İstiyorum fiili, biraz tuhaf oldu.

Öyleyim zaten.

Ama istiyorum ki, belli bir noktaya kadar da böyle devam etsin.

Şimdi Allah’ı var, inkar edersek çarpılırız, birçoğumuzun yardımcıları var, bizler şanslı kadınlarız, ama yine de böyle bir imkan var diye, ben neden çocuğumu uyutmaktan vazgeçeyim?

Neden kızımla kurduğum o aşk ilişkisinden yoksun kalayım?

Nitekim kalmıyorum.

Ama sürekli şu lafı duyuyorum:

"Nerdesin Ayşe?"

Benim de cevabım standart:

"Alya’yı uyutup geliyorum."

Evet kabul ediyorum, çocuğundan kopamayan manyak anne görüntüsü oluşturuyorum.

Zaman zaman "Kaliteli zaman geçirmek de yeterlidir... Çocuk doğurmak sürekli onunla olmak demek değildir... Pekala bir başkası uyutabilir, parka götürebilir..." laflarını da çok sık işitiyorum.

Allah’tan, en büyük destekçim sevgilim.

Ara ara "Hangimizi daha çok seviyorsun, Alya’yı mı beni mi?" diye sorsa da...

Emin.

Erkeklerden en çok onu...

Çocuklardan en çok Alya’yı sevdiğimden...

"Sen gibi marjinal gazeteciden nasıl böyle anne çıktı, hayret!" diyor, çaktırmadan benimle gurur duyuyor. Anlayacağınız, o da Alya ile kurduğum ilişkiden memnun.

*

İlk kez bu kadar ayrı kalacağız.

İki sevgili çocuğumuzu almadan tatile gideceğiz.

17 ay sonra, Alya ile ben 7 gün birbirimizi görmeyeceğiz.

Sırf bu yüzden Mami, Adana’dan gelmiş, Yıldız, Leman, sürekli hediyeler, şahane babaanne var. Halası, teyzesi de sürekli etrafında...

Merak edilecek hiçbir şey olamaz yani.

Ama işte kimse kızıma benim kadar iyi bakamaz ya. Onu benim kadar iyi anlamaz ya. Koklayamaz ya. Öpemez ya. Güldüremez ya. Hissedemez ya.

Nasıl gerginim.

Tatile mi çıkacağız, ringe mi çıkacağız fakında değilim.

Sevgilim, "Sakin ol, bir şey olmayacak" diyor. Şu anda çocuklarından ayrı tatil yapan milyonlarca anne var dünya üzerinde, telaşa gerek yok."

Öyle olsun, ne yapalım.

Yine de tedbir olsun diye, gerekli numaraları bırakıyorum, yakındaki John Hopkins hastanesinin ve ambulansların numaralarına kadar.

Çaktırmıyorum ama korku içindeyim.

Aslında bakarsanız, itiraf ediyorum, bir şey olsa da program iptal edilse, gitmesek diye bakıyorum.

Ama hiçbir aksilik çıkmıyor, çaresiz gidiliyor.

Kalbimin bir tarafı, sevgilimle baş başa kalmak için can atıyor, ama diğer tarafı "Alyaaaa Alyaaa" diye çırpınıyor.

Alya artık benim beynimin ekran görüntüsü.

Wallpaper’ı yani.

Bütün diğer programlar, o görüntünün üzerinde duruyor.

Evim, işim, yazı, çizi, fotoğraf, yemek, eğlence, uyku...

*

Evden ayrılırken aklımda kalan son fotoğraf, Alya tavşanlı pijamasını giymiş, bana bay bay yapıyor.

Boynunu mu büküyor, gitme mi diyor, ne demeye çalışıyor bu çocuk?

Ama hain annesi, bavullarını alıp gidiyor.

Gidiyor ama kıskançlık da ruhunun dört bir yanını sarıyor.

Alya’yı başkaları uyutacak, koklayacak, göğsüne bastıracak, içine sokacak, öpecek...

Galiba annelik gerçekten aşk.

Kızım hep yanımda olsun istiyorum.

En çok beni sevsin istiyorum.

Bir an evvel, daha çıkamadığımız bu tatil faslı bitsin istiyorum.

Hatta mümkünse, yazı, tatili, İstanbul’u ve her şeyi atlayıp Dubai’ye eskiye, anne- kız düzenimize dönelim.

*

Dalaman’a iner inmez telefon açıyorum:

"İyi mi?"

"Nefes alıp verişini kontrol ettiniz mi?"

Annem "Delirdin galiba, çocuk gayet iyi" diyor. "Sen bir hafta boyunca, ikide bir aramayı düşünmüyorsun değil mi? Valla, çocuğun da dengesini bozarsın, ona göre" diyor.

"Nasıl yani?" diyorum.

"Aklına gelirsin?" diyor.

"Nasıl yani aklına gelirsin, annesiyim ben, tabii geleceğim!"

Bir bozuluyorum, bir bozuluyorum.

Ben çocuğumun aklından hiç çıkmak istemiyorum ki.

Bunlar ne yapmaya çalışıyorlar.

Annemi, anneliği anlayamamakla suçluyorum!

"Benim kızım değil mi Mamiciğim, istediğim sıklıkta ararım" diyorum, "Hadi ben kapatıyorum" diye küs yapıyorum.

Allah’tan annem benden daha akıllı, diyor ki... "İnanmayacaksın ama senin aradığını anladı galiba. Bak telefonu nasıl öpüyor!"

Hem ben mutlu oluyorum, hem de annem neşesini buluyor...

*

Muhteşem bir tatil oldu.

Performansımız acayipti.

Her açıdan.

Mustafa Kaptan, ekibi (Ergün, Yaşar, Kıvanç) ve yemekleri inanılır gibi değildi. Simi de, o fevkalade güzelliğini gözler önüne serdi. Manos’da güzel güzel yedik, danslar ettik, tabakları kırdık.

Ama yine de bir gün önce döndüm kızıma hemen kavuşayım diye.

Ve karşılaştığımızda Alya’nın bana öyle bir bakışı vardı ki, hayatım boyunca unutabilmem mümkün değil...

AH GÖÇEK VAH GÖÇEK

4 Göçek yazını okuyunca, resmen bir sevinç çığlığı attım. Sevgilim ve ben, her yıl 2 kez Göçek’e gider, orada bir pansiyonda kalır, tüm doğayı içimize çeker, tekrar İzmir’e biraz daha sakinleşmiş döneriz. Geçenlerde bir cuma akşamı, iş çıkışı koşa koşa yine Göçek’e gittik ve arabadan iner inmez, sahilde yürüyüşe çıktık. Gözlerime inanamadım. Bütün meydan yıkılmıştı, olduğum yere çöktüm ve ağladım. Biz orasının alışveriş merkezi gibi dükkanlarla dolu modern bir meydan olmasını istemedik ki. Biz orayı, o haliyle, minik Migros’uyla, balıkçı lokantalarıyla, o balıkçı kasabası görüntüsüyle sevdik. Tabii ki ertesi gün dönmeye karar verdik. (Gözde K.)

4 Nihayet bir köşe yazarı Göçek’in haline, son derece samimi ve açık açık "Göçek’in içine edilmiş" tabirini kullanarak, değindi. Bu arada, görmemiş olabilirsiniz, o beton alan belki ileride çime dönüşür diye fıskıyelerle belli saatlerde sulanıyor. Çim çıkmasa bile en azından geçici göller oluşuyor. Gerçekten durum facia ve geriye dönüşü çok zor. Sevgili Oğuz ile ilgili çok doğru bir teşhis yapmışsınız. Gerçekten "güzel bir insan"dır. En önemlisi azimli bir direnişçidir. Yazınız içimize su serpti, bizlere yalnız olmadığımızı hissettirdi. Konunun takipçisi olacağınızı umuyorum. (Murat C.)

4 BBC’den emekli olmuş bir gazeteciyim. Göçek’in minik bir dağ köyünde yaşıyorum: Gökçeovacık. Çarşamba günkü yazınızı çok beğendim. Söylediğiniz her şey doğru. 11 sene önce, Greenpeace’teki Uluslararası İletişim Müdürlüğü’nden istifa edip, 25 yıllık, eskiden orduya ait olan bir Landrover aldım. Birkaç özel eşyamı toplayıp İngiltere’den Türkiye’ye geldim. Bir süre yerleşecek bir yer aradıktan sonra, ki birkaç ayımı aldı. Göçek’i keşfettim. Bir İskoç olarak dağlarda yaşamaya karar verdim ve Gökçeovacık’ta küçük bir çiftlik buldum. Köye dışardan gelen ilk kişiydim ve daha ilk günden içten Anadolu misafirperverliğiyle karşılandım. Benim için burası cennetti. Temiz hava, sıfır nem, bozulmamış bir doğa, kıyıya sadece 10 dakika mesafe, cazip barlarıyla Göçek, dükkanlar ve restoranlar. Kıyıda olan tüm gelişme ve değişimlere rağmen dünyada başka hiçbir yerde yaşamak istemedim. Ancak Türkiye kadar güzel bir ülkenin bu kadar çarpık bir kentleşmeyle mahvedilmesi çok acı. Evet, ne yazık ki Türkler mermer ve çimentoyu seviyor. Yakın zamanda Çevre ve Orman Bakanlığı için bir belgesel çektim. Adı "Çevre ve İnsan." Yerli halkın da katılımıyla, korunan bölgelerin geliştirilmesi üzerine Dünya Bankası’nın, bakanlığa sunduğu bir teşvik projesiyle ilgili. Belgeseli yaparken tüm Türkiye’yi gezdim ve bir sürü korunan bölge ve milli parkların karşı karşıya kaldığı çarpık kentleşme tehdidine tanık oldum. Aynı zamanda Doğal Hayatı Koruma Derneği ve WWF (Worl Wildlife Foundation) için zengin doğaları korumak adına danışmanlık yapıyorum. Umarım başka gazeteciler de sizin çağrınıza kulak verir. Göçek’e geldiğinizde ne zaman isterseniz evime ve köyüme davetlisiniz. (Richard Tredennick-Titchen )

S İ Z  N E D E R S İ N İ Z?

BERRAK’IN BİR ÖNERİSİ VAR


Bir kampanya başlatalım. Daha doğrusu bir protesto kampanyası. Türkiye’nin neresinde olursa olsun, çirkin, ucube yapıları, binaları, daireleri satın almayalım ya da kiralamayalım. Halka açık yerleri eğer çirkinse kullanmayalım. Mesela şekilsiz, biçimsiz, doğaya saygısız, beton yığını otellerde kalmayalım, lokantalarda yemek yemeyelim, cafe’lerde oturmayalım. Ve gördüğümüz çirkinlikleri dile getirelim, belediye başkanına, politikacısına, işletme sahibine yaptığı binanın, sokağın ne kadar çirkin, şekilsiz ve doğaya saygısız olduğunu anlatalım. Ne olur yani böyle bir şeye kalkışsak, ölür müyüz?

Berrak Koyutürk/ Londra

- Hayır, ölmeyiz. Bence şa- ha- ne fikir. Ama hayata geçebilir mi, işe yarar mı bilmiyorum. Yapılması gereken bence okuyucuların bütün çirkinlikleri sıkı takibe almaları, gazetelere ve televizyonlara resmen ispiyonlamaları. Teşhir edilmesi amacıyla fotoğraflarını çekmeleri, baskı unsuru oluşturmaları. Ama tabii bunları yapınca, Türkiye bütün çirkinlerinden kurtulur mu bilemiyorum. Ne kaybederiz ki, biz yine de mücadele edelim. Benim de hep hayalimde üniversiteli gençlerle birlikte Güney’deki sahil kasabalarının, köylerinin güzelleştirilmesi projesi var. Boyaları kapıp gideceğiz, kapıları, pencereleri aynı renge boyayacağız, o beton yolları taş döşeyeceğiz, her yere çiçekler ekeceğiz. Ama hayata geçirmesi, kabul ediyorum ki kolay değil.

NE ALAKA- KEL ALAKA HAMİŞ:

Adana Tenis Dağcılık Spor Kulübü bayanlar takımı, Türkiye 1. Tenis Ligi Şampiyonu oldu. Yaşasın şampiyonlarımız. Yoksa duymadın mı? Evet, duymamışsındır. Senin gibi duymayan Adanalılar vardır diye, bilgi veriyorum. Şampiyonluğumuz yalnız Adana bölgesi medyasında duyuruldu. Bize bir kıyak yapar mısın? (Sefa Ö.)

- Emriniz olur. Adana’nın bir başarısını duyurmak elbette boynumun borcu. Yetenekli tenisçi arkadaşlarımızı yanaklarından öperim.
Yazarın Tüm Yazıları