Bodrum’dan insan manzaraları

Sarı saçlarını gelişi güzel ensesinde toplamış yalnız genç anne ve iki oğlu. Nusaybinli Masum. Bir yılı sonra kaptan çıkacak garson. Şehir kaçkını emekli hariciyeci kadın. Ve kocaman kahverengi gözlükler takmış kahverengi bikinili genç kız...

Sabahın erken saatlerinde çıkıyor balkona.
Haftalardır süren bezdirici sıcaklar bastırmadan. Gün doğmadan.
Kucağına çocuğunu alıp çıkıyor. İki yaşlarında olmalı. Pes sesle ağladığına bakılırsa erkek.
Soluk tenteli, balkona zor sığan salıncağa oturup yavaş yavaş sallanmaya başlıyorlar ana-oğul.
Gıcırtısı taa buraya, bizim bahçeye kadar geliyor salıncağın.
Kendi de çocuk gibi uyuyor mu bilinmez. Kim bilir belki de gözlerini kapamış, günün kendine ayırabildiği bu küçük zaman diliminde düşüncelere dalmıştır. Belki de düşünmeyi çoktan bırakmıştır, kim bilir?
Bir saate kalmaz güneş tepelerin ardından yükselmeye başlar. Bir saate kalmaz beş yaşlarındaki büyük oğlan da uyanır.
Kahvaltıyı balkonda etmiyorlar. Balkon masa almayacak kadar küçük. Öğleden sonra güneşinden korunmak için sinekliğin önüne astığı basma perdeyi aralayıp
Bodrum’dan insan manzaraları
içeri giriyorlar. Sonra ne ses ne nefes. Balkonun yan tarafına asılmış bir iki çamaşır da olmasa iki göz bu küçük dairede birilerinin yaşadığına inanmak zor. Tek bir saksı yok sözgelimi, kireci kireçliğini uzun süre önce yitirmiş balkonda. Üst katlardaki gibi yan cepheye asılmış klima kutusu yok. Gelen giden komşular yok. Kahve molası, çay saati, kurabiye kokusu yok.
Sadece sarı saçlarını gelişi güzel ensesinde toplamış yalnız bir genç kadın ve iki oğlu.
Baba da yok. Belki var ama yok.
Uzaktan gelen salıncak gıcırtısından mı kadının bunca mesafeden bile hissedilen bıkkınlığından mı bilinmez, gözümü açar açmaz
Aklıma Karakoç düştü: ‘Çocuk düşerse ölür çünkü balkon/ Ölümün cesur körfezidir evlerde/Yüzünde son gülümseme kaybolurken annelerin/Anneler, anneler, elleri balkon demirlerinde’ Sezai Karakoç’un Balkon şiiri yani... Sahi nasıl devam ederdi bu şiir? ‘İçimde ve evlerde balkon/Bir tabut kadar yer tutar’

ADI MASUM, KENDİ NUSAYBİNLİ
Masum, dedi adını sorduğumda. Bizim oralarda yaygındır, diye ekledi. O kadar belli ki nerelisin diye sormamı beklediği, sordum. Göğsünü kabarta kabarta Nusaybinliyim dedi. İki yıldır buradaymış. Amcaoğlu gelmiş önce takside çalışmaya, sonra onu çağırmış yanına. Gel sana da ayarlarız bir iş, demiş. O da ikiletmemiş, kalkıp gelmiş. Merkezde çalışıyorum ama bu gün amcaoğlunun işine bakıyorum diye açıkladı, ‘Bitez durağının bütün şoförlerini tanırmışım’ gibi.
‘Bilir misiniz bizim oraları?’ diye sordu ardından, bileceğime hiç ihtimal vermeyerek. ‘Bilirim’ dediğimde inanmadı. ‘Doktor musunuz?’ oldu sonraki soru. Hayır deyince, ‘Memur musunuz?’
Baktım buralardan oralara tayin dışında gidilmeyeceğine adı kadar emin, ‘Darülzeferan’ı gezmek için gitmiştim’ diye açıklamaya giriştim. Kilisenin adını duymasıyla ‘siz’den ‘sen’e geçti. Yüzünde geniş bir gülümseme, biraz da yılışık bir sesle ‘Süryanisin desene’ hükmünü verdi. Değilim desem inanmayacak, laf uzayacak, ne evet ne hayır, başımı salladım.
Çarşının içinden geçerken, ‘Eve bir-iki şey almam lazım, Çapkın Manav’ın önünde durabilir miyiz?’ dedim. Zerzevat tartılırken Bitez Dondurmacısı’ndan bir ona bir bana dondurma istedim. Külahı uzattığımda önce kızardı, ‘İstemem’ dedi. Üsteleyince teşekkür etti. Eve kadar tek laf etmedi. Kapının önünde yeniden sen’den siz’e geçti.
‘Süryanisiniz tamam da’ dedi. ‘Mesleğiniz acaba neydi?’

KAPTAN ÇIKACAK GARSON
Bir yılı kalmış. Son yıl. Sonra kaptan çıkacak. Gün boyu masaların arasında seğirtip servis yapıyor. Çağrıldıklarında aheste adımlarla gelen kıdemli garsonların ondan haz etmedikleri aşikar. İşini neden bu kadar canla başla yaptığını anlayamıyorlar.
Pire gibi oradan oraya koşuşturuyor, yetmezmiş gibi de kimin neyi nasıl sevdiğini aklında tutuyor. Şu hanım çayını sakarinle mi içer, bu bey çoban salatasını maydanozsuz mu yer, hepsi ezberinde.
Gömleğinde tek bir leke, şortunun dikişinde atmış tek bir iplik, sandaletin içine giydiği beyaz çoraplarının burnunda açılmış minicik bir delik gören yok. Her sabah erkenden gelip uzun uzadıya yüzdüğünü, kimsecikler yokken erkekler tuvaletinde tıraş olduğunu, duşunu alıp saçını özenle taradığını bilmeyen de...
Yumuşacık bir sesi var. Hep gülümseyerek konuşuyor, saygıda kusur etmiyor. Öğlen personele çıkan yemeğin neden etsiz olduğunu bir tek o sorgulamıyor. Sabahın dokuzunda başladığı servisin gece yarısını geçtiği halde bitmemesinden de şikayetçi değil.O sabah yüzmeleri yok mu, o sabah yüzmeleri.
Her kulaç onu açık denize biraz daha yaklaştırıyor sanki. Bazen durup ufka bakıyor. Gözleri ufkun rengini alıyor.
Bir yılı kaldı. Bu son yılı. Gelecek yıl kaptan çıkacak.

BİR ŞEHİR KAÇKINI
Taşınma kararını verirken bu kadar zorlanacağını bilemezdi elbet. Bir-iki arkadaşı buraların kışı ayrı güzel olur, demiş aklına bu güney kasabasında yaşama fikrini sokmuşlardı.
Neden olmasındı sahiden? Sinema desen vardı, tam teşekküllü de bir iki -ki bu yaşta önemli- hastane. Bir de iklim vardı elbette. Kış göz açıp kapayana kadar geçiyor, diyordu yerleşenler. Baharın tadına da doyum olmuyor. Zaten ne yapıyordu ki büyük şehirde yaşarken? İşten eve evden işe. Dostları görmeye bile zaman kalmıyordu çoğu zaman.
Parası sınırlıydı, ev alamazdı ama pekala kiralardı. Bu saatten sonra büyük evi zaten kim ne yapsındı? Tam kırk yıl çalışmıştı Dışişleri’nde. Ömrünün yarısı dış ülkelerde geçmişti, yolculukta da gözü yoktu harbiden. Kızı kendi yoluna gitmişti, kocası eski kocası olalı yirmi yılı geçmişti.
Geldi, kaleye bakan iki odalı bir ev tuttu. Briç kulübüne yazıldı. Çeviri yapmak için bir iki yayıneviyle yazıştı. İlk kışı devirdiğinde karşılaşmış, nasıl gidiyor, diye sormuştum. Öve öve bitirememişti: iklimi, bahar aylarında yeri göğü saran Manisa laleleriyle, sarı çiğdemleri.
Bu yıl gitmiş. Nereye, bilen yok. Bir-iki gün ortalarda gözükmeyince evine gelmiş briç arkadaşları. Taşındı, demiş yönetici.
‘Yanına sadece iki bavul aldı’. Dairenin kapısını açıp göstermiş, ‘Bunları da dağıtalım diye bıraktı’. İçeride bir kanape, yatak, buzdolabı ve televizyon. Beyaz işten perdeler asılıymış pencerelerde. Duvarda da durmuş bir guguklu saat.
Bir de Munch’un ‘Çığlık’ resminin raptiyelenmiş posteri.
Duyduğumda içim çekildi...

KAHVERENGİ BİKİNİLİ KIZ
Beline inen pırıl pırıl saçları fönlü. Kahverengi bikinisiyle uyumlu geniş çerçeveli kahverengi güneş gözlüklerinin saplarında ünlü bir modacının logosu var. Ama sahte oldukları belli. Çarşıda on liraya satılıyor. Bunu o da, arkadaşları da, beş metre uzakta yatan ben de biliyoruz.
Belli olan bir şey daha var: Kocaman kahverengi gözlükler takmış kahverengi bikinili bu genç kız, ne kadar rahat gözükmeye çalışsa da o kadar rahatsız. Gözlüklerini bir saniye olsun çıkarmaması, utangaç olduğuna kalıbımı basacağım bakışlarını yabancı gözlerden saklamak istemesinden.
Yanında kendi yaşlarında iki kızla üç delikanlı. Yani iki çift ve gruba dahil olmasının esbabı mucibesi genç bir adam.
Bianca Beach’te sıradan bir ikindi. Öğle yemeği yenmiş, rehavet çökmüş, denize girenler bile yüzmüyor, duruyor. Mayo değiştirme sevdalılarında bile mecal kalmamış. Üzerlerindeki yaş mayolarla gölgeye çekiliyorlar.
Kahverengi gözlüklerini bir an için gözünden çıkarmayan kahverengi bikinili kız arkadaşlarıyla konuşa gülüşe iskeleye geliyor, denize inen merdivenin basamaklarını son basamağa kadar inip tırabzanlara iki eliyle sıkı sıkıya tutunarak eğiliyor ve gövdesini ıslatıyor.
O kadar. Yüzmüyor. Önce saçlarının fönü bozulmasın diye yüzmediğini düşünüyorum. Sonra yüzme bilmediğini anlıyorum. Arkadaşları denizden çıkıp koşarak yerlerine dönüyor. O bikinisini değiştiriyor. Gözlüklerini de.
Bu kez siyah bikini. D&G yerine de Gucci...
Yazarın Tüm Yazıları