Bıyıklar iş görse porsuklar çaya foklar denize kavuşurdu

Hepimiz Mustafa Kemal ve Temsil Heyeti’nin 27 Aralık 1919’da gelişiyle Ankara’nın kaderinin değişmeye başladığını biliriz de, kentin nasıl büyüdüğünü pek bilmeyiz.

Bu yüzden de geçmişini tanımayan her toplumun yaşadığı hatalara tekrar tekrar düşeriz. Bazı kişilere fikren yardımcı olmak için kısa notlarla kentsel tarihimizi bir kez daha anımsatmak istedim.
Aslında kentin ilk planı 1839 yılında Vinke tarafından yapılmıştı. 1892 yılında demiryolunun gelmesiyle de bu küçük kasaba dikkat çekmeye başlamıştı. Atatürk’ün ilk geldiği 1919 yılında nüfusu ancak 25 bini buluyordu. Bu arada şehre, jeneratörden belli saatlerde verilen elektrik 1918 yılında getirilmişti. Şehir Ankara kalesi ve çevresinden ibaretti. İki katlı ahşap evler, küçük bir çarşı, otel, han ve lokantalar ile mezarlıktan sonra ulaşılan bir tren istasyonu, hepsi o... Yol, su kanalı gibi alt yapılar ise yaşayanlardan çok uzakta kavramlardı. Tozlu ve çamurlu yollarda ise en lüks ulaşım aracı at arabalarıydı.
Milli Mücadele’nin ilk günlerinde Çankaya, bağ ve bahçeleri ile yayla görüntüsündeydi. Birkaç küçük bağ evi, bozkırın ortasında yer alan yeşilliklerin arasından zar zor seçiliyordu. Şehirse şimdi Numune Hastanesi’nin bulunduğu tepede bitiyordu. İncesu Deresi’nin olduğu yer ise sel taşkınları ile oluşmuş bir bataklıktan ibaretti. Cebeci ve çevresi çayırlıktı. Yer yer kavun ve karpuz, bağ-bostan ekiliyordu.

KEÇİLERİ KAÇIRAN İNGİLİZLER TEKELİ KIRDI

İşte Çankaya bu dönemde hayat buldu. Mustafa Kemal’e ayrılan bağ evi elden geçirilerek köşk haline getirildi. Hemen yakınına Başbakanlık konutu yapıldı. Türkiye Devleti’ni tanıyan ülkeler, gösterilen yerlere inşaatlarını yaparak elçiliklerini İstanbul’dan Çankaya’ya taşıdılar. Böylece Kale ile Çankaya arası dolmaya başladı. 1950’li yıllardan sonra da Ankara yoğun iç göç nedeniyle gecekondularla çevrelendi.
Ekonomi ise birkaç el ustasının maharetli ellinden çıkan ürünlerle, tarım ve hayvancılıktan öteye gitmiyordu. Bu aşamada Ankara’nın tarihten gelen önemli bir zenginliğinden bahsetmeden geçmeyelim. Bu bozkır kasabasında yaşayanlar en önemli gelirini tiftik ticaretinden sağlıyordu. Üstelik 1838’e kadar bu ticaret Türkiye’nin tekelindeydi. İnce, kıvır kıvır, bembeyaz ve 25-30 santim uzunluğunda parlak tüylü tiftik keçilerinin İngilizler tarafından Güney Afrika’ya götürülmesinden sonra tekel elden kaçırıldı. Ama tiftik keçisinin adı hep Ankara keçisi olarak kaldı. Tabii tiftikten yapılan kazakların adı da “Angora”. Tiftik tekelinin yitirilmesi ise Ankara ekonomisi için en büyük darbe oldu.

ANKARA’NIN NAZİLERDEN KAÇAN ALMANLARI

Ankara, 1924 yılında, Cumhuriyet’in kuruluşundan hemen sonra bugünkü anlamda belediye yönetimine kavuştu. 1984 yılından sonra metropolitan ölçekteki büyük sorunlarla uğraşmak üzere Ankara Büyükşehir Belediyesi ve bunun sınırları içinde çok sayıda ilçe belediyesi kuruldu.
Ankara Üniversitesi 1930’lu yıllarda çağdaş ve Batılı anlamda kurulan ilk üniversite olmuştu. Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip’in, Atatürk’ün emriyle gerçekleştirdiği ‘Üniversite Reformu’ ile kuruluşu gerçekleştirilen bu üniversitede, Nazi Almanya’sından kaçan öğretim üyeleri de ders vermişlerdi. Savaş sonrasında Berlin’in ilk Belediye Başkanı olan ünlü şehirci Ernst Reuter de bunlardan biriydi. Reuter, daha sonraki yıllarda Türk vatandaşlığını terk etmeyi kabul etmemiş, ölene kadar bir Türk ve Ankaralı olarak kalmıştı.

KONUMUZ HİTLER BIYIKLILAR DEĞİL BADEM BIYIKLILAR

İşte bu aşamada Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a bir hatırlatma yapmakta fayda var. Nazi esaretindeki Almanya’dan, dolayısıyla Hitler’den kaçan Almanlar o dönemde aynı sorunları yaşamak için Ankara’ya kaçmamışlardı. Türk bilim, kültür ve mimarisine çok önemli katkılarda bulunan bu insanlar İsmet İnönü’nün bıyığından hiç etkilenmemiş ve Nazizm’e yönelik en ufak bir emare görmemiş olacaklar ki ülkemizde huzur içinde yaşamayı seçmişlerdi. Zaten Atatürk, İnönü dönemi derken de uzun yıllar Ankara’da yaşayıp, kök salmışlardı. Ülkelerine dönenler ise Nazi Almanya’sının yıkılmasından çok sonraki bir tarihi tercih etmişlerdi.
Ve geliyoruz bu günlere. Kuruluş amacını ve ruhunu yıpratmaya çalışanlara rağmen Ankara gelişimini halen sürdürüyor. Şehir dört bir tarafa doğru büyürken, moderniteye dönük yüzünü canlı tutarak kültürel birikimine sahip çıkmaya çalışıyor. Üstelik Ankaralılar bugün yaşadıkları sorunların Hitler tarzı bıyıklılar yüzünden değil, badem bıyıklılar yüzünden yaşadığını çok iyi biliyor. Ayrıca bıyıklar o kadar iş görse porsuklar çaya, foklar denize, ayılar ormana kavuşur, hayvanat bahçesinde yaşamak zorunda kalmazdı.

ECEL ONU EŞİNİN DOĞUM GÜNÜ PARTİSİNDE YAKALAMIŞTI

Mayıs ayının her gelişinde önemli bir tenis turnuvası başlıyor ve benim gibi birçok insanın hafızasından halen silinmemiş bir isim tekrar anılıyor. Bu kişi Levent Güray’dan başkası değil... Bundan dört yıl önce kalbine yenik düşüp, vefat ettiğinde henüz 52 yaşındaydı. Ecel, onu eşi için düzenlediği sürpriz doğum günü partisinde yakalamıştı. Çok sevdiği eşi Deniz için aldığı hediyeyi bile sunamadan doğum günü pastanın yanına yığılıp kalmıştı. Geride gözü yaşlı bir eş ve iki evlat bırakmış ama kendisini çok seven dostlarına acı bir veda busesi kondurmuştu.
Levent’i ilk tanıdığımda eşi Deniz’in peşinde koşan romantik bir aşıktı. Basın Yayın Yüksek Okulu’nda birlikte okuduğum Deniz’i okul çıkışı almak sanki ana görevleri arasındaydı. Tüm okulla kaynaşmış ve adeta bizle beraber okuldan mezun olmuştu. Daha sonraki yıllar iş yaşamında başarılı ve ünlü bir müteahhit oldu. Yollar, barajlar, binalar yaptı ve ülke kalkınmasına hizmet etti. Daha da önemlisi kazandığının büyük bir kısmını sosyal kuruluşlara harcayıp, yardıma muhtaç insanların dertlerine deva olmaya çalıştı.

BENİM İÇİN EN KÖTÜ TARAFI FB’Lİ OLMASIYDI

Belki de benim için en kötü yönü koyu bir Fenerbahçe taraftarı olmasıydı. Hatta Ankara’da ki 1907 Derneği’nin kurucuları arasında yer alan Levent ile zıt düştüğümüz tek konu futboldu. Bir Galatasaraylı olarak maç sonuçlarına bakıp onu kızdırmaktan büyük zevk alırdım. Tabii onun da benden kalır yanı yoktu. Her kötü alınan sonuçtan sonra birbirimize mesaj çeker, kafi bulmayıp telefona sarılırdık. Yıllarca bu duruma öylesine alışmıştık ki, Fenerbahçe’nin bir yenilgisi sonrası benden mesaj ve ses gelmeyince meraklanıp kendisi aramıştı. “ Ne o aramadın, merak ettim. Hasta filan mısın?”
Şimdi beni en üzen tarafı telefonun ucunda onun olmaması. İnanın maç sonuçlarını da eskisi kadar merakla beklemiyorum. Dahası kimseyle yenilgi sonrası mesajlaşıp, telefon bağlantısı kurmuyorum. Ama her yıl bu tenis turnuvasını iple çekip, sevenleriyle birlikte kortta çarpışanları izliyorum. Turnuvaya katılım ise her yıl bir kat daha artıyor. Üstelik çok da ünlü insanlar birincilik için yarışıyor. Bu turnuva sonucu kazanan ise Levent’in kurucusu olduğu ANAÇEV olacak. Zira bütün gelir oraya bağışlanacak.

SİYAH BEYAZ ONUN RENKLİ KİŞİLİĞİNE ADANDI

Ani ölümünün üzerinden tam tamına dört yıl geçti ve dostları, sevenleri tarafından hiç unutulmadı. Adına düzenlenen tenis turnuvası sayesinde de onun şanına yakışır etkinlikler başladı. “Levent Güray Tenis Turnuvası”nın bu yıl üçüncüsü düzenleniyor.
Amaç ise Levent Güray’ın sevdiklerini bir araya getirmekten aldığı keyfi ve yarattığı dostluk ortamını canlı tutmak. Turnuvada O’nun eğitim, sanat ve spora verdiği önemin bir göstergesi olarak düşünülen sanatsal bir boyut da var. Her yıl farklı bir sanatçı tarafından hazırlanan ödüller, bu yıl Alev Mavitan tarafından tasarlandı.
Bu arada Leventle ilintili başka bir aktiviteden de bahsedeyim. Ankara Sinema Derneği Başkanı Ahmet Boyacıoğlu’nun ilk uzun metrajlı filmi olan ve başrollerini Tuncel Kurtiz, Nejat İşler, Taner Birsel, Erkan Can, Şevval Sam ve Derya Alabora’nın paylaştığı “Siyah-Beyaz” filminin sonundaki bölümde Levent’in anısı bir kez daha canlanıyor. Zira film “Levent Güray’ın anısına” sözleriyle bitiyor. Filmin senaryosu Ankara’da 25 yıldır açık olan Siyah Beyaz adlı bar ve sanat galerisi ile onun müdavimlerinden esinlenerek yazılmıştı. Dahası filmdeki karakterlerin hepsi halen Siyah-beyaz’ın müdavimleri olan insanların hayat hikayesini yansıtıyor. Orada barın sahibi Faruk Sade ile eşi Funda da var, Hülya Avşar’ın kız kardeşi Leyla Avşar da.

FİLM KARESİ DEĞİL GERÇEK, YAŞATMAK İÇİN SERVET HARCADILAR

Filmin yönetmeni Ahmet Boyacıoğlu ile Levent Güray’ın Zonguldak’tan okul arkadaşı olduğunu, filmin bazı kesitlerinin o dönemde yaşanmış gerçek hiyakeyeleri beyaz perdeye aksettiğini vurgulayayım. Aslında yönetmen Boyacıoğlu tıp tahsili yapmış iyi bir doktor ama sinema heyecanı tüm benliğini o kadar kaplamış ki, tercihini bu sektörden yana kullanmış bir ideal adamı. Onun bu ideallerine kayıtsız kalmayan Akman Holding’in Yönetim Kurulu Başkanı Ali Akman ise bir prodüksiyon şirketi kurarak bu filmin finansmanını sağlamış.
Filmi seyretmeye gittiğim günün akşamı hep birlikte Siyah Beyaz Bar’da buluştuk. Zira o gün barın bahçesinin yaza merhaba partisi vardı. Gitmeyenler için bir tavsiyede bulunayım, bahçesi çok güzel ve dekoruyla sizi alıp Bodrum keyfine götürüyor. Yemyeşil bir tabiat örtüsünün içindeki beyaz dekor gerçekten çok güzel... Asıl güzel olanı ise barın müşteri profili. Bu profili yaratmak ve muhafaza etmek içinse kurallarından taviz vermeyen Faruk- Fulya Sade çifti büyük bir hassasiyet içinde. Öyle ki bar ve içindeki sanat galerisini yaşatmak için birçok mülkünü satmış, daha da önemlisi halen satmaktan çekinmeyen idealist bir çift. Bu bardan önce kendileri zevk alıyor sonra müdavimleri. Para ise onlar için çok ama çok arka planda.
Yazarın Tüm Yazıları