Bir günde hayat nasıl değişir

Benim annem hayattır. İçinden hayat fışkırır. Belki savaş çocuğu olduğu için, belki çocukken Almanya’da Doğu’dan Batı’ya kaçtığı için, bilemeyeceğim artık, belki de roman gibi inişli çıkışlı bir hayatı olduğu için...

Güçlüdür.

Küçük rüzgarlar onu üfüremez.

Hayata asılır.

Dört elle sıkı sıkı sarılır.

Her an öğrenme halindedir, durmadan kendini yeniler.

Her zaman hayatı kucaklar.

Onu izlerken, dinlerken yorulursunuz.

Biraz da şaşırırsınız, nereden buluyor bu enerjiyi diye.

Güldürür de aynı zamanda insanı, komiktir, matraktır.

Ve naiftir.

İçinde mavi gözlü bir çocuk yaşar.

Politik olmayı bilemeyen bir çocuk.

Küt diye söyler söyleyeceğini.

Tanıdığım en doğrudan insandır.

Kıvırtması yoktur yani.

Bu yüzden başının sık sık belaya girdiği de olur.

*

Hayatta, en büyük isteğim, ona benzemeye çalışmak.

Yapabilirsem tabii.

Neden?

Çünkü 64’ünde bilgisayar kullanmayı öğrendi.

Ama sadece yazı yazabilmek onu kesmedi.

İşi ilerletti, kamerayla çektiği görüntüleri bilgisayara yükledi, çeşitli programlar öğrendi, kısa filmler, klipler yapmaya başladı.

Peki bunu nasıl becerdi?

Hiçbirimiz onun bu hobisiyle ilgilenmedik, yardımcı olmak için bir şey yapmadık.

O da gitti kendine bir bilgisayar hocası buldu.

Şimdi gelin görün siz annemi.

Bilgisayarından onu kaldırabilene aşk olsun.

Kafasına bir şey koymaya görsün.

Vazgeçiremezsiniz.

Bundan 23 yıl önce Adana’da bale okulu açmak istediğinde, "Bu memlekette çocuğunu kim baleye gönderir ki?" denmişti.

Mami o okulu açabilmek için tam 14 yıl bekledi.

Yani pasif olarak değil, mücadele etti.

Ama şimdi 23 yıldır bale okulu sahibi.

*

İnsanın hayatı bir gün, hiç beklemediğin bir anda...

Pat diye değişiveriyor.

Bir şey oluyor...

Eski hayatın elinin altından kayıveriyor.

Bize de öyle oldu.

Daha doğrusu anneme...

Bundan iki hafta önce...

Şen şakrak, balede öğrencilere ders verirken...

Başında bir ağrı hissediyor.

Sinsi bir ağrı.

Bıçak saplanıyor sanki.

Gözlerinin arkasına geçiyor.

Oradan sinüslere iniyor.

Bir yanma, bir keçelenme, bir uyuşma, resmen yıldızlar görüyor gündüz vakti.

Geçsin diye bekliyor.

Geçmiyor.

Bale okulunun ortasında, öylece, kafası ellerinin arasında ayakta dikiliyor.

Tam geçti derken, aynı şey bir daha tekrarlanıyor.

Bir süre sonra, her şey biraz sakinleşince, ağrı eşiği yüksek ya, derse ve hayata devam ediyor.

O sinsi ağrı da peşinde...

İki gün daha başı ağrıyor...

İlaç içmez, sağlığının bozulması onu utandırır, zırt pırt doktora gitmeyi talep eden mızmız biri gibi algılanmaktan çekinir.

Ama üçüncü günün sonunda dayanamıyor artık, bir beyin cerrahından randevu alınıyor ve MR çekiliyor.

Mami’nin normal rutininde bu ağrı önemsenmeyebilirdi...

Ablama haber verilmeyebilirdi...

Annem, ablamın "Doktora gidelim" önerisini kabul etmeyebilirdi...

İki ağrı kesiciyle, iş geçiştirilebilirdi...

Çok şükür bunların hiçbiri olmadı.

*

Nasıl yani anevrizma?

Ne demek!

İnanmıyorum.

Olmaz öyle şey.

Senin gibi sağlıklı bir kadın, aklım almıyor...

"Ama ne yazık ki öyle" diyor annem.

Hafiften dalgasını geçerek, "Kafamda bir saatli bomba varmış. 7 milim büyüklüğünde bir balon. Üstelik galiba kanamış. Her an bir daha kanayabilirmiş. O zaman da benim için hiç iyi olmazmış..."

Eeeee ne olacak şimdi Mami?

"Balonun yok edilmesi gerekiyormuş."

Nasıl?

"Bilmiyorum."

*

Anevrizma deyip geçmeyin.

Dünyadaki üçüncü en büyük ölüm sebebi.

Kanser ve kalpten sonra.

Pek çok insan kafasında olan balonlardan habersiz yaşıyor.

Sadece Amerika’da 5 milyon insanda anevrizma var.

Bunun 30 bin tanesi her yıl kanıyor.

15 bini kanadığı anda ölüyor.

Biri iki dakika içinde.

Geri kalan 15 binin yarısına felç iniyor, geri kalanlar ise müdahale ile hayata döndürülüyor.

Biz ise, Ebru Gündeş’in hastalığı olarak tanıyoruz.

*

Peki şimdi ne yapacağız?

Ailece, Mami’nin İstanbul’a gelmesine karar veriyoruz.

Uçağa koyuyoruz, getiriyoruz.

Eyvah!

Biz ne yapmışız...

Asla yapılmazmış, çok tehlikeliymiş, uçak basıncı hayati tehlikeyi artırabilirmiş, Allah’a şükür yırtıyoruz...

Kime götüreceğiz?

Neyyire’ye telefon ediyorum, Tufan Türenç’e soruyoruz, bu alandaki bir numara Profesör Dr. Cengiz Kuday’dan randevu alınıyor.

İşte karşısındayız.

Hoca, duruma vakıf olduktan sonra, bizi Cerrahpaşa’ya gönderiyor.

Nöroradyolojiden iki genç profesöre, Naci Koçer’e, Civan Işlak’a.

Onlar da sıradan doktorlar değil.

Bilim adamları.

Hayatlarını adamışlar bu işe.

Alanlarında dünya üzerinde parmakla gösterilenlerden.

Anlatılacak gibi değil, görmek yaşamak lazım, muayenehaneleri bile yok, üstelik belirli günlerde ihtiyacı olan hastalara ücretsiz bakıyorlar.

Anneme, anjiyo yapılamıyor, balondan bu şekilde kurtulmak mümkün olmuyor, annemin damar yapısı müsait değil.

Gerisin geriye, Cengiz Hoca’ya dönüyoruz.

Tek çare, cerrahi müdahale.

Hoca konuşuyor:

"Beynin cerrahisinin en zor operasyonu bu, haberiniz olsun. Çok çok riskli bir ameliyat. Yüzde 20, annenizi kaybetme ihtimalimiz var. Ameliyatta her an, her şey olabilir. Felç kalabilir, bir tarafı tutmayabilir, konuşma zorluğu çekebilir. Neler olabileceğini önceden kestirmek zor, hazırlıklı olun. Üstelik annenizin doğuştan beyin damarlarından biri eksik, bu da tabii işimizi zorlaştırıyor. Kafatasını açıp balonlu damara ulaştığımızda, sadece iki buçuk dakikamız var, o süre içinde klipsleri takmamız gerekiyor. Başka insanlarda daha rahatız. Çünkü o sırada beyin, diğer damardan besleniyor. Oysa annenizde tek damar olduğu için, hata yapma hakkı yok. Karar onundur..." dedi.

*

Mami düşünmedi bile.

"Yapacak başka bir şey yok anlaşılan. Tamam, benim itirazım yok" dedi. "Fakat ne zaman çıkabilirim, normal hayata dönebilirim? Çocukların resitali var, beni bekliyorlar Adana’da..."

Benim annem işte böyle bir kadın.

İnanılmaz cesurdu.

İnanılmaz pozitifti.

Üstelik ameliyat sabahı bile güzeldi, dudağında ruju, hafif bir far ve rimel...

Onu ameliyathaneye götürecek hastabakıcı odaya girdiğinde, hepimizin yüzüne tek tek baktı ve şüpheyle:

"Dokuz otuzda ameliyat olacak hasta kim?" dedi.

Güldük.

Gri eşofmanı ve beyaz tişörtüyle gülümseyen annem, "O şanslı benim!" dedi.

Üç kardeş, onu aşağı kadar indirdik.

Son anda bile bize, "Erkekler böyle zamanlarda daha kolay yıkılıyorlar. Babanıza destek olun. Aman aç kalmasın, kahvaltı yapsın..." dedi.

"Ağlamayı da bırakın. Sağ salim döneceğim merak etmeyin..."

Beyin ameliyatına girerken bile, bizi toparlamaya çalışıyordu.

*

Ve ve ve....

Ameliyat, başarıyla gerçekleşti.

Hoca, mahir elleriyle, klipsi 40 saniyede yerleştirdi.

Annem, yoğun bakıma alındı.

Daha ameliyatın üzerinden 48 saat geçmemişti ki, gözlüklerini ve Almanca dergilerini istedi.

Birkaç gün sonra da hastaneden çıktı.

Şimdi, evde dinleniyor.

Bale okuluna, çocuklarına, resitaline ve kocasına kavuşacağı günleri iple çekiyor...

HAMİŞ: Annem için en zor kısmı bu, beklemek. O istirahat etmeye alışık değil. Cengiz Hoca’nın "Tamam Adana’ya dönebilirsiniz" dediği anda havaalanına gidecek, Adana’ya uçacak ve işinin başına dönecek...

MAMİ’DEN HAMİŞ: Sağlıklı olmanın değerini bilmiyoruz aslında. Her zaman sağlıklı olacakmışız gibi geliyor. Oysa hiç beklemediğimiz anda, her şey birdenbire değişebiliyor. Ve ne yazık ki sağlıklı olmanın kıymetini anlayabilmemiz için, illa başımıza kötü bir şey gelmesi gerekiyor!
Yazarın Tüm Yazıları