Bambu Bar’da bir Yakuza

Eğildi, sandalyenin altından çanta benzeri bir şey aldı, açtı, bir tomar kağıt çıkartıp önüme sürdü. Bu sayfada yayınlanmış bazı yazılarımın internet çıktılarını gördüm.

"Haftalar öncesinden Wagner’e biletim var" diye direnmem işe yaramadı. Gece, "Gel, kır beni. Göm beni, göm beni. Seninle işim bitti. Gözlerime bak. Beni öldürüyorsun" naralarıyla başladı, parmakları kesik ve sarhoş bir Yakuza’nın, "N’olur romanımı yaz" yalvarışlarıyla sürdü. Burası Bambu Bar, Viyana.

2005 Mayıs’ından bu yana yılda üç kez Viyana’ya geliyorum ve şehir merkezine bir hayli uzakta, ama çalıştığım yerin hemen karşısında, ufak bir mutfağı bulunan bir otel odasında kalıyorum. Sabah 8.30’da başlayan toplantılar neredeyse 18.00’e kadar sürüyor. Ama bu kez kararlıyım. Kentin bitmek tükenmek bilmeyen kültürel olanaklarından yararlanacağım. Günlerden 22 Mayıs Perşembe, devlet operasına biletim var. Wagner’in Lohengrin’ine.

Birleşmiş Milletler’de çalışan, fazla muhabbetimiz olmayan Japon asıllı bir hukukçu ilk kahve arasında beni buluyor. "Bu akşam size bir sürprizim var," diyor telaşla. "Kesinlikle olmaz," diye yanıtlıyorum, "Operaya gideceğim." Gün boyu, her fırsatta ısrarını sürdürüyor, hatta yalvarıyor. Soruyorum, "Neymiş bu sürpriz? Bir ipucu verin, belki fikrimi değiştiririm." "Fuchu Cezaevi’nde yatmış bir mahkûm sizinle tanışmak istiyor," diyor ve sürdürüyor. "Suçunu söylemem, ama onun gibisine bir daha rastlayamazsınız." "Bir erkek" diyorum içimden. Fuchu’da, sadece erkekler var. Aklıma, o cezaevinde yapılmış ilginç bir araştırma geliyor. "Yabancı olabilir" diye düşünüyorum. Çünkü Japonya’da suç işleyen yabancılar Fuchu’ya gönderiliyor. "Örgüt mensubu ya da madde bağımlısı" diyorum ve çoğunu tutturuyorum.

SANDALYENİN ALTINDAN ÇIKAN HÜRRİYET PAZAR SAYFALARI

Avuç içi kadar yarı karanlık bir mekanda, birbirine çok yakın masalarda oturmuş, aynı parçayı üçüncü ya da dördüncü kez dinliyorduk. Wagner hayalleri kuran ben, Amerikan rock grubu 30 Seconds to Mars’ın, bir rastlantı eseri nakaratını bildiğim The Kill (Cinayet) adlı şarkısını öldürmeye yardım etmekteydim. Sıra bana geldiğinde, elime tutuşturulan mikrofona "Bury me, bury me", yani "Göm beni, göm beni" diye bağırıyordum. Hukukçu arkadaş, "Sözler de tam size göre" diyerek, dalga geçiyordu. Etraf sıcaktı, bira, yanmış yağ ve ter kokuyordu. Bir saatten fazladır, 38 numaralı tramvayın istasyonuna yakın bir bodrum katında karaoke yapılan barda gecenin sürprizi, Fuchu mahkûmu her kimse, onu bekliyorduk ve ben giderek sinirleniyordum.

Yanı başıma iliştiğini fark etmemiştim. Kulakları tırmalayan detone sesler arasında "Profesör Atasoy, ben Okaza" dediğini duydum. Beyaz gömlekli ve siyah takım elbiseliydi. Koreli ya da Japon’du. Yaşını tahmin etmek zordu. Çok bozuk bir Almanca konuşuyordu. Kalın ve çatallı bir sesle, beni buraya getiren avukatı nereden tanıdığını anlattı.

Sonra eğildi, sandalyenin altından çanta benzeri bir şey aldı, açtı, bir tomar kağıt çıkartıp, önüme sürdü. Hürriyet Pazar’da, yani bu sayfada yayınlanmış bazı yazılarımın internet çıktılarını gördüm. Meğer Japonlarla ilgili ne çok şey yazmışım. Yatak odasındaki hikikomori, kaçırılan Megumi Yokota, genç kızı sosa batırıp yiyen Issei Sagawa, insan deneyleri ve daha başkaları. "Hayrola," dedim merakla "Türkçe biliyor musunuz?"

Türkiye cezaevlerinde yazılarımı okuyan mahkûmlara alışıktım da, ünümün (!) Fuchu’ya ulaşması garibime gitmişti. Alışılmadık genişlikteki yüzüne bir gülümseme yayıldı, "Fuchu çok gerilerde kaldı," dedi, "bunları Almanya’da tanıştığım bir Türk verdi." Sonra, cesaret almak istercesine arkadaşıma baktı ve bana döndü, "Ne olur beni yazın," dedi, "benim hayatım roman." Güzelim programım zaten mahvolmuştu, "Hele anlatın bakalım", dedim, "düşünürüz." Saat, gece yarısını çoktan geçmişti. Ertesi sabahki oturumu ben yönetecektim. "Lütfen kısa kesin," diye ekledim, "erken kalkmam gerekiyor."

PARMAKLARI KESİKSIRTI EJDERHA DÖVMELİ

Bir kilisenin adını vererek, "Gelecek pazar günü günah çıkartacağım. Geleceğinize söz verin, yoksa anlatmam" diye başladı söze. Hayretle sordum, "Tanık önünde günah çıkartmak hangi dinde var?" Okaza, bedenine göre son derece ufak, üzeri bir hayli kırışmış etli ellerini masaya koydu. Sağ eliyle, sol elinin küçük parmağına uzandı, hafifçe çekti. O da nesi? Parmağın ucu protez. Sonra, yüzük parmağındaki protezi çıkarttı. Gözlerime inanamıyordum. "Adam, bir Yakuza mı?" diye geçti aklımdan. "Yoksa, dövmeleri de var mı?" Kendimi tutamayıp sordum.

Yavaşça kalktı, benden en az iki kafa uzundu, arkasından yürüdüm. Tuvalete giden koridorda tavandan sarkan ampulün altına gelince durdu. Ceketini çıkartıp bana uzattı, sırtını döndü, gömleğini sıyırdı. Ensesinden başlayan, bir omzundan diğerine yayılan, yılanlar sarılı, kanatlı, rengi solmuş bir ejderha, belinin altına doğru uzanıyordu. Yoksa cezaevinde geçirdiği her yıl başına, bir yerinin derisi altına gömdüğü inciler de mi var? "Saçmalama" dedim kendi kendime. "İnci konusu, şehir efsanesi olmalı."

"Önceki hayatında neler yaptın?" diye sordum. "Parmaklarını neden kestin? Neden günah çıkartacaksın?" "Fuhuş, kumar, uyuşturucu" gibisinden bir şeyler geveledi. Kesik parmakları, dövmeleri ve cezaevi geçmişine rağmen, isminin Okaza olduğunu söyleyen ve ısrarla soyadını vermek istemeyen bu adama inanmak gelmedi içimden. Masaya döndük. Bir takım gençler, kol kola girmiş, "Tridi-he-yo, di-he-yo, tri-di-yo" diye böğürürken, avukatla eski mahkum birkaç bira daha içti. Kobe doğumlu bir Koreli olduğunu öğrendim. "Postmodern absürdite bu olsa gerek" diye düşündüm. "Kalkın, gidiyoruz" dedim, birdenbire. "Sesini kaydedeceğim, özel bir makineyle stres düzeyini inceleyeceğim. Bakalım, anlattıkların doğru mu." Belki ürküp cayar, ben de gidip uyurum diye ummuştum. Oysa o, bir roman kahramanı olacağını sanarak hevesle ayağa kalktı.

BEDEN DİLİ YALAN SÖYLÜYOR

Okaza’nın anlatacaklarının bir bölümünün yalan olacağına adım kadar emindim. Sesini kaydetmek istememin nedeni, bir yandan onu vazgeçirmeye çalışmak, bir yandan bilgisayarıma yüklenmiş bir yazılımı denemekti. Büyük bir olasılıkla, en az üç yüz yıllık geçmişe sahip Japon mafyası ile ilgili, ne basılırsa okunduğunu bilmekteydi. Shoko Tendo’nun, uyuşturucu, fuhuş ve şiddet içinde geçen gençlik hatıralarını sorduğumda, "O, gangsterin kızıydı, ben ise onlardan biriydim" diyerek küçümsemişti.

Sabah olmak üzereydi. Kaldığım otelin lobisinde ben soruyordum, o anlatıyordu, not alıyordum. Ancak aldığım notlar, anlattıklarını unutmamak için değil, beden diline ait gözlemlerimdi. Öte yandan, bilgisayarın ekranındaki renkli çubuklar, sesinin titreşimlerine uygun şekilde bir yükselip, bir iniyordu.

Okaza, babasının tabak, çanak satan bir Koreli olduğunu ve Japonların kendilerini nasıl aşağıladığını anlattı. Kötü öğrenciliğini, evden kaçışını, Yakuza’nın Yamaguchi-gumi ailesine katılışını, 1995’te Kobe’yi yerle bir eden depremde, halka günlerce su, battaniye ve yiyecek dağıtanların hükümet değil, kendileri olduğunu ve örgütte önemli bir pozisyona kadar yükseldiğini öğrendim.

Metamfetamin satışından Fuchu’ya düşmeden önce, Tokyo’nun Kabukicho bölgesindeki bazı gece kulübü, lokanta ve karaoke barlardan örgüt için haraç topladığını, ayrıca Filipinli kızların geneleve yerleştirilmesinden sorumlu olduğunu, aşık olduğu kadına kur yapan bir başka örgüt üyesini öldürmeye kalkınca ilk parmağını, patrondan habersiz evlenince ikinci parmağını kesmek zorunda kaldığını, tutuklanınca örgütten atıldığını söyledi.

Bir ara, "Çok içtim, çok uyuşturucu kullandım, çok adamın vurulduğunu gördüm" dedi. "Tamam," dedim içimden, "şimdi yalan söylüyor." Yüzüme bakarak konuşmasına rağmen, gözleri gözlerime değil, kendi sağına doğru odaklıydı, daha sık kırpıyordu, gülümsemesi asimetrikti, 10 saniyeden uzun sürmüştü ve elini burnuna götürmüştü.

Bedeni, yalan söylemenin bir değil, birkaç işaretini birden vermişti. Okaza, cinayetlerin sadece tanığı değildi. Bir Yakuza uyuşturucu sattığı ya da haraç topladığı için günah çıkartmazdı. Bakalım, "Kulağınızın duyamadığı ses titreşimindeki farklılıkları, karmaşık matematiksel algoritmalarla değerlendirir, doğruyu, yalandan ayırır" şeklinde reklamı yapılan yazılım tahminlerimi destekleyecek miydi? "Yeniden görüşelim" dedim, "Ama gerçek adın ne?" Güneş gözlüklerini taktı, "Gelecek pazara mutlaka bekliyorum" dedi, saygıyla eğildi ve gitti.

85 bin Yakuza’dan birini tanıdım

Japon mafyası, batıda bilinen adıyla Yakuza ya da Japon yasalarında geçen tanımlamayla Boryokudan (şiddete başvuran örgütler), ulusal ve uluslararası düzeyde yasadışı örgütlü faaliyette bulunan, otuzdan fazla çetenin toplu adı. Bunlar, tefecilik, kumar, düzmece evlilik, kredi kartı sahteciliği, gasp, hırsızlık, haraç, fuhuş, pornografi, kara para aklama, uyuşturucu ve silah kaçakçılığı işlerinin yanı sıra emlak ve turizm sektöründe tekelleşmeye varan bir dizi eylemin içinde yer alıyor. Son yıllarda yasadışı faaliyetlerine, bir ülkede çalınan otomobilin, başka bir ülkede satılması da eklendi.

Yakuza’nın, özellikle Pakistanlı ve Hintlileri kullanarak Japonya ve Singapur’da çaldırdığı otomobilleri değişik ülkelerde pazarladığı biliniyordu. 2008 Mayıs’ı başında, Yeni Zelandalı bir çiftin, bir otomobil galerisi aleyhine açtığı dava sırasında, satın aldıkları Mercedes Benz CLK 320’nin, 2002’de Yakuza’nın talimatı üzerine Londra’da çalınıp önce Japonya’ya, oradan Yeni Zelanda’ya nakledildiği ortaya çıktı.

Japon polisini denetleyen, bağımsız Ulusal Polis Ajansı, 1958’den bu yana Boryokudan istatistiği tutuyor. Buna göre, 1968’de 184 bini geçen üye sayısı 2007’de 84 bin 700’e düşmüş. 41.500’ü "tam gün" çalışıyor, geri kalanı zaman zaman eylemlere katılıyor. Polis, "yarım zamanlı" üye sayısının, tarihte ilk kez "tam zamanlıları" geçtiğini kaydediyor. Yakuzaların büyük bir bölümü, Kobe merkezli Yamaguchi-gumi, Tokyo merkezli Sumiyoshi-kai ya da Inagawa-kai örgütlerine mensup. Benim karşılaştığım Yakuza, üye sayısı 40 bini aşan Yamaguchi-gumi için çalıştığını söylemişti.

Aşk dedektörünün az gelişmişi

Cesar Lombroso’nun, ifadesi alınan İtalyanların tansiyonunu ölçmesinden bu yana geçen 120 yılda, yalan ile doğrunun ayırımında kullanılabilecek pek çok gereç geliştirildi. Poligraf, diğer bir deyişle yalan makinesi bazı ülkelerde yaygın bir uygulama alanı buldu ve halen Hindistan’da soruşturmaları yönlendirmede kullanılıyor.

Elde taşınabilir poligrafları, Amerikan birlikleri Irak’ta denedi. Güvenilirliği yüzde 90’ın üzerine çıkamamakla birlikte, 2008 Nisan başından bu yana Afganistan’daki bazı kontrol noktalarında da kullanıyor. Bilgisayar destekli ses stres analizörü, kısaca CVSA ise, poligrafa göre uygulaması daha kolay, hızlı ve ucuz. Sorgulanacak kişiye birtakım aletler bağlanmasını gerektirmiyor. Üstelik, telefon ve video kayıtlarındaki ses titreşimleri değişikliklerini de inceleyebiliyor. İmalatçıları, Pentagon’un itirazına rağmen, Irak ve Afganistan’daki bazı sorgularda kullanıldığını iddia ediyor. Kimilerine göre, ABD’de sayıları 1400’e varan polis biriminde uygulanan CVSA teknolojisi, yazı tura atmaktan farksız.

Hatırlarsanız, 2005 sonbaharında, sevenlerin gündeminde "aşk dedektörü" diye bir yazılım vardı. Önce bir telefon numarası aranıyor, ardından, duyguları merak edilen kişinin numarası tuşlanıyordu. 3-5 dakikalık havadan sudan konuşmadan sonra, önce karşı tarafın telefonu kapatması sağlanıyor, hatta bekleniyor ve arkadaşın ses analiz sonuçları öğreniliyordu. Yani, "sevip, sevmediği". Basitleştirilmiş CVSA teknolojisine dayanan aşk dedektörü yazılımını, artık bilgisayarınıza internetten indirebiliyorsunuz. Ancak benden söylemesi, sakın sonuçlara güvenip sevgilinizi terk etmeyin.

Yakuza olduğunu ileri sürüp "Romanımı yazın" diye tutturan adamın sesini kaydettiğim bilgisayara ise gelişmiş bir CVSA yüklüydü. Siz bu satırları okurken, Bay Okaza büyük bir olasılıkla kilisede günah çıkartıyor olacak. Ben ise, aynı saatlerde memlekete dönmek üzere uçağa bineceğimden, CVSA sonuçlarını ona söyleyemeyeceğim.
Yazarın Tüm Yazıları