Sevil Atasoy

İtalyan medyası Wilma Montesi’yi nasıl öldürdü?

10 Mayıs 2009
Marangozun kızı kumsalda bulundu. Savcıya göre ölüm nedeni kazaydı. Kızın ailesine göre cinayet. Medya katilin adını da koydu. Bir süper tanık, yıllar süren bir dava... Fellini’nin La Dolce Vita filmine ilham vermiş bir olay. Tam 56 yıl öncesi Roma’dan, ancak her dem taze bir örnek.

Güneşli ama serin ve rüzgarlı bir cumartesi sabahıydı. 11 Nisan 1953. Roma’nın 20 kilometre kadar uzağındaki plajların birinde çalı çırpı toplayan temizlik işçisi Fortunato Bettini, soluklanmak için bir an durdu, elindeki küreği kuma sapladı, torbasındaki yarım ekmeği çıkarttı, ağzına götürürken denize doğru baktı. “Böyle boş olması ne güzel, ay sonuna doğru iğne atsan yere düşmez bir hal alacak.” diye geçirdi içinden. Aslında yanılıyordu. Bulunduğu yer, halka açık olmakla birlikte, az ötedeki malikanelerde oturan zenginlerin tercih ettiği Torvajanica plajıydı, orta halliler, 15 kilometre kuzey-batıda yer alan ve Roma’ya daha yakın olan Lido di Ostia plajına doluşurdu.
İşçi Fortunato, bir anda elindeki ekmeği fırlatıp, tepe aşağı koşmaya başladı, suyun kenarında bir cisim görmüştü. Gördüğü, bir kadın cesediydi. Ailesinin iki gündür kentin her yerinde aradığı, bir polisle nişanlı, 23 yaşındaki güzel Wilma Montesi’nin cesedi.
Olay yerine ilk gelen bir jandarma oldu. “Şaştım” diye anlatacaktı çok sonra, “Bir karış denizde insan nasıl boğulur? Yarı bedenine kadar suyun içindeydi, bacaklarından tutup kumsala çektim, sağ sola çevirdim, kimlik aradım.” (Çevredeki ayakkabı ve otomobil lastik izlerininin bu yüzden kaybolduğu iddia edilecekti.)
Genç kızın üzerindekiler, resmi kayıtlara “Boynundan tek düğmeli sarı ceket, beyaz gömlek, üzerinde küçük ayı motifleri olan iç çamaşırı” şeklinde geçti. “Ayakkabı yok, çorap yok, etek yok, çanta yok, saat ya da başka takı yok.”
İlk ifadesinde ablası Wanda “Babamız marangozdur. Öğle yemeğinden sonra kardeşimi alıp atölyesine döndü, annemle ben sinemaya gittik. Wilma yeni ayakkabılarının vurduğundan, topuğunun su topladığından şikayetçiydi, deniz suyunun iyi gelebileceğini söylüyordu” diye anlattı. “Onu, saat 17:20’de gördüm” dedi komşu kapıcı, “Ostia trenine yetişmeye çalışıyordu. Oysa, Ostia’ya son tren saat 17:30’dadır. Evle garın arası, taksiyle bile on dakikadan fazla sürer.”
Kapıcı onu gerçekten saat 17:20’de mi, yoksa daha önce mi gördü, bilinmez. Ostia treninde rastladığını söyleyen bir tanık da, daha sonra benzetmiş olabileceğini kabul etti. Aslında, izleyen yıllarda ortaya çıkan 200 kadar tanığın, hangisinin doğru, hangisinin yalan söylediği de pek anlaşılamadı. Ancak Roma adli tabibinin, kızın ayağında su toplamasına ilişkin bir ize rastlamadığı muhakkak.
İyi de, kız Ostia plajına gittiyse ve ayakkabılarını, çoraplarını çıkartıp ayaklarını suya soktuysa, cesedi 15 kilometre güneydeki Torvajanica plajına nasıl gelmişti?

Yazının Devamını Oku

Her şey teşvik edilebilir ama LGBTT olmak asla

3 Mayıs 2009
Hatırlarsanız Lambdaistanbul LGBTT (Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Travesti, Transseksüel) Dayanışma Derneği hakkında Mayıs 2008’de verilen kapatma kararını Yargıtay bozmuş, derneğin şu anda yasalara aykırı olmadığını, “eşcinselliği teşvik ettiği” takdirde kapatılabileceğini belirtmişti. 30 Nisan 2009 günü, Beyoğlu 3. Asliye Hukuk Mahkemesi bu karara uydu. Lambdaistanbul’un yanı sıra birçok STK gönüllüsü, karar sonrası bir basın açıklamasıyla mutluluklarını dile getirdiler. “Bizler, örgütlenme özgürlüğünü teşvik ediyoruz. Bizler gizlenmemeyi teşvik ediyoruz. Bizler, herkesin kendi gibi olabilmesini teşvik ediyoruz” dediler. Bir şey daha eklemelerini beklerdim. “Her şey teşvik edilebilir, ama LGBTT olmak asla.”

Günümüzde, cinsel yönelim ve cinsiyet kimliğinin kişisel bir tercih olmadığı, bir yandan çok sayıda genetik faktörün, diğer yandan doğum öncesi ve sonrasında karşılaşılan metabolik etkenlerin (örneğin hormonların) bir bileşkesi olduğu, bu nedenle basit Mendel kurallarına uymadan bir kuşaktan diğerine aktarıldığı kabul ediliyor. Kısacası, 10 yıl önce sanıldığı gibi tek bir “gey geni” yok. (Mustanski, 2005)
4 Mart 2007’de bu sayfada yayınlanan “Kadınlar, Burun Deliklerinizi Açık Tutun” başlıklı yazımda değinmiştim. Karolinska Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden Ivanca Savic ve ekibi, kadın, erkek, eşcinsel kadın ve eşcinsel erkeklere, erkek terinde bolca bulunan androstadien (AND) ile kadın idrarındaki östrojen benzeri estratetraenol (EST) koklatmışlar, eşcinsel erkek beyninde gözledikleri değişikliklerin, kadınların beyinlerindekine ve eşcinsel kadın beyinlerindeki değişikliklerin ise, erkek beyninde gözlenenlere uyduğunu saptamışlardı.
Birkaç ay önce, Polonya’nın Lodz Üniversitesi’nden Antoszewski ve arkadaşları, yaşları 20-28 arasında değişen 48 transseksüelin (biyolojik olarak kadın oldukları halde, kendilerini erkek olarak hissedenler) odontometrik özelliklerini yayınladılar. İnsan dişinin büyüklüğü ve şekli, daha ana karnındayken belirlenir. Bir başka deyişle genetiktir. Bu kişilerin dişlerine ait ölçümler, kadın ve erkek kontrol gruplarının dişlerine ait değerlerin arasında yer alıyordu. Böylelikle, transseksüalizmin de genetik temeli olduğu, bir kez daha gösterilmiş oldu.
Bu yılın başında, Biological Psychiatry dergisinde Monash, Melbourne ve California Üniversitelerinden bir grup araştırıcının çok önemli bir çalışması yayınlandı. Lauren Hare ve arkadaşları, biyolojik olarak erkek oldukları halde, kendilerini kadın hisseden 112 transseksüelin DNA’sını incelemiş ve testosteronu denetleyen genin normalden uzun olduğunu saptamışlardı. Testosteronun etkisini azaltan bu değişikliğin, erkek bebek beyinlerini, daha anne karnındayken farklılaştırdığı anlaşıldı.
Bilim, tıpkı göz rengi gibi, cinsel yönelim ve cinsiyet kimliğinin kişisel bir tercih olmadığını ve DNA’sında kayıtlı biyolojik bir gerçek olduğunu kanıtlıyor. Bu nedenle, LGBTT’lerin insan haklarını savunmaya çalışan Lambdaistanbul’un, eşcinselliği teşvik edebilmesi tıbben mümkün değil.
Evet, insanlık tarihinin her döneminde, her toplulukta gözlenen, kimi yerde eller üstünde tutulan, kimi yerde korkunç işkencelerle öldürülen LGBTT’lerin haklarını, günümüz Türkiye’sinde ciddi biçimde savunmaya ihtiyaç var. Çünkü çoğu, en temel insan hakkından, yaşam hakkından bile yoksunlar.

LGBTT’LER KAÇ KİŞİ?

Seksolojinin babası kabul edilen, Amerikalı biyolog, entemolog, zoolog Alfred Kinsey, 5300 beyaz erkek ve 5940 beyaz kadınla yaptığı anket çalışması sonuçlarını biraraya topladığı 1948 ve 1953 tarihli ünlü raporlarında, Amerikalı beyaz erkeklerin yaklaşık % 46’sının hem kadın, hem de erkeklere karşı cinsel açıdan “tepki” verdiğini, % 37’sinin yaşam boyu en az bir kez eşcinsel ilişkide bulunduğunu bildirmişti. Beyaz ırka mensup kadınlar için bulduğu oran, bunun çok altındaydı.
Günümüzde, New York ve Los Angeles’taki toplam LGBT sayısı bir milyona yakın; San Francisco nüfusunun ise, % 16 kadarı, LGBTT. 2008 Başkanlık seçimlerinde kendisini gey, lezbiyen, ya da biseksüel olarak tanımlayanların oranı, % 4. Tıpkı, 2004 seçimlerindeki gibi.
2008’de İngiltere’de yapılan bir ankete göre, nüfusun % 13’ünün yaşam boyu bir kez eşcinsel deneyimi olmuş, ancak kendisini eşcinsel olarak tanımlayanlar, sadece % 6. Buna karşılık, Yeni Zelanda’lıların % 20’si, kendi cinslerine karşı “bazı duygular” beslediklerini söylemekle birlikte, % 2 kadarı kendisini eşcinsel olarak tanımlıyor. Fransa’da yaşam boyu en az bir kez eşcinsel ilişkiye giren erkeklerin oranı % 4, kadınların % 12.6. Bu oran, İstanbul Üniversitesi’nden Prof. Dr. Şahika Yüksel’in Türkiye kadınları için tahmini ile örtüşüyor. Durex’in 2007 yılında, 26 ülkede (aralarında Türkiye yok), 26 bin kişiye uyguladığı cinsel mutluluk anketine göre, eşcinsel deneyimi olan İsveçli erkeklerin oranı % 12.
Avrupa ülkeleri ve ABD’deki eşcinsel sayısının, nüfusun % 1-10’unu oluşturduğu tahmin ediliyor. Geylerin oranı, her ülkede lezbiyenlerden biraz daha yüksek. (Zietsch, 2008; Grulich, 2003; Michael, 1995; Johnson, 1992) Dünya genelinde ise, erişkin erkek nüfusun % 3-4’ünün, kadınların da 1.5 - 2’sinin yaşamını eşcinsel olarak sürdürdüğü bildiriliyor (Mackay, 2001).
Transseksüalizme ilişkin istatistik veriler de, ülkeden ülkeye değişiyor. Son 40 yıldır bu alanda çalışan Amsterdam’daki bir klinik, erkeklerde rastlanma sıklığını 10 binde bir, kadınlarda 30 binde bir olarak bildiriyor.
Konu ile ilgili dünya genelindeki tüm verileri birarada değerlendiren ve karmaşık formüllerle istatistikleri yineleyen Olyslager ve Conway ise, bu oranın çok düşük olduğunda ısrar ediyor. 2007 yılındaki 20. Dünya Cinsel Kimlik ve Sağlık kongresinde sundukları, ardından International Journal of Transgenderism’de yayınlanan makalede, her 4.500 erkekten birinin kendisini kadın, 8 binde bir kadının da erkek olarak hissettiğini öne sürüyorlar.
Kafanızı bu sayılarla şişirmemin bir nedeni var. Türkiye’deki LGBTT’lerle ilgili elimizde sayısal bir veri bulunmuyor. Ancak, uzaydan gelmediğimize göre, üç aşağı, beş yukarı diğer dünyalılara benzeriz herhalde. Şimdi elinize bir hesap makinesi alın, bu topraklarda yaşayan en az 700 bin eşcinsel ve 2500 transseksüelin hakkının korunması gerektiğini göreceksiniz.

DÖRDÜNCÜ HOMOFOBİ KARŞITI BULUŞMA

Dünya genelinde, erişkin eşcinsel erkeklerin ölümü ile sonuçlanan saldırıların, toplam adam öldürmeler içinde % 1-4’lük bir payı olduğu sanılıyor. Bunların, öne çıkan özellikleri şunlar:
Ölüm, saldırganın yaşadığı yer ya da coğrafi bölgede gerçekleşmiyor; kapı ve pencerelerde zorlama gözlenmiyor; ceset, yatak odasında bulunuyor; mağdur, tek başına yaşıyor, evvelce karşılaştığı tehditleri polise bildirmemekle tanınıyor.
Katil, mağdurdan daha genç, evvelce işlediği başka suçlar ve parasal sıkıntıları var; cinayette ateşli silah ya da bıçak kullanıyor; saldırıda, ölümü meydana getirmeye yetenin çok üzerinde şiddet kullanıyor (20-30 bıçak darbesi gibi); kundaklama ve gasp teşebbüsü gözleniyor; gerek mağdur gerekse fail, genellikle alkol ya da uyuşturucu etkisi altında.
Cinayet masası dedektiflerinin başucu kitabının yazarı, New York polis teşkilatından emekli Vernon Geberth, bundan on yıl kadar önce, erkek eşcinsel cinayetlerini altı sınıfta toplamıştı. 2007’de Güney Florida Üniversitesi’nden Eric Beaugerard ile Montreal Üniversite’sinden Jean Proulx, konuyu mağdur, fail ve olay yeri karakteristikleri açısından yeniden ele aldılar ve saldırganları başlıca üç sınıfa ayırdılar: 1) İntikamcı, 2) Cinsel motifli avcı ve 3) Cinsel motifi bulunmayan avcı.
9 Mayıs 2009 Cumartesi günü öğleden sora, İstanbul’daki Alman Kültür Merkezi’nde, 4. Homofobi Karşıtı Buluşma Programı çerçevesinde LGBTT cinayetlerinde soruşturma adlı bir sunumum olacak. Konunun ayrıntılarını orada aktaracağım.

EŞCİNSEL KATİLLERİN GÖZÜYLE EŞCİNSEL KURBANLAR

Pek çok katil, cinayetten önce ya da sonra, kurbanının fotoğrafını çeker. Eşcinsel cinayetleriyle ilgili mağdur fotoğraflarının önemli bir bölümü de, Jeffrey Dahmer, Robert Bardella gibi kendileri de eşcinsel katillerin kişisel koleksiyonlarından alınmıştır. Birini özetleyelim:
Otopark bekçisi gözlerine inanamadı. Gençten biri, karşıki evin ikinci katından sokağa atlamıştı. Hemen polisi aradı. “Tamamen çıplak değil” dedi, “boynunda kırmızı bir köpek tasması var.” Canını kurtarmak için sokağa atlayan adam bir seks işçisiydi aslında. Müşterisi onu otomobiline almış, her yanı çöp yığılı, köpek dışkısı kokan bu eve getirmişti. Başına sert bir cisimle vurulduğunu, ardından boynuna saplanan iğneyi hatırlıyordu. Kendine geldiğinde kollarından, bacaklarından yatağın demirlerine bağlıydı. Boynuna tasmanın geçirildiğini, son birkaç saattir olanların ve izleyen dört günde olacakların (örneğin cinsel organlara bağlanan elektrik, göze sıkılan çamaşır suyu, ırza geçme..) en ince ayrıntısına kadar bir deftere kaydedileceğini ve her aşamanın fotoğraflanacağını bilmiyordu.
2 Nisan 1988 sabahı, 22 yaşındaki Chris Bryson, sokağa atlamakla sadece kendini değil, kimbilir daha kaç canı kurtardı. Robert Bardella’nın evinde ele geçen ve kendisinin “eşcinsel aşk esiri” olarak tanımladığı 23 erkeğe ait 357 işkence fotoğrafını inceleyen polis, bunlardan altısını öldürdüğünü saptadı. Bahçesinden kafatasları, kemikler, dişler çıktı.
Bardella, 18 Aralık 1988’de ömür boyu hapse mahkum oldu, 1992’de bir enfarktüs krizinden öldü. Aslında, ölümünden birkaç gün önce cezaevi papazına bir mektup yazmış ve gardiyanların kalp ilaçlarını vermemesinden şikayetçi olmuştu. Ölümü hiçbir zaman soruşturulmadı.
Afrikalı ve Asyalı 17 erkeğin ırzına geçen, işkence eden, canlıyken uzuvlarını bedenden ayıran, etlerini yiyen, ölülerle ilişkiye giren Jeffrey Dahmer’in fotoğrafçılığı farklıydı. Kurbanlarını genellikle öldürdükten ve kimi zaman parçaladıktan sonra fotoğrafladı. 957 yıl hapse mahkum oldu. 28 Kasım 1994’te cezaevinin spor salonundaki tuvaleti temizlerken, başka bir mahkumun başına demirle vurması sonucu öldü.
Yazının Devamını Oku

Acil servisteki toksik bayan

26 Nisan 2009
Eğer nükleer silah laboratuvarındaki kimyacıların analizleri doğruysa, insan vücudu bir anda zehirli gaz üreten bir fabrikaya dönüşebilir. Yok eğer doğru değilse, o gece hastanenin acilinde yaşananları, biri lütfen bize açıklasın. 19 Şubat 1994 akşamıydı. Bayan Gloria Ramirez ağırlaştı. Kalbi düzensiz atıyor, zor soluyordu. Kocası ilkyardımı aradı. Ambulans evden saat sekize on kala ayrıldı. Sağlık görevlileri kadını hemen monitöre bağladı, oksijen verdi, serum taktı. Saat 20:14’te, Manolya Caddesi’nden sola saptılar. Önceden haberli birkaç hemşire koşturarak geldi, tekerlekli sedyeyi uçarcasına ittirdi, Bayan Ramirez’i acil servisin bölmelerinden birine yerleştirdi. Okuyacaklarınız, bundan sonraki 36 dakikanın akıl almaz öyküsüdür.
Pamuklu şortu ve fanilasıyla “Travma Odası I”de yatan kadının bilinci, yarı açıktı. Kısık bir sesle ve çok zorlanarak konuşuyordu. Nabzı yükseliyor, tansiyonu düşüyordu. “Üşüyorum” dedi, “burası çok soğuk”. “Aciller hep soğuktur” diye cevap verdi biri.
Plastik maskeyi ağız ve burnunun üzerine yerleştiren, solunum terapisti Maureen Welch, “Rahim ağzı kanserinin ileri evresinde sık rastlanan bir tabloydu” diye anlatacaktı çok sonra, “Henüz otuzlarının başında olması dışında, dikkati çeken bir özelliği yoktu.”
Kaliforniya’nın Riverside Hastanesi, acil tıp servisinde görevli Dr. Mark Thomas ve ekibi, benzeri durumlarda uyguladıkları standart tedaviye başladılar. Valium (diazepam), Versed (midazolam), Ativan (lorazepam), lidocaine, Bretylium (bretylium tosylate) vesaire, vesaire...
Bu arada hemşire Susan Kane, hastaya doğru eğildi, sağ dirseğinin içini alkollü pamukla sildi, 20’lik enjektörün iğnesini damara yerleştirdi, pistonu yavaşça çekmeye başladı. Kemoterapi gören hastaların damarına yüzlerce kez girmiş olan hemşire, kanların kendine özgü kokusunu iyi tanırdı. “Bir tuhaf kokuyor, bir de sen kokla” diyerek enjektörü, solunum terapisti Maureen Welch’in burnuna dayadı. “Amonyak kokuyor” dedi Maureen ve enjektörü başasistan Dr. Julie Gorchynski’nin eline tutuşturdu. Doktor, enjektörü önce kokladı, sonra ışığa tuttu, “Bunun içinde sarı tanecikler yüzüyor” dedi hayretle. Enjektör elden ele, burundan buruna dolaşmaya başladı, sonunda şefe ulaştı. “Haklısınız hanımlar” dedi Dr. Mark, “kanında sarı kristaller dolaşıyor.”

VÜCUTTA YEŞİL YAĞ AĞIZDA SARMISAK KOKUSU

Bu kargaşa yaşanırken, Bayan Ramirez’in durumu kötüledi, entübe edildi, kalbe elektrik şoku uygulamak üzere hazırlıklar tamamlandı. İşte o anda, ne olduysa oldu. Yılların hemşiresi Susan Kane, “Gözüm yaşarıyor, yüzüm yanıyor” diyerek arkasını döndü, birkaç adım attı ve yere yığıldı. Dr. Mark, “Sedye getirin” diye bağırdı. Tam o sırada, defibrilatörün kaşıklarından birini hastanın sol göğsünün, diğerini sağ köprücük kemiğinin altına yerleştirmiş olan bir başka hemşire seslendi “Vücudundaki bu yeşilimsi yağ da ne?”
Eğilip bakanlar, boynundan başlayıp aşağıya doğru inen yağ tabakasını gördüler. Bazıları ne olduğunu anlamak için orasını, burasını kokladı. “Tatlı bir şey, meyve gibi”, “Yok canım, sarımsak” tartışmaları sürerken, inanmayacaksınız ama, bu kez başasistan Dr. Julie Gorchynski fenalaştı, dışarı çıktı, hemşire istasyonuna gidip oturdu. Bir süre sonra nefesi tutuldu, bacakları titredi ve sandalyeden yuvarlanıverdi. Nihayet biri akıl etti de, acil servisin başkanı Dr. Humberto Ochoa’yı yardıma çağırdı.
Dr. Ochoa, bir süre Bayan Ramirez’i hayata döndürmeye çalışanların gayretini izledi. Sonra, “Sen biraz dinlen, ben devam ederim” diyerek Dr. Mark’ın yerini aldı. Saat tam 20:40’da, o ana kadar hastanın başucundan hiç ayrılmamış solunum terapisti Maureen Welch, yere düştü. Dr. Ochoa emretti: “911’i arayın.”
20:47’de itfaiyeciler ve polisler binadan içeri girerken, Travma Odası I’de, bu kez hemşire Bettina Berry fenalaştı. Saat 20:50’de “Hastayı kaybettik” dedi Dr. Ochoa ve hemen ekledi: “Burayı çabuk boşaltın, zehirleniyoruz.” İşte, 19 Şubat 1994 gecesi Riverside Hastanesi’nde olanlar, bunlar.

KALİFORNİYA POLİSİNDEN DİNLEDİM

Bayan Ramirez’in neden olduğu gariplik, popüler TV dizisi Gizli Dosyalar’a (X-Files) ilham kaynağı oldu. Dünya dışı varlıkları, bilim yoluyla açıklanamayan olayları ele alan dizinin, 1994’teki son bölümünde (The Erlenmeyer Flask), ambülansa bindirilmeye çalışılan yeşil kanlı yaratık Dr. Secare’den zehirli buharların yayılması, bu yüzden.
Hastanede geçen televizyon dizisi Grey’s Anatomy’nin 2007’deki bir bölümü, benzer konuyu işler. Dr. George O’Malley, hastanın damarına girdiğinde bir damla kan gazlı beze damlar. Doktor, bezi enjektörle birlikte hemşireye uzatır, o da bir laboranta teslim eder. Bu sırada kargaşa çıkar, odada kim varsa sersemler, yere düşer.
Ben, Riverside Hastanesi’ndeki olayı, 1996 baharında Riverside Kriminal Laboratuvarı’nı ziyaret ettiğimde öğrendim. Savcılık, trafik polislerinin alkol kontrollerinde rüşvet almasını engellemek amacıyla ilginç bir sistem geliştirmişti. Sürücü alkolometreye üflediğinde, sonuç otomatik olarak hem laboratuvara, hem de savcılığa fakslanıyordu. O sıralar Los Angeles’ta yaşıyordum. Uygulamayı yerinde görmek üzere 100 kilometre kadar doğudaki Riverside’a gelmiştim. Konu alkolden açılınca, toksikolojik analizlere, oradan Bayan Ramirez’in ölümü ve hâlâ sürmekte olan soruşturmaya geldi. Okuyacaklarınızın bir bölümünün kaynağı, bu ziyaretimde rastladığım kişilerdir.

HAVADA ZEHİR BULUNAMIYOR

19 Şubat gecesi saat 21:30 gibi savcı hastaneye geldiğinde, hastalarla personelin başka sağlık kuruluşlarına nakledildiğini, giysilerinin ayrı ayrı delil torbalarına konduğunu, servisin güvenlik çemberine alındığını öğrendi. İtfaiye teşkilatına bağlı, tehlikeli maddeler birimi HAZMAT’ın uzay adamı kılığındaki elemanları, saat 23:00’te servise girdi ve havadan aldığı örneklere, hemen oracıkta bazı testler uyguladı. İlk bulgularına göre, etrafta amonyak, fosgen, hidrojen siyanür, hidrojen sülfür gibi uçucu bileşiklerin hiçbiri yoktu. Birkaç saat sonra Bayan Ramirez’in cansız bedeni, içiçe geçmiş iki torbada hava geçirmez bir tabutun içindeydi. Sabah 9:55’te de, her noktalarını örten giysiler içindeki adli tıp uzmanlarının çevrelediği otopsi masasının üzerinde.
Kadının ölümü, akut böbrek yetmezliği sonucunda gelişen kalp ritminin bozulmasına bağlandı. Yapılan toksikolojik analizde, tedavi için verilen ilaçların dışında başka bir maddeye rastlanmadı. Cesedin konduğu torbadaki hava bile incelendi.
İyi de, önceleri “Yüzüm kaşınıyor, sırtım yanıyor” diye yakınan, sabaha karşı kusmaya ve elini ayağını istem dışı oynatmaya başlayan hemşire Sally Banderas ile birlikte yoğun bakımlara yatırılan bir doktor, bir terapist ve iki hemşireye ve ayrıca kendisini kötü hisseden diğer 23 sağlık personeline ne olmuştu?

KİTLESEL HİSTERİ Mİ BİYOLOJİK SİLAH MI?

Kaliforniya Sağlık Bakanlığı’nın görevlendirdiği iki müfettiş, Dr. Ana Maria Osario ve Dr. Kirsten Waller, acil serviste çalışanlarla uzun uzun görüştü. Nefes alamayan, bilincini kaybeden ve kolunu bacağını oynatanların akşam yemeği yememiş kadınlar olduğunu saptadı. “Zehirlenme yok, kitlesel histeri krizi” sonucuna vardı. Bayan Ramirez’in ailesi “Hastamızı, hemşirelerin ihmali öldürdü” diyerek hastaneden davacı oldu.
Birkaç ay sonra Dr. Julie Gorchynski (kanın içinde yüzen sarı tanecikleri ilk gören doktor), bir hafta yoğun bakımda yattığını, bedeninde oluşan hasar yüzünden tekerlekli sandalyeye bağlandığını, meslek hayatının bittiğini ileri sürdü, “Biz bilgili ve deneyimli kişileriz, kalbi duran hastayla karşılaşınca histeri krizi geçirmeyiz” dedi ve Sağlık Bakanlığı aleyhine 6 milyon dolarlık tazminat davası açtı.
Komplo senaryoları üreterek, hastanede yasadışı bir metamfetamin laboratuvarının bulunduğunu, oluşan zehirli gazların havalandırma sistemiyle acile dolduğunu ileri sürenler olduğu gibi, Bayan Ramirez’in, Cabazon bölgesine yakın oturduğu, CIA’in burada gizli gizli biyolojik silahlar geliştirdiği, kadını bunların hasta ettiği bile konuşuldu.

BEDENİN ÜRETTİĞİ SİNİR GAZINI KOKLADILAR

Aslında savcı, Bayan Ramirez’in biyolojik örneklerini ülkenin değişik laboratuvarlarına göndermişti. Bunlardan biri, 1952’de nükleer silahlarla ilgili araştırmalar yapmak üzere San Francisco yakınlarında kurulan Lawrence Livermore Ulusal Laboratuvarı’ydı. Diğerlerinden farklı olarak kimyacı Brian Andresen, hiç beklenmedik bir sonuca ulaştı. Kan ve organlarda dimetilsülfon ve normalin çok üzerinde sülfat buldu.
Başkan yardımcısı kimyacı Patrick Grant’ın da yer aldığı dört kişilik bir ekip, Bayan Ramirez’in kanser ağrılarını hafifletmek amacıyla vücuduna dimetilsülfoksit (DMSO) içeren ve sporcular tarafından yaygın olarak kullanılan bir krem sürmüş olabileceğini, bedenin üzerindeki yeşilimsi yağ ile sarımsak kokusunun bundan kaynaklandığını ileri sürdüler. Ambulansa bindirildiği andan itibaren verilen yüksek miktarda oksijenin, dolaşımındaki DMSO’nun tamamını dimetilsülfon’a çevirdiğini bildirdiler.
Doktorların, enjektördeki kanda gördükleri sarı tanecikleri de buna bağladılar. Vücut ısısında çözünmüş halde bulunan dimetilsülfon, acilin 18 derecelik soğuk havasıyla karşılaştığında, kristallenmişti.
Livermore bununla yetinmedi. Personelin zehirlenme belirtilerine de açıklık getirdi. Dimetilsülfon’un, birkaç kez elektroşok uygulanan Bayan Ramirez’in bedeninde, sinir gazı dimetilsülfata dönüştüğünü iddia etti. Kandaki yüksek sülfat miktarlarını ve enjektörü koklayanların şikayetlerini buna bağladı.
1997’de Patrick Grant ve ekibi, bulgularını mesleğin en saygın dergilerinden, Forensic Science International’de yayınladılar. Analizleri doğruysa, koşullar elverdiğinde insan vücudu savaş silahı üreten bir kimya fabrikasına dönüşebilir. Doğru değilse, hastanede yaşananları, biri lütfen açıklasın. Bütün bunlar bir yana, konu aydınlanıncaya dek temkinli olun, kimsenin kanını koklamayın!
Yazının Devamını Oku

Ne katiller aradık zaten yoktular Böyle bir aramak görülmemiştir

19 Nisan 2009
Affet beni Attila İlhan. O güzelim “Ne kadınlar sevdim zaten yoktular - Böyle bir sevmek görülmemiştir” dizelerini bu hale getirdiğim için. Üç ülkeden yüzlerce polis, altısı cinayet, 40’dan fazla suçun failinin eroinman bir kadın olduğunu zanneder ve yıllar sonra, onu Avrupa’nın dört bir yanında boşuna aradığını anlarsa, başka ne diyebilir ki.

26 Mayıs 1993 günü yerde cansız yatan, 62 yaşındaki Bayan Lieselotte Schlenger’di. Buket yapımında kullanılan telle boğulmuştu. Idar-Oberstein polisi, aralarında bir kahve fincanının da bulunduğu delillerin üzerlerinde karşılaştırmaya elverişli parmakizi bulamadı. Tanık da çıkmadığından, cinayet aydınlatılamadan kaldı.
8 yıl sonra bayan Schlenger’in dosyası yeniden açıldı. DNA analizleri artık rutin olarak yapılır olduğundan, deliller bir de bu yolla incelendi. Fincanın üzerine ucu pamuklu bir çubuk sürdüler, buradan DNA elde ettiler, biri erkek, diğeri kadın, iki kişinin profiline rastladılar. Alman Federal Polisi BKA’nın merkez veri tabanı sorgulandı. Kadına ait profilin benzeri bulundu.
Aslında, altı ay kadar önce, 24 Mart 2001 günü, Idar-Oberstein’ın üç saat uzağındaki Freiburg’ta, emekli Josef Walzenbach’ı kendi evinde önce boğan, sonra kurşunlayan ve ucu pamuklu uzun çubukla mutfak dolaplarının biri üzerinden alınan örnekte DNA’sı bulunan her kimse, bayan Lieselotte Schlenger’i de boğan, aynı kadındı. Sekiz yıl arayla iki yaşlı insanı öldüren henüz yakalanamamış olsa da, polisler mutluydu. En azından failin tek kişi, üstelik kadın olduğu ortaya çıkmıştı.
11 Ekim 2001’de, hemen hemen aynı bölgedeki Gerolstein’ın bir parkında oynayan küçük bir çocuk, ağaçlardan birinin altında bulduğu insülin şırıngasıyla eve döndü. Çılgına dönen annesi, enjektörü polise teslim etti. Polis de, enjektörü kriminal laboratuvara gönderdi. Enjektörün içi, eroinle bulaşıktı, enjektörün dışına ucu pamuklu uzun bir çubuk sürttüler ve buradan DNA elde ettiler. Profil, bir kadına aitti, Bayan Lieselotte Schlenger ile Josef Walzenbach’ı öldüren kadına.
Dört gün sonra, Gerolstein’ın 170 kilometre doğusundaki Mainz-Budenheim’da bir karavan soyuldu. Hırsız açmış anlaşılan ki, masanın üzerindeki kek parçasının yarısını ısırıp, kalanını yere atmıştı. Isırma yerine ucu pamuklu çubuğu sürttüler, DNA elde ettiler. Isıran, bir kadındı. Üstelik, Bayan Lieselotte Schlenger ile Josef Walzenbach’ı öldüren, eroin bağımlısı kadın.
Medyanın “Yüzsüz Kadın”ı, Alman polisinin UwP’si, yani kimliği meçhul kadını (Unbekannte weibliche Person) 2003 başında yeniden ortaya çıkıverdi. Dietzenbach’daki bir ofisten kahve fincanları çalındı. Burada da, hayalet kadının DNA’sına rastlandı. Aralıkta Heilbronn’da çalınan bir otomobil bulunduğunda, benzin tankının kapağındaki DNA yine ona aitti.

KADIN SERİ KATİL AVRUPA’DA DOLAŞIYOR

Buraya kadar olanlar zaten yeterince şaşırtıcıydı da, daha sonra yaşananlara akıl sır erdirmek mümkün değildi. 2004’te Fransa’nın Arbois kentinde, Çinli bir çete, Vietnamlı kuyumcuyu basıyor, kaçarken yere atılan oyuncak tabancanın üzerine ucu pamuklu çubuk sürtülüyor, DNA elde ediliyor ve DNA, Almanya’daki eroinman kadının DNA’sını tutuyordu.
Ertesi yıl Yüzsüz Kadın, yine Almanya’da faaliyetteydi. 6 Mayıs 2005’te Worms kentinde mobilyacı Randolf ile kardeşi, ölen babalarının mezar bakımını kimin üstleneceğine karar veremediklerinden mahallenin orta yerinde birbirlerine girmiş, Randolf tabancasını ateşleyince ortalık savaş yerine dönmüş, kardeşlerin ne kadar akrabası varsa sokağa fırlamıştı. Birkaç saat sonra olay yerinden delil toplayan polisler, bir bahçe duvarına saplanıp kalmış mermiyi de alıp götürdüler. Ucu pamuklu çubukla üzerinden elde edilen DNA profili kime aitti dersiniz? Yine, Yüzsüz Kadın’a.
6 Temmuz 2006’da biri, Avusturya Mauthausen’deki elektronik eşya mağazasını soydu. 3 Ekim 2006’da Almanya, Burbach’ta biri, tuhafiyecinin vitrin camını taşla kırıp, içeriye girdi, ne var ne yok alıp götürdü. 2007 Mart’ında Gallneukirchen’deki bir gözlükçü soyuldu. Bu arada, Hessen, Baden-Württemberg, Tirol, Yukarı Avusturya ve Saarland’da 20 kadar otomobil ve motosiklet çalındı. Olay yerlerinde, failin dokunmuş olabileceği cisimlere, ucu pamuklu çubuklar sürtülüyor, küçük plastik tüplere yerleştirilip, DNA analizi için laboratuvarlara gönderiliyordu. Laboratuvarlar farklıydı ama, çıkan profil hep aynıydı. Bir Almanya’da, bir Fransa’da, bir Avusturya’da suç işleyen eroinman kadına.

KRİMİNAL PROFİLCİLERİ ÇILDIRTAN KADIN

25 Nisan 2007 günü, Almanya Heilbronn’da, 22 yaşındaki polis memuresi Michelle Kiesewetter, başına saplanan tek kurşunla öldürüldü. Park halindeki devriye otosunda bulunan ve ağır yaralanan 24 yaşındaki meslektaşı, komadan çıkmakla birlikte, olanları hatırlayamadı. Polislerin silahları ve kelepçeleri çalınmıştı. Aracın içinden örnek almada kullanılan ucu pamuklu çubuklardan birinde Yüzsüz Kadın’ın DNA’sına rastlandı. O günden sonra medya, Yüzsüz Kadına, Heilbronn Hayaleti adını taktı.
Haziran ve Temmuz’da, Almanya’nın değişik kentlerinde ufak tefek hırsızlıklar oldu. Saarbrücken’deki 11 olayı, beş erkek çocuktan oluşan bir sokak çetesinin işlediği anlaşıldı. Aslında olaylardan biri, Yüzsüz Kadın’ın sırrını çözecek ipucuna sahipti. Çocuklar, 7 Temmuz gecesi, bilgisayar ve nakit para çalmak üzere bir liseye girmiş, ertesi sabahki olay yeri incelemesinde ele geçen boş kola kutusunun üzerinden ucu pamuklu çubukla örnek alınıp, DNA analizi için Homburg Adli Tıp Enstitüsü’ne gönderilmişti. Gelen profil, Heilbrom Hayaleti’ne aitti. Çete üyesi çocuklar, bir kadın işbirlikçileri olduğunu kabul etmediler. “Katil, buralarda dolaşmış, kola kutusunu bahçeye atmış.” dendi. Senaryonun yanlışlığı, iki yıl sonra anlaşılacaktı.
30 Ocak 2008’de, bu kez Heppenheim’da, nehirden üç Gürcünün cesedi çıkartıldı. Kurşunlandıktan sonra suya atıldıkları anlaşıldı. Polis, bir Iraklı ile bir Somali vatandaşını tutukladı. Iraklının, cesetleri eski bir Ford araçla nehir kıyısına taşıdığı düşünüldü. Otodan pamuklu çubukla toplanan biyolojik deliller incelendi. Birinin DNA’sı Heilbronn Hayaleti’ni tuttu. Meçhul kadının işlediği sanılan cinayetlerin sayısı altıya ulaşmıştı. 1993’teki Lieselotte Schlenger cinayetinden bu yana işlediği suçların ne tipi, ne de işleniş biçimi (modus operandi) birbirine benziyordu. Kriminal profilleme uzmanları televizyon ekranlarına çıkamaz oldular.

PARMAK İZİNDEN DNA

2008 başlarında Fransız polisi, yanmış bir erkek cesedinin kimliğini belirlemeye çalışıyordu. Onun, 6 yıl önce aniden ortadan kaybolmuş bir sığınmacı olabileceğini düşündü. “Başvuru sırasında parmakizleri alınmıştır. Bunlardan DNA profili elde edilsin, cesedin kemiklerinin profili ile karşılaştırılsın, bakalım o mu, değil mi?” dediler. Arşivdeki parmakizlerine sürtülen pamuklu çubuktan DNA elde edildiğinde, akılalmaz bir gerçekle karşılaştılar. Profil, bir kadına aitti.
Bu sonucu öğrendiğimde Viyana’daydım. “Yoksa yine amelogenin hatası mı?” diye tartıştık. Daha önceki bazı yazılarımda da belirttiğim gibi, çalışılan biyolojik kalıntının kadına mı, yoksa erkeğe mi ait olduğunu gösteren amelogenin sonuçlarının, kimi zaman yanlış çıktığını, DNA örneği, erkekten kaynaklandığı halde, kadın sanıldığını hepimiz biliyorduk. Ancak durum, bundan daha vahimdi. Çünkü profil, Almanların Yüzsüz Kadın’ınkiyle örtüşüyordu.
Fransızlar, sığınmacının parmakizlerinden yeniden DNA profili elde edip, bir erkeğe ait bambaşka sonuca ulaştıklarında ve bu sonuç yarı yanmış erkek cesedinin kemikleriyle uyuştuğunda “Bir yerde kontaminasyon var” dedik. “Kontaminasyon”, her kriminal laboratuvarcının kabusudur. Bir karışmanın, bulaşmanın olduğunu gösterir. İyi de, kadının DNA’sı, daha önce pek çok olay yerinde bulunmuştu. Yoksa hepsi kontaminasyon muydu? Eğer öyleyse, nereden kaynaklanıyordu? O gün, pek çok laboratuvarda “kırmızı alarm” verildi. “2001’den bu yana, DNA analizlerinde kullandığınız madde ve malzemeleri satın aldığınız üreticilerin listesini çıkartın.”

SERİ KATİL ERKEK Mİ YOKSA TRANSEKSÜEL Mİ?

2008 baharında Alman polisi, geçmişteki tüm olayları birarada değerlendirdi ve bazı görgü tanıklarının ifadesine dayanarak, aranan kişinin bir erkek, erkek kılığında bir kadın ya da cinsiyet değiştirmiş biri olabileceğini ilan etti. Robot resmini dağıttı. Bilgi verene 100 bin Euro vaad etti. Yıl sonuna doğru ödülü, 300 bin Euro’ya çıkarttı.
İngiliz Polisi, “Biz olsak çoktan kim olduğunu bulmuştuk. Derisinin, saçının, gözünün rengini, ırkını, Avrupa’nın neresinden geldiğini saptamıştık.” Diyerek, Alman polisini kıyasıya eleştirdi. Almanlar, bu öneriye hararetle karşı çıktı “Bizim yasalarımız, DNA’nın kodlamayan bölgelerini incelememize izin vermiyor. Bu tip analizler yapamayız.”
Avusturya polisi, 2008 Kasım’ında Interpol’ce aranan bir adamı tutukladı. Ele geçen delillerden birinin DNA’sı Yüzsüz Kadın’ı tutunca, adamın kadınla işbirliği yaptığını düşündü. “Bizim yasamızda, mitokondriyal DNA incelenemez diye bir madde yok” dedi, örneği Innsbruck Üniversitesi Adli Tıp Enstitüsü’ne gönderdi. Birkaç hafta sonra, yıllardır bulunamayan kadının ana tarafından Kuzeydoğu Avrupa kökenli olduğunu öğrendik. “Ne olmuş yani?” diye dudak büktü Almanlar, “Zaten suçların çoğunu onlar işlemiyor mu?”

POLİSİMİZİN KAFASINDA SADECE PAMUK MU VAR?

Bulunan örneklerin Kuzeydoğu Avrupa kökenli bir kadına ait olduğu kesindi de, kadının, altısı cinayet kırkı aşkın suçla uzak yakın ilgisi yoktu. Aslında 15 yıllık sırrı çözecek ipucu, haritalarda saklıydı. Kadın, Bavyera’da hiç suç işlememişti. Bavyera ile Yüzsüz Kadın’ın DNA profilinin elde edildiği Almanya’nın diğer eyaletleri, ayrıca Avusturya ve Fransa arasında ufak bir fark vardı. Bavyera hariç diğerleri, biyolojik örnekleri toplayıp, kriminal laboratuvara göndermeye yarayan, ucu pamuklu uzun çubukları, Greiner Bio One GmbH firmasından satın alıyordu. Kontaminasyonun kaynağı bu çubuklardı. Olay yerlerinde DNA’sı bulunanın, çubukların üretiminde çalışan Kuzeydoğu Avrupalı bir kadın işçi olduğu anlaşıldı. İmalatın bir aşamasına, teri ya da tükürüğü karışmış olmalı.
Bir ay kadar önce firma yetkilileri, “Dünyanın birçok güvenlik birimine 420180 kodlu çubukları satıyoruz. Ürüne eşlik eden prospektüste, hayvansal ve bitkisel gıda ürünlerinden örnek alımında kullanılabileceği açıkça kayıtlı, DNA analizine uygun olmayabilirler” diyerek, kendilerini savundu. Adı geçen firmanın Türkiye temsilcisini aradım. Bu ürünü ithal etmediklerini söylediler.
Şimdilerde Avrupa’nın pek çok kriminal laboratuvar ve olay yeri inceleme birimi soruşturmadan geçiyor. Üretici firma aleyhine tazminat davası açılma olanakları araştırılıyor. Bild gazetesinin “Polisimizin kafasında sadece pamuk mu var?” diye manşete taşıdığı, sayısız başarıya imza atmış bir teşkilatın itibarını zedeleyen ve bunca emek, vakit ve para kaybına yol açan, cinayetler dahil, birçok olayın faili meçhul kalmasına neden olan hatanın faturası, bakalım kime çıkacak?
Yazının Devamını Oku

Herkesin hatırası kıymetli Kimi alır götürür, kimi burnuna çeker

12 Nisan 2009
Başkan Barack Obama, devlet sırrı niteliğindeki hatıralarını beraberinde götürdü. Aralarında bu toprakların eti, suyu olmasa da, havası var. Üzerine asit döküp imha mı ederler, yoksa Afrikalı çocuklar gibi güneşte ısıtıp, burna mı çekerler, orasını bilemem. Bundan üç yıl kadar önce Avusturya’nın tamamı, Başkan George W. Bush’un Viyana ziyaretinden sonra onunla birlikte ülkesine dönen, devlet sırrı niteliğindeki “hatıralar”dan söz ediyordu. Hatıralar, başkanın idrarı ve dışkısıydı. Geçtiğimiz hafta bizim de gündemimizde aynı konu vardı. Tabii, komplo teorileriyle birlikte. /images/100/0x0/55eae5c5f018fbb8f89dbb62
Başkan daha gelmeden, haberi yayılmıştı. “Önceki başkanlarda olduğu gibi, iki günlük Türkiye ziyaretinde tuvalet ihtiyacını ABD’den getirilen çelik tankta giderecek. Dışkı ise, ABD’ye taşınarak asitle yok edilecek.” Biyokimya asistanı olarak 70’lerde Cerrahpaşa’daki talebe pratikleri geldi aklıma. Bir de, “İdrarla dışkıyı birbirinden ayırmak için, hangi yöntemi kullandılar? ‘Composting toilet’ denen, kuru tuvaletle mi, yoksa hemen oracıkta idrarı içme suyuna çeviren milyon dolarlık bir düzenekle mi geldiler? Millet neden dışkıdan söz ediyor da, idrarına değinmiyor? İki günde bir mi çıkar, yoksa günde bir kaç kez mi? Rengi, kokusu, kıvamı nasıl acaba?” gibisinden sorular. Ne de olsa insanın dışkısından, idrarından sadece o gününü değil, cemâziyelevvelini bile okumak mümkündür.
Bir de baktım ki idrar, dışkı muhabbeti yapan sadece ben değilim. Beyaz Saray’ın hassasiyetini oldukça farklı yorumlayanlar da var: “DNA’sı elde edilerek klonlanabilir” ya da “DNA’sı incelenerek, ileride tutulabileceği hastalıklar saptanabilir. Bu nedenle toplanmıştır” diyenler çıktı. Hatta, işi abartıp, “DNA’sında bulunan ona özgü dizinler saptanabilir, bunlara yönelik bir biyolojik silah üretilerek, suikast düzenlenebilir” şeklinde açıklayanlar oldu.
Dışkıda da, idrarda da, DNA var elbette. Pek çok hastalığın tanısına yaradığı gibi, mahkemelik meseleleri bile çözer. “Ben uyuşturucu kullanmam, laboratuvarda incelenen başkasının idrarı olmalı” diye çırpınanlara, “İmalatı sabote etmek isteyen biri, fabrikanın orta yerine etmiş, acaba kim?” diye soran gıda ve ilaç üreticilerine, hep bu yolla yardım ederiz.

GİZLİ SERVİSLERİN DIŞKI SAVAŞI

Ancak, Başkan’ın dışkısı ile ilgili olarak fikir yürüten ve aralarında akademisyenlerin de bulunduğu bazı komplocu muhteremlere bir çift sözüm var. Amerikan güvenlik görevlileri, başkanın idrarını, dışkısını götürmekle, geride DNA’sının kalmayacağını sanacak kadar saf olmasa gerek. Obama’nın biraz uzunca sıktığı her elde, ağzına götürdüğü her çatalda DNA’sını bıraktığını bilirler herhalde. Dolayısıyla, başka nedenleri olmalı. Belki de, çok basit nedenler. Örneğin, herhangi bir ilaç ya da vitamin kullandığının anlaşılmaması gibi. Ne de olsa o, ABD’nin başkanı; kusursuz sağlığı, imajının bir parçası.
Dışkı götürme işine kafa yoran başkaları da var. Hem kalp, hem böbrek, hem şeker hastası, hem de kanser olduğu ileri sürülen Suriye’nin müteveffa devlet başkanı Hafız Esad’ın 1999 Şubat’ında Kral Hüseyin’in cenaze törenine katıldığı sırada, Amman’da kaldığı otel odasına, İsrail gizli servisi Mossad ile Ürdünlü meslektaşlarının özel bir tuvalet yerleştirdiği, tahliye borusunu özel bir tanka yönlendirdikleri, buradan alınan örneklerin analizi sayesinde kanserin kaçıncı evresinde olduğunun saptandığı söylenir.
Bu bilginin asıl kaynağı, Amerikalı muhalif gazeteci, eski Ulusal Güvenlik Dairesi (National Security Agency-NSA) ajanı Wayne Madsen, Sovyet Başkanı Mihail Gorbaçov’un 1987’deki, Uganda Başkanı Yoweri Museveni’nin de 2007’deki Washington ziyaretlerinde, dışkılarının ele geçirildiği ileri sürmekle birlikte, bunlarda neler arandığına dair bir bilgi vermez. Bu arada aynı kişinin, 17 Mart 2009 günü tutuklandığını belirtelim. Gerekçesi, Stanford Financial Group’un dolandırıcılığı ile ilgili yaptığı haberin kaynağını açıklamamasıydı.
Wayne Madsen, eski ABD Dışişleri Bakanı Madeleine Albright’ın şimdiki Kosova Başbakanı Haşim Taci ile seviştiğini, Lübnan eski Başbakanı Refik Hariri’nin ABD istihbarat servisi CIA tarafından öldürüldüğünü, Washington’un Dağıstan, Çeçenistan ve İnguşetya’nın bağımsızlığı için çalıştığını, tüm dünyadaki telefon, e-posta ve faks trafiğini izleyen ve özel bilgisayar programıyla anahtar sözcükleri tarayan “dev kulak” Echelon’lardan birinin Karamürsel’de, diğerinin İncirlik Üssü’nde olduğunu, bunlar sayesinde Ortadoğu’nun izlendiğini iddia etmişti.
Şimdi, dışkı ile idrarın kerrakesine yeniden dönelim, bakalım okuyacaklarınızı mideniz kaldıracak mı?

POLİS UYARIYOR: YATMADAN ÖNCE ÇOCUĞUNUZUN NEFESİNİ KOKLAYIN

Florida’nın Collier Şerifi Don Hunter ile istihbarat bürosundan sorumlu emniyet amiri Al Ganich’in imzasını taşıyan 26 Eylül 2007 tarihli, 07-067 sayılı genelge, şu satırlarla başlıyordu:
“Palmetto Ridge Lisesi öğrencilerinden birinin annesi, 19 Eylül 2007 günü Komiser Disarro’ya bir elektronik posta göndererek, Jenkem adlı yeni bir uyuşturucuya dikkat çekmiştir.” Genelge, Jenkem’in nasıl elde edildiği, nasıl kullanıldığı ile sürmekte ve tüketiminin Amerikan okullarında giderek yaygınlaştığını belirtmekteydi. Aslında bu bilgi teşkilata yönelikti, ancak kısa zamanda medyanın eline geçti. Önce yerel, ardından ulusal televizyon kanallarında boy gösterdi ve günümüzde bile sürmekte olan bir paniğe yol açtı. Çünkü Jenkem öyle zor bulunur bir şey değildi. Her an, her yerde, istenen miktarda, üstelik bedavaya elde etmek mümkündü. Polis, aileleri uyarmaya başladı. “Yatmadan önce, çocuğunuzun nefesini koklayın.”
Aslında Jenkem, 2007’de ortaya çıkmış bir Amerikan icadı değil. Zambiyalı sokak çocuklarının bu maddeyi 1990’lardan bu yana kullandığına ilişkin çok sayıda yayın var. Hatta Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu UNICEF’in, Zambiya Üniversitesi’nden Dr. Musonda Lemba başkanlığında hazırlattığı 8 Mart 2002 tarihli raporuna göre, başkent Lusaka’nın sokaklarında yaşayan ve dörtte biri uyuşturucu kullanan 35 bin kadar çocuğun, esrar ve tinerden sonraki ilk tercihi. Afrikalı küçük çocuklar lağımlarda dolaşınca kimse kaygılanmıyor da, Florida’lı bir anne gündeme getirince ortalık ayağa kalkıyor. Jenkem’in neyin nesi olduğunu tahmin etmeye başladınız sanırım.

LAĞIM GAZIYLA KAFA BULUNUR MU?

Efendim, önce bir cam kavanoz ya da Zambiyalı çocuklar gibi bir teneke kutu bulacaksınız. Yarıya kadar dışkı ve idrarınızı dolduracak, olmadı yol kenarından akmakta olan açık kanalizasyona başvuracaksınız. Kavanozun ağzına bir balon ya da poşet geçirecek, güneşin altına bırakacaksınız. Birkaç gün sonra balona dolan gazı içinize çekeceksiniz. Deneyenlere bakılırsa, 10 saniye kadar sonra, ruhunuz sizi terk edecek, hayaller görmeye başlayacak ve ölmüşlerinizle dertleşeceksiniz. Bu duygunun, malın “kalitesi”ne bağlı olarak, birkaç saatle, birkaç gün sürdüğü kayıtlı. Elbette, her nefes verişinizde genzinize dolan lağım kokusuna tahammül etmeniz gerekecek. Amerikan polisinin “Çocuğunun nefesini kokla” tavsiyesi bu yüzden. Ayrıca, balonun kenarına ister istemez bulaşan dışkıyı yutarsanız, uzunca bir süre mide-bağırsak enfeksiyonlarıyla boğuşur, hatta ilaç bulamayan Zambiyalı çocuklar gibi ishal olur, ölürsünüz. Ne yapalım, gülü seven, dikenine katlanırmış.
Çok sayıda batılı kaynak, Jenkem konusunun bir şehir efsanesi olduğunda ısrarcı. Binlerce psikoaktif bitki ve kimyasalla ilgili ayrıntılı bilgi sunan internetin ünlü Erowid kütüphanesinin editörleri, “Ne ABD ne Kanada, ne de Avrupa’da burnuna lağım gazı çekeni duyduk” diyerek Jenkem’e yer vermiyor. Konuyla ilgilenen Harvard Tıp Fakültesi’nden anestezi uzmanı Dr. Fumito Ichinose, “Lağım gazıyla kafa bulunamaz, olsa olsa temiz hava yerine, kokuşma sonucu oluşan metan gazı solunduğundan, oksijen eksikliğine bağlı optik ve akustik halüsinasyonlar görülür” diyor. Finli araştırıcı Jorma Kärkkäinen’in bulgularından haberleri olmasa gerek.

KURBAĞA SUYUNU DAMARINA VEREN AVUSTRALYALI

Helsinki Üniversitesi’nin Peijas Hastanesi’nden bir grup öğretim üyesinin, 2005 yılında bir İskandinav dergisinde (Scand J Clin Lab Invest) yayınlanan araştırması, Jenkem’in kesinlikle bir şehir efsanesi olmadığını kanıtlıyor.
Kärkkäinen ve 8 arkadaşı, LC-MRM adlı çok duyarlı bir teknik kullanarak yaptıkları ölçümlerde, insan dışkısında ciddi miktarda bufotenin olduğunu saptadılar. İdrarla bufotenin atıldığı biliniyordu da, dışkıda yaklaşık on kat daha fazla bulunduğu ilk kez gözlenmişti. Dışkıdaki bufetonin’in bağırsak, idrardakinin ise böbrek epitel hücrelerindeki serotonin’den kaynaklandığı ileri sürüldü. “Bana ne bufetonin’den” demeyin. Bu madde, tıpkı LSD ve psilocin gibi halüsinojenik etkiye sahiptir. Dolayısıyla, dışkı ile idrarı karıştırıp, gazı burnuna çekenlerin hayal görmesi doğaldır.
“Malın kalitesine göre, etkisi kısa ya da uzun sürer” diyenler de haklı. Çünkü bazı ruh hastalarının normalden çok daha fazla bufetonin attığı bilinir. Demek ki uzun süre hayal görenlerin, ya kendisinin ya da dışkısını kokladığı kişinin aklından zoru varmış!
Bufetonin, bazı mantar ve balıklarda, ayrıca bazı kurbağaların derisinde de bulunur. Avustralyalı meslektaşlarım Chris Kostakis ve Roger W. Byard’ın anlattıklarına güler misiniz, ağlar mısınız, sizin bileceğiniz iş.
“24 yaşında bir erkek cesediydi. Damarına 30 - 40 mililitre bir sıvı enjekte ettikten sonra düşüp öldüğünü söylediler. Önce ekstazi sandık. Sonra, bir arkadaşının da aynı sıvıyı damarına enjekte ettiğini öğrendik. O, bunun yarısını kullanmış, kusmuş ve kurtulmuş. Meğer, Çin’de yaşayan bir kurbağanın (Bufo bufo gargarzinus Gantor) tükürük ve deri bezlerindeki salgıları içeren, cinsel organa sürüldüğünde afrodiziyak etkisi yaptığı iddia edilen “Chan Su” adlı ürünü damarlarına vermişler. Bufetonin zehirlenmesi yüzünden kalbi durmuş.”

DÜZELTME VE ÖZÜR
Geçen hafta Prof. Dr. Sevil Atasoy’un “Katil pırıltıda saklı” başlıklı yazısında, Shakespeare’in Venedik Taciri’nden yapılan alıntıda “All that glisters is not gold” (Her parlayan altın değildir) yerine yanlışlıkla “All that glitters is not gold” yazılmıştır. Yazarımızdan ve okurlarımızdan özür dileriz.
Yazının Devamını Oku

Katil pırıltıda saklı

5 Nisan 2009
İster William Shakespeare’in Venedik Taciri’ndeki Fas Prensi gibi, “All that glisters is not gold” (Her parlayan altın değildir) deyin, isterseniz Tolkien’in Yüzüklerin Efendisi’ndeki gibi “All that is gold, does nor glitter” (Her altın, parlamaz) şeklinde ters çevirmeyi uygun görün, biz adli bilimciler için her pırıltı, tecavüzleri, cinayetleri aydınlatan, altın değerinde bir delildir.

İnce alüminyum tabakaların ya da üzeri alüminyum buharla kaplı plastik yaprakların, genellikle altıgen, kare, dikdörtgen, daire, yıldız ve hilal biçiminde kesilmesiyle elde edilen küçük parçacıklar, giderek artan biçimde hayatımızı süsler oldu. Pırıltılar, kimi zaman bir pantolonun arka cebindeki işlemeden, kimi zaman bir kadının omuzbaşlarına sürdüğü güneş yağından bize göz kırpıyor. Ne yana dönsek, ışık saçan, yaldızlı bir ürünle karşılaşıyoruz: Rujlar, pudralar, iç çamaşırları, yılbaşı süsleri, oyuncaklar, tebrik kartları, geçici dövmeler, boyalar, tutkallar, hatta balıkları cezbetmeye yarayan jeller.
En önemlisi pırıltılı olan her şey, Amerikan Deniz Kuvvetleri Soruşturma Birimi NCIS’de görevli özel ajan bayan Klaya Aardahl’ın 2003 yılında San Diego Üniversitesi’nde tamamladığı yüksek lisans tezinde gözler önüne serdiği gibi, ideal bir delilde bulunması gereken ne kadar özellik varsa, içinde barındırıyor. Sıcaktan, güneş ışığından etkilenmemekten tutun da, çürümüş bir bedenin üzerinde bozulmadan kalabilmesine kadar. En önemlisi failler, mağdurun üzerindeki minik taneciklerden birinin, bedenlerine, giysilerine yapışıp kaldığını ya da kendi üzerlerinde ve eşyalarındaki minik bir yaldız taneciğini mağdura transfer ettiklerini fark edemiyorlar.

FRANKFURT’TAKİ ASKERLERİ YAKAN PIRILTILAR

Soğuk Savaş dönemi Frankfurt, 70’lerin ikinci yarısı, Şubat’ın ilk haftasıydı. İngiliz polis teşkilatından kimyacı Michael Grieve, o sıralar, kentteki Amerikan ordusunun kriminal laboratuvarında çalışmaktaydı. Londra’da kurduğuna benzer bir lif inceleme birimi oluşturması istenmişti. Ülkenin her köşesinde olduğu gibi, Frankfurt’ta da faşing çılgınlığı bütün hızıyla sürmekteydi. Amerikalı askerler, maskeli, rengarenk elbiseli Alman kızlarıyla sokaklarda dansetmenin tadını çıkarıyorlardı. Birkaç yumruklaşma, bir-iki trafik kazası gibi sıradan olaylara karışmaları dışında, baş ağrıtan bir vukuatları olmamıştı. 5 Şubat sabahı, üstü başı perişan iki kız, polise başvurup, iki Amerikan askerinin tecavüzüne uğradığını anlatıncaya kadar.
Kızlar, saldırganların kullandığı aracın plakasını hatırlamış, yüzlerini tarif edebilmiş, şüphelilerle karşılaştırıldığında onları tanımıştı ama, polisin elinde, suçlamaları reddeden iki askerin aleyhinde kullanabileceği tek bir kanıt yoktu.
Mayk, (bizler, Michael Grieve’ye hep Mayk diye seslendik), mermer tezgahının üzerine, kızların eşyalarını yayıyor, elinde büyüteç askerlerden kaynaklanan lif, kıl, saç gibi bir kalıntı arıyor; ardından herşeyi topluyor, tezgahı çamaşır sularıyla siliyor, bu kez askerlerin giysilerini yayıp, üzerlerinde kızlardan kaynaklanabilecek saç, kıl, lif arıyordu. Hedefi, “her temas bir iz bırakır” gerçeğinden yola çıkarak, bu insanların birbiriyle temas ettiğini kanıtlamaktı ama, boşuna. Askerlerin giysilerinde kızlara ait hiçbir kalıntı, kızların üzerinde de askerlere ait hiçbir kalıntı bulamıyordu.
“Şu parıldayan şeyler, bir işe yarar mı acaba?” diye geçirdi aklından. Kızların giysilerini, maske ve kolyelerini el feneriyle yandan aydınlattığında, ışıltılar saçan tanecikleri fark etmişti. Tek tük de olsa, benzeri parıltılara askerlerin üniformalarında da rastlıyordu. Seloteyp parçasıyla tanecikleri topladı, mikroskopun altına yerleştirdi, karşılaştırdı. Şekillerin rengi, eni, boyu, geometrisi, kenarlarının düzensizliği, kalınlığı, şeffaflığı birbirini tutuyordu. “Bir rastlantı olmalı” dedi içinden. “Piyasadaki tüm parıldayan cisimciklerin özelliği birbirine benzeyebilir. Askerlerin üzerine yapışıp kalan taneciklerin kaynağı bu kızların giysileri, takıları olmayabilir.”  İzleyen günlerde piyasadan bir sürü parıltılı giysi, makyaj malzemesi ve takı satın aldı. Her birinin üzerinden seloteyple tanecik topladı, mikroskopta inceledi, tanecikler birbirinden farklıydı ve hiçbiri ne kızların, ne de askerlerin üzerindeki tutuyordu. Mayk, parıltıları delil olarak kullanan ilk kriminalist olarak

Yazının Devamını Oku

Artık ‘out’ oldun canım şimdi başkası ‘in’

29 Mart 2009
Berlin’deki KaDeWe’yi soyan Abbas mı, Hassan mı; Kuala Lumpur’da afyon satan Sathis mi, Sabariş mi anlaşılamadı. Biri Alman, diğeri Malezyalı iki yargıç, 43 gün ara ile aynı çaresizliği paylaştı: “Hangisi oradaydı, yoksa suçu birlikte mi işlediler? Teknik olanaklar, tek yumurta ikizlerinin DNA’sını birbirinden ayıramıyor, ikisi de serbest” demek zorunda kaldılar. Pek yakında Yonca Evcimik gibi, “Artık out oldun canım genetik, şimdi epigenetik in!” diye şarkı söyleyeceğiz. Çünkü değişimin bilimi sayesinde, ikizlerinden hangisinin suç işlediğini bulacağız.

Berlin’in, parlamento binası ya da Brandenburg kapısı kadar ünlü turistik atraksiyonlarından biri, Schöneberg’deki yüz yıllık Kaufhaus des Westens, ya da herkesin bildiği kısa adıyla KaDeWe’dir. Kıta Avrupası’nın bu en büyük çok katlı mağazasından içeriye her gün 40-50 bin kişi girer, bayram ve yılbaşı öncesinde bu sayı 150 bini bulur. Dokuz katta, dokuz futbol sahasını kaplayacak alanda satışa sunulan 380 bin kadar ürünün önemli bir bölümü yükte hafif, pahada ağır olduğundan, güvenliğe çok önem verilir. Sayısı iki bini bulan personel, binayı sadece Passauer Caddesi’ne bakan kapıdan terk edebilir. Böylelikle çanta ve poşetleri özel dedektörlerle denetlenir. KaDeWe’nin tepesindekiler, doğal afetlerle, yangına ve tabii hırsızlığa karşı Avrupa’nın en iyi korunan mağazalarından birini yönetmekten gurur duyarlar. Daha doğrusu, 27 Ocak 2009’a kadar duyarlardı. Yani, filmlerde görülebilecek ustalıktaki büyük soygunun ertesi sabahına kadar.

FİLM GİBİ BİR SOYGUN

KaDeWe, 25 Ocak Cumartesi akşamı 20.00’de kapandı. İçeride hiçbir personel kalmayacak biçimde boşaltıldı. Mağaza, pazartesi sabahı 10.00 da yeniden açılacaktı. Pazartesi saat 6 sularında beklenmedik bir şey oldu. Tiffany & Co., Bulgari, Cartier, Chopard gibi markaların bulunduğu dillere destan Luxusboulevard’a giren bir güvenlik görevlisi, kuyumcu Christ’in soyulduğunu bildirdi.
Binaya, Ansbacher Caddesi’ne bakan cephenin birinci katında bulunan ve büyük bir olasılıkla içeriden açılmış küçük bir pencereden girilmiş, aynı yolla çıkılmış olmalıydı. Yürüyen merdivenlerin her birine ve bazı koridorlara yerleştirilmiş, ışık ve hareket değişikliklerine duyarlı alarmların hiçbiri devreye girmemişti. Hırsızlar bina içindeki güvenlik önlemlerinin yeri ve şeklinden haberdardı anlaşılan. Ya da bu bilgilere sahip bir çalışan onlara yardım etmişti.
Kapalı devre kamera kayıtları incelendi. Pazar günü sabaha karşı binaya giren, eldivenli, kar maskeli üç kişinin, ipten kayarak alt kata indiği, işlerini kısa sürede tamamlayan soyguncuların telaşsız, sakin, nereye gidip, hangi dolabı açağını bilen profesyoneller olduğu bildirildi. Çalınanların bedeli 6 milyon Euro’yu buluyordu. Mücevher ve saatlerin sadece pahalı olanları alınmış, ucuzlarına dokunulmamıştı. Genellikle Breitling ve Bell & Ross markalı saatler tercih edilmişti.
Gazeteler, Breitling markalı saatlerin, özellikle doğu bloku ülkelerinde popüler olmasından yola çıkarak senaryolar üretti, soygunun sipariş üzerine gerçekleştirildiğini, malın çoktan Moskova’ya ulaştığını yazdı. KaDeWe soygunu, geçtiğimiz yıllarda biri Baden-Württemberg, diğer ikisi Nordrhein-Westfalen eyaletinde gerçekleşen, alarm tesisatı devreye girmeyen, failleri hala meçhul kuyumcu soygunlarına benzetildi.
Hafta sonuna doğru rüzgarın yönü değişti. Güvenlik birimlerini beceriksizlikle suçlayanlar sustu. Polis, olay yerinde bir lastik eldiven bulduğunu, içinden DNA elde edildiğini, hatta kime, daha doğrusu kimlere ait olduğunun bile belirlendiğini açıkladı.

ŞÜPHEDEN SANIK YARARLANIR

Yazının Devamını Oku

Polisiye yazarlara ölümcül lezzetler

22 Mart 2009
Polisiye öykü yazan bir okurum, “Alışagelmedik bir zehir kullanmak istiyorum. Kurbağa zehri bulup, kiraza zerk etsem, kurbanımın kaç kiraz yemesi gerekir, kaç saat sonra, nasıl ölür?” diye sordu. “Pazara kadar sabret” dedim ona. Bu yazı, bana danışan polisiye yazarları için. Umarım bir süre idare eder.

İşi bilenler, İspanya’nın ElBulli’sinden sonra dünyanın en iyi restoranının Londra’nın batısındaki Fat Duck olduğunu söyler. Fat Duck’ın İngiliz şefi ve sahibi Heston Blumenthal, 40’tan fazla şikayet telefonundan sonra, 29 Şubat 2009 günü dükkanını kapattı. Birkaç günde “kendimi iyi hissetmiyorum” diyenlerin sayısı 400’e ulaştı. 2.5 hafta sonra işletmeyi yeniden açtığında, gerek yiyeceklerin gerekse çalışanların sayısız analizden geçmesine ve 100 bin İngiliz lirasına varan zarara rağmen, müşterilere neyin dokunduğu anlaşılamadı. Blumenthal’ın çözümü, en azından şimdilik, mönüsünden bazı deniz ürünlerini çıkartmak oldu. Eminim, ilk telefonu aldığında aklına 6 ay kadar önce başka bir şefin yaşadıkları gelmiştir.
Hiçbir müşterisi şikayetçi olmadığı halde Bayan Toni Vicente, 2008 yılı eylül ayının ilk haftasında Santiago de Compostella’daki balık pazarında alışveriş ederken tutuklanmış, sıradan biri olmadığından bu durum, özellikle gurme çevrelerinde geniş yankı bulmuştu. İngiltere’nin eski Başbakanı Margaret Thatcher’in İspanya ziyaretinde yemek pişiren, Galiçya’nın kendi adını taşıyan en iyi lokantasının sahibi ünlü şefi dört yıl hapis istemiyle yargıç önüne çıkartan, mönüsündeki 22 Euro’luk balzamik soslu ve mantarlı deniz tarağı salatasıydı.
Bir minibüste 400 kilo salyangoz ve istiridyenin ele geçmesiyle başlatılan soruşturma sonunda Bayan Vicente, avlanmanın yasak olduğu Forrel limanından toplanan deniz ürünlerini, oluşturdukları tehlikeyi bilerek satın almak ve müşterilerine sunmakla suçlandı. Hatırı sayılır bir kefaletle özgürlüğüne kavuşan ve bazı yemekleri mönüsünden çıkartarak lokantasını açabilen şef, şimdilerde zedelenen itibarını tamirle uğraşıyor.
Forrel Limanı’ndaki deniz taraklarının tehlikeli olmasının nedeni, içlerinde Pseudo-nitzschia türü diatomların birikmesi. Bu diatomların ürettiği domoik asit, yutulduktan 24 saat kadar sonra memeli canlılarda kusma, bulantı, ishal, karın ağrısı, başağrısı, oryantasyon bozukluğu, görme kaybı ve miktara bağlı olarak, hafıza kaybı meydana getiriyor ama, ölüme pek rastlanmıyor.
“Alışagelmedik cinayet”e hevesli polisiye yazarı okurum, işte bu nedenle sana, İspanya’nın Forrel limanına gidip, deniz tarağı toplamanı, ardından kurbanına yedirmeni tavsiye etmem. Enfes lokmalarla Rus ruleti oynatacağın başka yerler var.
Önce, bir balıkçı bulacaksın. Cinayet silahının, yolunu şaşırıp bizim denizlerimize kadar geldiği bilinse de, en iyisi doğuya doğru yollanmak. Aslında, balıkçı peşinde koşmayı bir yana bırakıp, kurbanını bir fugu lokantasına da götürebilirsin. Sonrası, mutfaktakini ikna kabiliyetine bağlı.

GASTRONOMİK RUS RULETİ

Kabuki tiyatrosunun “yaşayan ulusal hazinesi”, korkusuz savaşçı rolünün vazgeçilmez oyuncusu büyük usta 8. Mitsugoro Bando ile üç arkadaşı, 16 Ocak 1975 akşamı Kyoto’nun tanınmış balık restoranlarından birine gittiler. Fugu saşimi ısmarladılar ve incecik kesilmiş, krizantem çiçeğini andırır biçimde servis tabağına dizilerek önlerine konmuş çiğ balığı yemeye başlamadan önce, uzun uzun seyrettiler. Krizantem çiçeği, Japonlar için ölümü simgeler. 8. Mitsugoro Bando, o akşam ölümü tatmaya hazırdı.
Yemeğin ortalarına doğru yanlarına gelen şef, iki eliyle tuttuğu küçük kaseleri yavaşça masaya bırakıverdi. “Teşekkür ederiz” dedi Bando’nun dostları, “Ciğerini yemeyiz, neme lazım.”
8. Mitsuguro Bando, buna çok sevindi. “Ben şerbetliyim” dedi gururla ve yüzyıllardır çekik gözlüleri heyecanlandıran gastronomik Rus ruletine kalkıştı. Dört balığın, dört ciğerini ard arda midesine indiriverdi. Aslında üçü, onu öldürmeye yetip, artardı bile. Eve döner dönmez karısına sarıldı “Akşam yemeğinde fugu karaciğeri yedim” dedi gülümseyerek.”Hem de tam dört tane. Dudaklarım hala karıncalanıyor, başım dönüyor, bulutların üzerinde uçar gibiyim.” Son yemeğinin ardından, son söyleyebildikleri bunlar oldu.
Aslında Kabuki ustası, lokantadan çıkıp eve gidebildiğine göre, gerçekten şerbetli olsa gerek. Çünkü, zehirli fuguyu yiyenler, genellikle hesabı ödeyemeden ölür.
Mitsugoro Bando’nun zehirlendiği dükkan on günlüğüne kapatıldı. Yeniden açıldığında müşteri sayısı, eskisine oranla çok daha fazlaydı. Şefin fugu diplomasının elinden alındığı söylendi ama, geleneklere uyup karnına kılıç sapladığını, yani seppuku yaptığını duyan olmadı.

BALON BALIĞININ ZEHRİ SİYANÜRDEN BİN KAT GÜÇLÜ

İster balon balığı deyin, ister kirpi balığı, kurbağa balığı ya da Japonlar gibi fugu, tüm fertleri dört dişli olduğundan Tetraondontidae ailesine mensup yeryüzünün bu en zehirli ikinci varlığını (ilki, az sonra değineceğim altın zehirli kurbağa’dır) ağzınıza götürürken dikkat edin. Kısacası “Denizden çıkan baban olsa, ye” diyenlere sakın aldanmayın.
Çünkü, onbinlerce ton fuguyu tüketenlerin çoğu, ertesi sabah dostlarına yaşadığı heyecanı, dilinin nasıl yanıp, dudağının nasıl uyuştuğunu ballandıra ballandıra anlatırken, bazıları kendini, midesini yıkatmaya götüren bir ambulansta bulur. Genellikle balıkçılardan ve beceriksiz aşçılardan oluşan daha az şanslılar ise, tıpkı ünlü Kabuki sanatçısı gibi ne ağzını, ne de elini-ayağını oynatabilir, sonunda nefes alamayıp, ölür.
Denizden çıkan her üç fugudan birinin karaciğerinde rastlanan zehrin adı, tetrodotoksin’dir. Siyanürden 1250 kez daha güçlüdür. Birkaç kum tanesi kadar, bir erişkinin kaslarını felç etmeye, solunumunu durdurarak öldürmeye yeter. Zehir, balığın derisinde, testis ve yumurtalıklarında, bağırsak ve karaciğerinde bulunduğundan, bu organların sadece çok küçük bir parçasının bile yemeğe bulaşması, tehlike yaratır. Tetrodotoksin’in panzehiri hala bulunamadığından, zehirlenenlerin % 60 kadarı kurtarılamamaktadır. Bir fugu karaciğerinin 30 kişiyi öldüreceği rivayet edilse de, henüz böyle kitlesel bir katliama rastlanmamıştır.

KENDİNİ ZEHİRLEYEN FUGU ŞEFİ

176 kişinin fugu zehirlenmesinden öldüğü 1958 yılından bu yana, Japonya’nın fugu restoranlarında diplomalı şef bulundurmak zorunlu. Diplomayı almak için, üç yıl sürebilecek eğitim ve staj döneminin ardından, yazılı ve uygulamalı sınavları başarmak gerekiyor. Tabii her diplomalının işi öğrendiği söylenemez. Daha birkaç ay önce, Tokyo’daki bir restoranın genç aşçısı, hazırladığı fugunun karaciğerinden bir lokma ısırmış, 48 saat sonra bilincini kaybederek hastanelik olmuştu. Müşterinin zehirlenmesine neden olan aşçının belgesi elinden alınıyor ama, kendini zehirleyecek kadar aptal olanlar için bir yaptırım bulunmuyor.
2006 yılında, Tokyo Sağlık Bilimleri Üniversitesi’nde çalışan biyolojik toksin uzmanı profesör Tamao Noguçi ile arkadaşları, fugu tehdidinin önünü almak üzere yıllardır sürdürdükleri araştırmaların sonucunu yayınladılar ve karaciğerinde zehir biriktirmeyen kültür fuguları üretebildiklerini bildirdiler. Bu haber, dünyanın dört bir yanındaki ciğerli suşi meraklılarını sevindirdi. Pek de hoş olmayan biçimde elde edilen kaz ciğeri yerine, sağlığa yararlı omega-3 yağ asitli fugu ciğeri yemeyi umuyorlar.
Profesör Noguçi bu çok önemli sonucu, balıkları beslemekte kullandığı özel yeme bağlıyor ama, henüz etki mekanizmasını bilimsel olarak açıklayamadığından, Sağlık Bakanlığı olaya temkinli yaklaşıyor ve zehirsiz kültür fugularının dağıtımını sınırlıyor. Noguçi, bu sınırlamanın nedenini, fugudan para kazanan grupların baskısı şeklinde açıklıyor. Her ne olursa olsun, Japonların yakın bir gelecekte tehlikesiz fugulara kavuşacağı açık. O zaman, pek çok ülkenin, bu arada Avrupa Birliği’nin fugu ithal yasağı da kalkabilir. Buna karşılık, asırlara uzanan fugu merakının, balığın kekremsi lezzetinden değil de ölümle oyun oynama heyecanından kaynaklandığını ileri sürenler, tehlikesiz kültür fugularını kimsenin yemeyeceğini, tıpkı uyuşturucu gibi, bu kez deniz fugusu kaçakçılığının başlayacağını söylüyor.

KURBAĞA IZGARASI KERTENKELE YAHNİSİ

“Alışagelmedik cinayet”e hevesli polisiye yazarı okurum, fuguyla muguyla uğraşamam dersen, kurbanına başka lezzetler de tattırabilirsin. Örneğin, çok sayıda kurbağa, güçlü nörotoksinler sentezler, düşmanlarını felç eder, nefes almalarını imkansız kılar. Güney Amerika’nın değişik yerlerinde, Brezilya’nın yağmur ormanlarında yaşayan parlak renkli Phyllobates’lerin salgıladığı sıvıyı, mızrak uçlarına sürüp avlananları hatırla. Biraz gezinirsen, altın renkli Phyllobates terribilis’e de rastlayabilirsin. Deri bezlerindeki batrakotoksin öylesine güçlüdür ki, topluiğne başı kadarı bile insanı öldürmeye yeter.
Mavi ayaklı, siyah-beyaz renkteki bedeni ile Dentrobates tinctorius ile olağanüstü güzel mavi renkteki Dendrobates aureus, pumiliotoksin üretir. Gerçi pumiliotoksin, batrakotoksin kadar güçlü bir zehir değildir ama, işine yarayacak kadar ölümcüldür.
Bu arada, turuncu kemerli kızıl kahve Taricha Torosa’yı unutmamalı. Kaliforniya’nın kıyı kesimlerinde yaşayan bu büyük kertenkelenin salgıladığı tarikatoksin, tıpkı balon balığının tetrodotoksin’i gibi sinir iletimini engeller, kasları felç eder.
Bu zehirlerin herhangi birini alıp kurbanına yuttur, sonra karşısına geçip seyret. 15 dakikaya varmadan kendini halsiz hissedecek, zor soluyacak, bir 15 dakika sonra mutlaka ölecek. Yalnız dikkat et, cesede otopsi yaptırtmamaya çalış. Çünkü o zaman, seni ben bile kurtaramam.
Yazının Devamını Oku