Bahara doğru yolculuk

Kar yolları tıkayınca uzun bir süre İstanbul'da hapis kaldım. Güneş kendini gösterir göstermez kendimi yollara vurdum. Ege'nin kuzeyinde baharın izlerine rastladım, yazlık mekánlarda sessizliğin ve ıssızlığın tadını çıkardım.

Geçen ay dinmek bilmeyen kar yağışı, bütün planlarımı altüst etti. Kelimenin tam anlamıyla, İstanbul'a tıkıldım kaldım. İtalya dönüşü, yazıları bitirdikten sonra tekrar yollara düşüp, konu biriktirmek niyetindeydim. Ama evdeki hesap çarşıya uymadı... İki hafta bir yere gidemeyince yazacak konu da bulamadım. Konusuzluk bir yana, sıkıntıdan patladığımı da itiraf etmeliyim. Bu kadar uzun hareketsizliğe asla tahammül edemem... Gitmezsem içimi bir huzursuzluk kaplar. Kafese kapatılmış aslan misali, kentin içinde dönüp dururum. Gökyüzünde akıp giden bulutları bile kıskanırım. Yani tahammül dışı, garip bir adam olur çıkarım.

Karlar eriyip, güneş yüzünü gösterir göstermez, çantamı topladığım gibi tekrar yollara düştüm. Önce Bursa'da, TÜYAP'ın düzenlediği Kitap Fuarı'na uğrayacak, daha sonra da Kemal Anadol’un son kitabı ‘‘Büyük Ayrılık’ın peşine düşecektim. Osmanlı İmparatorluğu'nun XX. yüzyıl başlarındaki çözülme sürecine Ege'den tanıklıklar getiren kitapta Kemal Anadol, 1900'lü yılların Foçası'nı ve yöreyi öylesine güzel ve içten anlatmıştı ki, gidip görmeye karar verdim.

Yola çıktığımda hava sanki benden özür diliyordu. Kar erimiş, soğuk insafa gelmiş, pamuk pamuk bulutlar poyrazın önünde sürüklenmeye başlamıştı. Güneş, günlerden beri ortalıkta görünmemenin acısını çıkartırcasına etrafı ışığa boğmuştu. Kilometre yapmayı özlemiş olan arabamın gazına basıp, soluğu Bursa'da aldım. Kitap Fuarı'nda, Bursalı okurlarla hasret giderdikten sonra, midemdeki isyanı bastırmak için kente indim. Eski garajın karşısındaki ‘esas’ kebapçıda, her zamanki gibi yer bulamadım. Kaldırımın üstündeki bir masaya oturup, domates soslu, yoğurtlu, tereyağlı İskender kebabını beklemeye başladım. Bekledikçe acıktım. Acıktıkça kebap üstüne düşünceler ürettim. Kebabın lezzetinin biraz da bu beklemeden kaynaklandığına karar verdim.

GÖLYAZI'NIN SOKAKLARI

O günüm Kitap Fuarı'nda kitapların, yazarların ve okurların arasında geçti. Bursa'nın en önemli kitapçısı olan ‘Kitap Evi’nin yöneticisi Dilek Çelebi'nin konukseverliği sayesinde, akşam yemeği bir şölene dönüştü. Ertesi gün erkenden yola çıkacağım için gözüm ve gönlüm arkada kala kala, eğlenceyi terk edip otele döndüm.

Sabah erkenden, trafik kördüğüme dönüşmeden Bursa'yı geride bırakıp, Balıkesir'e doğru uzanan yola koyuldum. Bir yandan çevreyi seyrediyor, bir yandan da hız göstergesini kontrol ediyordum. Okuduğum bir haberde, bütçe gelirleri arasında trafik cezalarının önemli bir yer tuttuğunu öğrenmiştim. Bu nedenle ‘radar tuzakları’na daha sık baş vurulacağını, görevlilerin daha titiz davranacağını düşündüm. Hem bütçeye katkıda bulunmak hem de ceza puanını artırmamak için gaz pedalına daha hesaplı basıyordum.

Önce Gölyazı'ya saptım. Uluabat Gölü kıyısındaki bu şirin kasabanın renkli sokaklarında dolaşmaktan çok hoşlanıyordum. Her seferinde makara makara film harcıyordum. Bu sefer de öyle oldu. Gölün suları, ağaçların yarı beline kadar yükselmişti. Daracık sokaklarda ses seda yoktu. Denizle sonlanan çıkmazlara balıkçılar ağlarını sermiş, yırtık yerleri onarıyorlardı. Yağ tenekelerine ekilmiş sardunyalar, küpeler, şebboylar henüz çiçeklenmemişti. Sokak kedileri çöp tenekelerinin başında kılçık kavgasına tutuşmuştu. Bir kadın bahçedeki fırına odun atıyordu. Orada pişecek böreği veya ekmeği düşününce ağzım sulandı.

Birkaç kadın evlerinin önüne oturmuş, mahalleyi çekiştiriyordu. Kulağıma çarpan birkaç kelimeden çıkardığım kadarı ile, konu koca beğenmeyen bir genç kızdı. Etrafa yoğun bir sessizlik hakimdi. Çocuklar bile koştururken çığlık atmıyorlardı. Yürürken burnuma Gölyazı'nın kokusu geldi. Bana göre her kentin bir kokusu vardı. Örneğin New York pizza ve yanmış yağ, Lizbon sardalye, Venedik yosun, Bremen bira, Edinburg viski kokuyordu. Gölyazı'nın sokaklarına ise ‘balık tava’ kokusu sinmişti. İştah açıcı bir kokuydu.

Turkuvaza boyanmış kapıları, suya gömülmüş ağaçları, rengarenk sandalları, çöpleri karıştıran kedileri, kıyıdaki sazlıkları bir kez daha fotoğrafıma hapsettikten sonra Gölyazı'dan ayrıldım.

İkinci durağımda, Karacabey'in Marmara kıyısındaki yazlığı Yeniköy vardı. Burayı İstanbul'da bir restoranda yemek yerken, beni tanıyan bir garson önermişti. Oralıymış. Öyle çok övmüştü ki, dayanamamış adresi not defterime yazmıştım. Karacabey'den sapıp, Yeniköy'e doğru uzanan ıssız yoldan ilerlemeye başladım. Sağ taraftan nazlı bir ırmak akıyordu. Tarlalar yeşillenmiş, meyve ağaçları budanıp ilaçlanmış, mevsime hazırlanmıştı. Kavaklar sıraya girmiş, disiplinli ormanlar oluşturmuştu. Yol kıyısına dikilmiş tabelaya bakılırsa, yamaçtaki orman ayılara ayrılmıştı. Bütün bu güzellikleri görünce heyecanlandım. Böylesine güzel yol, mutlaka bir cennete ulaşırdı.

Yeniköy Plajı'na varınca adeta şok oldum. 30 kilometre boyunca gördüğüm tüm güzellikler, bir anda silindi ve yerini beton yığınına bıraktı. Denizle kumun buluştuğu tüm sahillerde olduğu gibi, burası da yazlıkçıların hücumuna uğramıştı. Her yerden mantar gibi beton binalar yükselmiş, deniz görünmez olmuştu. Yaz aylarında sokakları dolduracak kalabalıkları, avaz avaz gürültüyü düşününce bir acele Yeniköy'ü terk ettim.

Balıkesir'den sonra, bahar yavaş yavaş göründü. Çiçeklerini takıp takıştıran ağaçlar, sarı çiçekli aceleci katırtırnakları doğayı süslemeye başladı. Kayıp giden bu manzara beni, tarif edilmez bir coşkunun içine itiverdi. Ayvalık'a doğru saptığımda kendimi, çocuklardan daha tasasız ve şen hissediyordum.

‘Gönül Yolu’nu aşıp, adalar körfezinin gözdesi Cunda Adası'na geçtim. Bu yöreden geçerken buraya uğramayı alışkanlık haline getirdiğim için, kendimi artık Cundalı sayıyordum. Ege'nin sert rüzgarlarına karşı Ayvalık'a siper olan adanın diğer ismi de ‘Alibey’di. Bu ad Kurtuluş Savaşı'nın komutanlarından Ali Çetinkaya'ya aitti. İşgal sırasında, topladığı gönüllülerle birlikte Yunanlılara ilk kurşunu sıkan, aslen Afyonlu olan yarbay Ali Bey'in gösterdiği kahramanlıkların anısına, Cunda'nın adı ‘Alibey’ olarak değiştirilmişti.

Önce kimsesiz sahilde, Taş Kahve'ye oturup, demli bir çay eşliğinde ‘Dede’nin arabasından bir tost yedim. ‘Dede’nin teneke tulumu ile yaptığı tostun lezzeti yine anlatılır gibi değildi. Peynirleri sündüre sündüre yerken ‘Dede’yi Türkiye'nin tost kralı ilan ettim. Daha sonra sessiz sokaklarda, her şeye rağmen ayakta kalmayı başarabilmiş taş evlerin arasında dolaştım durdum. Etraf öylesine huzur dolu, öylesine sakin, öylesine barışçıldı ki, savaş çığlıklarından kaçmanın keyfini çıkardım.

Cunda'ya el sallayıp, Foça'ya doğru yelken açarken, akşamı bekleyip Şeytan Sofrası'nda güneşi batıramadığıma pişman oldum.


Cunda'nın yıkık kiliseleri


Adadaki kiliseler ve manastırlar, ayakta kalmakta taş evler kadar başarılı olamamışlar. İlk inşa edilen kilise Ayia Triada'nın, Bakkal Sokağı'nın sonundaki yerinde bugün bir boşluk yer alıyor. Aynı sokağın başında ise Panagia Kilisesi’nin ayakta kalan birkaç duvarını görmek mümkün. Diğer duvarları ise 1954 yılında okul inşaatına taş temin etmek için yıkılmış. Yine adanın girişinde, sol taraftaki tepenin üstünde, sadece dört duvarı kalmış olan Ayios Yannis Kilisesi görünür.

Ayios Nikolaos, Ayios Panteleiminos ve Ayios Dimitrios kiliselerinden ise geriye hiçbir şey kalmamış. Kiliselerin arasında en şanslısı, 1873 yılında yapılan Taksiyarhis Kilisesi. Bir zamanların görkemli kilisesi, şimdi ortadan çatlamış birkaç kolona dayanmış vaziyette duruyor. Kubbesinde geniş yarıklar oluşmuş. Duvar resimleri ise ya kazınmış ya da birtakım anlamsız yazılarla örtülmüş. 1994 yılında Kültür Bakanlığı'nın restore listesine giren kiliseye o günden beri bir çivi dahi çakılmamış.

Adanın manastırları da aynı ilgisizliğin kurbanı olmuşlar. Bunlardan Pateriça bölgesinde zeytin ormanlarının arasında saklanmış olan Ayışığı Manastırı ayakta kalmayı başarabilmiş.
Yazarın Tüm Yazıları