Babam, Sefa Mutlu’yu vurduğu için ölene kadar suçluluk duygusuyla yaşadı

Kadere bakar mısınız, 13 Eylül 1974’te Sefa Mutlu’yu vurdu, 13 Eylül 1984’te toprağa verildi, 10 sene sonra aynı gün. Babam borcunu ödedi...

Haberin Devamı

Paris soğuk. İnanılmaz bir rüzgâr var. Anlattıkları mı, Paris’in havası mı beni daha çok üşütüyor bilmiyorum. Bildiğim, Elif Güney Pütün’le şehrin altını üstüne getirdiğimiz ve her yerde onun hayatını, babasıyla ilişkisini konuşmaya devam ettiğimiz...

Ne zamandan beri yazıp çiziyorsunuz?
-  20 yaşından beri. Yazdım, yazdım, bir kenara attım. Defterler dolusu yazı. Bir gün baktım, hepsi çocukluğumla, annemle, babamla ve yoksunluklarımla ilgili. Bu kitabı da 98’de yazmaya başladım.

Bir hesaplaşma mıydı?/images/100/0x0/55eb30f9f018fbb8f8b142d0
-  Öyle. Ama her şeyden önce kendimle.

Kendinizi şu anda rahatlamış hissediyor musunuz?
-  Rahatlama değil ama değişik bir huzur var. İçimden birtakım şeyleri çıkarttım. Ben içime hapsolmuştum, ilerleyemiyordum. Zaten uzun seneler terapiye gittim.

İlk ne zaman...
-  Babamı kaybettikten hemen sonra, 19 yaşında. Lisedeki rehberlik hocam, bendeki davranış bozukluklarını fark etmişti. Bir gün, “Bir öğrenci terapi merkezi var, istersen oradan bir randevu al, seni iyi görmüyorum” dedi. Evden ayrıldığım zamanlardı, bebek bakıcılığı, Türkçe ders vermek ve temizlik gibi işler yapıyordum...

Terapiye gittiğiniz kişi, kim olduğunuzu biliyor muydu?
-  Hayır, herkes beni Geny Marquez diye biliyordu. Kendimi öyle tanıtıyordum, “Kolombiyalıyım” diyordum.

Kimliğinizi gizlemeniz şart mıydı?
-  Hayır değildi, babam vefat etmişti. Ama ben hâlâ yaşadıklarımın etkisi altındaydım. Sonra bir gün patladım ve terapiste dedim ki: “Ben Geny Marquez! değilim. Benim adım Elif. Ben Türk’üm. Benim baba şu şu ve öldü!” Sonra okulun müdürüne çıktım, “Siz de benim kim olduğumu biliyorsunuz. Elif’im ben. Kolombiyalı değilim. Artık son verelim bu oyuna.” Kabuklarımdan kurtulmaya çalışıyordum. Ama o kadar içimize işlemişti ki ve her şey o kadar karmaşıktı ki. Ben aslında Elif de değildim, Güney’dim. Kimliğimde yazan isim Güney, Elif yok! İyileşmek ve var olabilmek için yıllarca uğraştım. Pedagoji eğitimi aldım, sonra de otizmli çocuklarla çalıştım.

Bu kitap aynı zamanda babayla da bir hesaplaşma... Öyle değil mi?
-  Olabilir. Ama aynı zamanda, babamın ‘halkıyla’ da bir hesaplaşma. Çünkü bitmez tükenmez bir eziklik yaşıyordum. Ne zaman Türkiye’ye gitsem ya da ne zaman Paris’te yaşayan Türklerle karşılaşsam, laf dönüp dolaşıp babama geliyordu, onun anısına bir şey yapamamış kızına...

Ne yapmanız gerekiyordu...
-  Ben babam için geceler yapmadım. Babamın izinden yürümedim. Onunla ilgili meslek seçmedim. Babamın davasını sürdüremedim. Hep, “Yılmaz Güney’in kızı nasıl giyindi? Saçını kesti, punkçı oldu! Gömlek değiştirir gibi erkek değiştirdi!” Ki bunlar doğru değildi. Benim kız arkadaşım çok yoktu çünkü muhabbet edemiyordum onlarla. Erkeklerle daha iyi anlaşıyordum.

Bu kitapla, siz dünyaya ne diyorsunuz?
-  Ben diyorum ki, “Küçücük bir çocuk, sizin tahmin edemeyeceğiniz kadar çok şey düşünebiliyor. Ve çocukluk çok önemli. Çocuğunuzla kurduğunuz veya kuramadığınız ilişki çok tayin edici. Anne ve babasıyla, yaşadıkları ve yaşayamadıkları onun bütün hayatını etkiliyor, kişiliğini belirliyor. Tüm bunları tabii pedagog olduğum için de söyleyebiliyorum. Aileler, çocuklarını korumak için pek çok şeyi gizliyorlar, kendilerini kapatıyorlar. Zannediyorlar ki, o çocuklar hiçbir şey anlamıyor, hissetmiyor. Yanlış! Çocuklar, elektrik süpürgesi gibi her şeyi emiyorlar, çocuklar ayna gibi her şeyi yansıtıyorlar. Ve onlar birikiyor, birikiyor, sonunda da tıkanıyorsun. Kendin olamıyorsun. Benim gibi...

Haberin Devamı

ÖDİPİMİ NE YAŞAYABİLMİŞİM NE BİTİREBİLMİŞİM

Haberin Devamı

Babanız Yılmaz Güney aynı zamanda birini öldürdü. Bunu kendinize nasıl izah ediyorsunuz...
-  Edemiyorum, sadece olan biteni kabul ediyorum. Netice de evet bir insan hayatını kaybediyor, tabii ki babam sorumlu ama “Ağır provokasyon vardı” deniyor. 13 Eyül 1974’te babam Yılmaz Güney, Sefa Mutlu’yu vurdu. Ama bütün hayatı boyunca suçluluk duygusuyla yaşadı. Bu suçluluk duygusunu cebine koyup, “oh” diyecek bir insan değildi yani. Ve kadere bakar mısınız, 13 Eylül 1984 günü babam toprağa verildi. 10 sene sonra aynı günde. Babam borcunu ödedi.

Bu kitap, bir “ödip hikayesi” mi?

Yani bir gün çocuklarınız da sizinle hesaplaşırsa, buna hakları olsun mu istediniz?
Aynen bu kitapla onlara izni verdim. Ama ben hayattayken yapsınlar, sonra geç oluyor. O zaman, benim gibi senelerce kendilerine eziyet ederler.


-  Evet. Ben ödipimi hiçbir zaman ne yaşamışım ne bitirebilmişim. Babama olan tutkumu hapsetmişim. Normalde 3-6 yaş arasında yaşanır, ben hayat boyu sırtımda taşımışım. Hep beklemişim, “Babam beni sevecek, bana öyle gözlerle bakacak ki, kendimi dünyanın en güzel prensesi gibi hissedeceğim!” Ama hiçbir zaman olmadı. Ve artık çok geç.

Yaşadıklarınız daha iyi anne olmanıza yol açtı mı?
-  Bu çok iddialı olur. Daha iyi anne olmam için çok çabalamama yardım etti diyelim. Çocuklarım benim çok kıymetli ama çocuk yapmayı eşimi tanıyana kadar hiç düşünmemiştim. Çünkü emindim beceremem, yapamam, kesin kötü anne olurum. Eşim beni ikna etti... Bu kitabı aynı zamanda, çocuklarımla ilişkim de daha açık olsun diye yazdım.

Haberin Devamı

Babayla yaşadığınız boşluk
erkeklerle ilişkinizi de etkiliyor

Bu kitap, bir çocuk diliyle yazılmış...
-  Evet, 7-8 yaşlarında bir kız çocuğunun dili. Benim edebi bir kaygım yok, öyle bir iddiam da yok. İçimden geldiği gibi yazdım...

Ağlaya ağlaya mı...
-  Sarsıla sarsıla, böğüre böğüre, içe içe, bazen gebere gebere...

Sizce, babanız okusa ne hissederdi?
-  Bilmiyorum. Tek bildiğim, babamın bütün hayatı boyunca savunduğu şey ifade özgürlüğüydü, insanların inançlarını her ne pahasına olursa olsun savunabilmeleriydi. Ben de bunu yapmaya çalıştım.

Siz hâlâ “onaylanmak” isteyen küçücük bir kız mısınız?
-  Artık 45 yaşında kocaman bir kadınım. Ama içimde hâlâ o küçük kız yaşıyor. Bu kitabı yazarken aynı zamanda, milyonlarca babası tarafından onaylanmak isteyen küçük kızın da sesi olmak istedim. Evet bu, babamla benim hikayem ama aynı zamanda evrensel bir hikaye.

İnsanın babasıyla “teğet geçmesi” ne demek?
-  Bu işte, bu anlattığım şeyler. Hiçbir zaman yeri doldurulamayacak bir boşluk. O boşlukla yaşamayı öğrenmek lazım. Ama o boşluk bütün hayatınızı etkiliyor. Erkeklerle ilişkinizi etkiliyor. Bir yerde, erkeklere karşı bir güvensizlik oluşuyor. Onun gibi birini arıyorsunuz, aynı zamanda da ona benzeyen herkesten kaçmak istiyorsunuz. Ve sürekli güçlü olmanız gerektiğini düşünüyorsunuz. O kadar güçlü olmalısınız ki, hiçbir zaman bir erkeğe ihtiyacınız olmamalı...

Annenizi en son ne zaman gördünüz?
-  İki- üç yıl oldu. Aramız çok iyi. Konuştuk. Yazdıklarımdan haberi var. Önce meselem anneyleydi. Onunla halletmek daha kolay oldu. Onunla konuştum, kavgamı ettim, hırlaştım, “Niye beni bıraktın?” dedim. Ama öbürüyle yapamadım, yapamadan öldü.

Hâlâ rüyalarınızda babanızı görüyor musunuz?
-  Tabii. Kendime ait inançlarım var. Ne zaman babamı rüyamda görsem, babam bana bir mesaj verir ve o mesaj gerçekleşir. Bir tür rehber o.

Çok açık yüreklilikle konuşuyorsunuz...
-  Çünkü başka türlüsünü bilmiyorum. Belki bu yazdıklarımdan dolayı insanlar bana kızacak, kızsınlar. Yazdığım her şey gerçek. Hayatta çok seçeneğiniz olmuyor: Ya hayatta kalırsın ya ölürsün. Ben hayatta kalmayı tercih ettim. Yaşamak istiyorum. “Artık ben de varım!” diyorum. Bir taraftan da, benim hem kendimi, hem de babamı affetmem gerekiyordu. Birbirimizi anlayamadığımız, yakın olamadığımız, iyi diyaloglar kuramadığımız için. Hayat boyu kıskandığım “halkını” da affetmem gerekiyordu. O yüzden bütün bu yolları kat ettim, acıları çektim ve ortaya bu kitap çıktı.

Yazarın Tüm Yazıları